Pir Sultan Ölmedi!

Kişiler gibi halklar da yarınından kuşkulu, karamsarlık ve çaresizlik içinde yaşamak istemez, yaşayamazlar. Halkların bunca kahramanı, olağanüstü güç ve yetilere sahip insanları yetiştirip yaşatmaları boşuna değil.  Yüce ermişler,  „yerin yedi kat altını ve yedi kat üstünü“ bilecek güçte bilgeler, ölümsüz şair ve edipler, kısacası olağanüstülüklerle dolu efsanevi kültür dünyasının kahramanları, halkların geleceğe bağlılıklarının, sönmeyen o yaşama tutkusunun birer ürünü olarak değerlendiril-melidir.

İşte Osmanlı’nın acımasız zoruna karşı çıkan Pir Sultan Abdal gibi şahsiyetlerin, halkça yüceltilip efsaneleştirilmesi bundandır. Denebilir ki, ezilen, binbir haksızlığa, ağır baskı ve zorbalıklara maruz kalan büyük halk kitleleri, kendi özlemlerini, olmak istedikleri kimliği Pir Sultan Abdal gibi önderlerin kişiliğinde yansıtırlar. Yani korkağı, hödüğü, ürkeği, boyuneğeni Pir Sultan gibi kahramanların kişiliğinde, elini ayağını bağlayan prangalardan kurtulur. Birden yüreği kabarır, ayağa kalkar, çiğner geçer Hızır Paşalar‚ı ve hakça olmayan düzenini. Yani Pir Sultan gibi, Köroğlu gibi kahramanlar, geniş halk kitlelerinin özlemleri ve yaratıcı gücüyle birleşerek, bir bakıma yeni ve anonim bir kişiliğe büründürülür. 

Bu kişi ve ölümsüz kahramanlar, tarih boyunca baskı ve zulme karşı, hak ve adalet uğruna savaşım veren yeni kahramanlara, halk kitlelerine önderlik eder, onların cesaretini kamçılar, yol gösterir, öncülük ederler. Bunun en iyi gözlemlendiği başlıca örneklerden biri hiç kuşkusuz Pir Sultan Abdal‚dır.

Halk hiç bir zaman umudunu söndürmez, kendine ışık tutanın kaybolup gitmesine izin vermez. Ona, onda yeteri kadar bulunmayan bir takım yeni ve üstün özellikler de katar. Çoğu kez onu sıradan bir insan olmaktan kurtarır, onu çeşitli hikmet ve kerametlerin, insanüstü-lüklerin sahibi yaparak  yüceltir.

Osmanlı’nın Hızır Paşa’sı, Pir Sultan Abdal‚ı, Sivas’ın orta yerinde, herkese taşlatarak idam ettirdiği halde, yine de Pir Sultan ölmez!

Halbu ki Musahibi bile can şirindir deyip korkusundan taş yerine elindeki gülü üstüne atarak Pir Sultan’ı yüreğinden vurmak zorunda kalır. Hal böyleyken Pir Sultan ölmez!

Daha doğrusu ezilen halk kitleleri onun zorba bir Osmanlı paşası tarafından boğddurulup yokedilmesine razı olmaz. Gerçi bu olayda halk bizzat taraf olup saldırıya geçerek,  Pir Sultan’ı zindandan çekip kurtarmaz. Ancak onu, insanüstü özelliklerle yeniden yoğurarak, koca Osmanlı’nın gücüne ve darağacına meydan okuyan efsanevi ve mistik büyük bir kahraman haline getirir. Paltosunu darağacında asılı bırakıp, çekip giderken yolda kimilerinin uğruna çıkar, her zamanki babacan haliyle halhatır sorar! Hatta onu kovalayan Osmanlı askerlerine bir de ders verir. O nice kan ve acılara tanık olmuş Kızılırmak köprüsüne „Eğil!“ deyip askerleri suya saldıktan sonra, öylecene yürüyüp gider!..

İşte bu ölümsüz Pir Sultan, yani  ölümüne ferman kılınıp Sivas’ta asılmış olan Pir Sultan, 16.yüzyılda yaşamış büyük bir Alevi halk şairidir. Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır Bucağı’na bağlı Banaz Köyü’nden olup öz adı Haydar‘dır. Ne ki 16.yüzyılda yaşadığı bilin- mekle birlikte, doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak henüz saptanmış değil. Bununla birlikte onun Osmanlı nın baskı ve sömürüsüne  kafa tuttuğu için Sivas’ta idam edildiği herkesçe biline gelmiştir. Bir de birbirinden güzel yüzlerce deyişi…

Pir Sultan henüz çocuk yaştayken „Pir elinden dolu içmiş“. Bir gün Yıldız Dağı’nda babasının koyunlarını güderken uyuyakalmış. Düşüne giren aksakallı bir ihtiyar, bir elinde dolu, diğerinde elma tutarak, Haydar‘ a uzatmış. Haydar önce doluyu içmiş, ardından da elmaya uzanmış. Elmayı alırken bir bakmış ki ihtiyarın avucunun içinde yeşil bir ben ışıldıyor. Bundan karşı-sındakinin Hacı Bektaş Veli olduğunu anlamış ve sarılıp öpmüş pirin elini. 

Denirlir ki Hacı Bektaş Veli, Haydar‚a:

«Bundan böyle Adın Pir Sultan olsun! Ünün dört bir tarafa yayılsın. Sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmesin! Al’ü evladın hakkını almak için çalışasın!»

Diye buyurmuş. Sonra gözden kaybolup gitmiş!…

Halk ozanları geleneğinde görüldüğü gibi Haydar da „Dolu içip“ Pir Sultan olduktan sonra «Can gözü açılıvermiş», gerçekleri ayan-beyan görür olmuş! Böylece yaşamında yeni bir evre başlamış. Sazı eline aldığı gibi çalar olmuş, sözler birbiri sıra akar olmuş o andan sonra.

Rivayet olunur ki o saatten sonra Haydar artık coşup çağlamış. Ünü artmış, her yanda adı anılır, deyişleri söylenir olmuş. Özellikle Kızılbaş kitlesi arasında etkisi büyümüş de büyümüş. Öyle ki nihayet Osmanlı’nın da gözünü üzerinden ayırmadığı biri haline gelmiş.

„Kim ki onlardan olduğu bilinir ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeidir…“

Pir Sultan Abdal‘ın yaşadığı 16.yüzyılın tarihsel, ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal olayları hiç kuşkusuz onun düşünce ve eylem dünyasının biçimlenmesinde başlıca rolü oynamıştır. Bu nedenle onun yaşamına yönveren, tarihsel ve toplumsal koşullara kısaca bir göz atalım.

16. yüzyılda, Anadolu halkı ekonomik ve sosyal bakımdan ağır baskı ve sömürü altına alınır. Halkı 100 den fazla vergi türünde devlete haraç ödemekle yükümlü kılınmış. Ayrıca sarayın, her yeni gelen valinin, her boydan yöneticilerin keyfi ve şahsi tasarrufları, halkı altından kalkılmaz bir yükün altına sokar. Nitekim Osmanlı tarihçisi Selânikî de sözkonusu durumu, «Fevkalâde vergiler memleketin vilâyetlerinde raiyetleri o dereceye getirdi ki, dünyadan nefret ediyorlar» biçiminde anlatır.

Cevdet Paşa da vezirlerin, eyalet valilerinin, diğer devlet görevlilerinin halka karşı tutumlarını şöyle dilegetirir:

«… Hemen masraflarını çıkarmak ve mümkün mertebe hallerini tanzim eylemek dâiyesiyle (niyetiyle) fukaranın ellerindekini aldıktan sonra emlak ve hayvanatını dahi sattırırlar ve âyânlıkları bey ve âyânların zulümlerini terviç (destekleyip arka çıkarak) edip anlar dahi bir taraftan fukarayı soyarlardı.»

Silleli Aşık Nigâri de şu dörtlügü ile halkın tepkisini çarpıcı bir biçimde dilegetirir:

Bütün malım aldın ey kanli zâlim
Şikâyet ederim Hüda’ya seni
Garip Mecnun gibi perişan hâlim
Şu fâni dünyada ağlattın beni

Yine Osmanlı tarihçisi Selaniki, «Hâkimlerin ve kadıların memleket raiyetlerine musallat olduklarını» bildirir. Sözde adaleti sağlamakla yükümlü olan bu kadı takımının içine düştükleri çirkin durumu Pir Sultan Abdal da bir şiirinde şu dizelerle dilegetirir:

Koca başlı Koca Kadı!
Sende hiç din iman var mı?
Haramı helâli yedi
Sende hiç din iman var mı?
………
İman eder, amel etmez,
Hakkın buyruğuna gitmez,
Kadılar yaş yere yatmaz
Hiç böyle kör şeytan var mı?

Pir Sultan‚ın yaşadığı dönem, tarihsel bakımdan büyük gelişmelerin kaydedildiği bir zamana rastlar. Osmanlı-İran ilişkileri Çaldıran Savaşı’yla ağır bir yara almış, Yavuz Sultan Selim‚in katlettiği 50.000’den fazla  Alevi’nin henüz kanı kurumamış, birbirini izleyen başkaldırılar hep kanla bastırılmıştır…

Emevi-Abbasi-Selçuklu Devletleri çizgisinde yürütüle gelen Alevi-Sünni düşmanlığı, Osmanlı Devleti ile yeni ve çok daha sert bir evreye ulaşır. Alevi-Sünni ikilemi, Osmanlı-İran çelişkisiyle bütünleştirilerek, Aleviler bakımından son derce sıkıntılı bir dönem başlatılır. Gerçekte çıkar çatışmasından başka bir şey olmayan Osmanlı-İran gerginliği, tarihi Alevi-Sünni düşmanlığı çizgisine oturtulmaya özen gösterilir. Böylece sorun iki devlet arasındaki anlaşmazlığın boyutlarını da aşarak, Osmanlı tebasında yaşayan Alevi-Kızılbaş toplumuna karşı yüz yıllarca sürecek olan acımasız bir savaşa dönüşür.

Sultan Selim, Şah İsmail‚le savaşa girişmeden önce Sünnileri kışkırtıp yanına almak amacıyla, memurlarına, Kızılbaşları «Yediden yetmişe defter ettirmiş», Müftü Hamza Efendi ve Şeyhülislam „cinci“ İbn-i Kemal gibi dinadamlarına fetvalar yazdırtmış, dini risaleler hazırlatmıştır.

Osmanlı Devleti boyunca sürdürülen sözkonusu politikanın, gerek Pir Sultan Abdal‚ın kişiliğinin oluşma-sında, gerekse onun idamına yolaçan gelişmeler üzerinde ciddi bir etkisinin olduğunu düşünüyoruz.  Bu nedenle Sultan Selim ve Kanuni dönemlerinde yönetimin, İbn-i Kemal ve Ebussuud Efendi gibi Şeyhülislamlara hazırlattırdığı fetvalarda yeralan anlayışa kısaca da olsa değinmekte yarar görüyoruz.

İbn-i Kemal ve diğer Şeyhülislam takımının fetvalarında, Kızılbaşların Şeriat ve Muhammed‚in dinine hakaret ettikleri, Kuran‘ı tahrif ettikleri, Ebu Bekir ve Ömer‚i halife olarak kabul etmedikleri, Muhammed‚in karısı Ayşe‚ye iftira ve hakarette bulundukları, Osmanlı ulemasını küçümseyip aşağıladıkları ileri sürüldükten sonra, günümüz Türkçe’siyle şöyle devam ediliyor:*

„…Şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla fetva verdik ki onlar kâfirler ve dinsizler topluluğudur. Onlara sempati gösteren, bâtıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdir. Bunları kırıp topluluklarını dağıtmak bütün müslümanların görevidir. Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri cennetin en yüce katıdır, o kâfirlerden ölenler ise  bakir olup cehennem dibinde yer tutacaklar-dır. Bunların durumu kâfirlerin -kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudiler‘ in- durumun-dan daha kötüdür.

Bu topluluğun kestiği ya da gerek şahinle, gerek okla, gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler mute ber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslamın Sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını,miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu toplamadan sonra onların tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı ve hepsi öldürülme-lidir. Kim ki onlardan olduğu bilinir ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli-dir ve bu topluluk hem kâfir ve imansız, hem de kötülük yapıcı olduğundan, iki nedenle de öldürülmeleri vaciptir. Dinde yardım edenlere Allah yardım eder, Müslümana kötülük yapanlara Allah da kötülük eder.“

Kanuni‘nin ünlü Şeyhülislamı Ebussuud Efendi de, «Kızılbaş taifesinin şer’an kıtâli helâl olup, katleden gâzi ve Kızılbaş taifesinin ellerinde maktûl olanlar şehid olurlar mı?» biçimindeki bir soruyu şöyle yanıtlar:

«Olur, gazâ-i ekber ve şehâdet-i azimedir.» (Büyük bir savaş ve ulu bir şahadettir)

Sünni İslamın Osmanlı sarayının hamiyetine sahibolması, Padişahların aynı zamanda İslam Halifesi olmaları, Sünni İslamı devletin ve merkezi otoritenin dini haline getirdi. Böylece Sünnilik, devleti ayakta tutmada ve halka boyun eğdirmede bir araç olarak kulanıldı, kullanılageldi. Alevi-Kızılbaş toplumu ise her bakımından Sarayın saldırı hedefi haline geldi. Bu durum onu bir başkaldırıdan diğerine yönelterek, ardı arkası kesilmeyen katliamlarla karşı karşıya bıraktı.

Son derce çetin geçen bu süreç bir yandan Aleviliğin anlamını ve içeriğini ezilen halk kitlelerinden yana geliştirirken, diğer yandan onu, hangi dine ve hangi millete mensup olursa olsun, Osmanlı yönetiminden rahatsızlık duyan, ona başkaldıran tüm her kesin ilgi odağı, sığınağı haline getirdi. Bu durum birçok araştır-macıyı, Sünniliği egemen sınıf olan feodalitenin ideolojisi; Aleviliği de ezilen toplum kesimlerinin ideolojisi olarak değerlendirmeye götürmüştür.

Nitekim 1239’da Babailer, 1416-1419’da Şeyh Bedreddin, 1511’de Şah Kulu Baba, 1512’de Nur Ali Halife, 1518’de Şeyh Celal, 1525’te Baba Zünun, 1527’de Kalender Çelebi, 1577-1589’da Düzmece Şah İsmail ve sürüp giden çeşitli halk ayaklanmalarına, Kızılbaşlar’ın yanısıra birçok başka kesimlerden insanlar da katılmıştır.

Bu dönemde Alevilere, ya da „şer’i düşünceye aykırı hareket edenlere“ verilen cezalar arasında, dini önderleri suda boğdurmak ya da ateşe atmak gibi daha kısa bir süre önce Sivas’ta yaşanan meşhur cezalar da var.

2 Şubat 1577 tarihli, „Rum Beylerbeyine hüküm“ diye başlayan bir Padişah fermanında aynen şunlar yeralmaktadır:

«Kangallı ve Alipınar ahalisinin ekserisi İran’a meyl ve muhabbet üzre olduğu bildirilmekle bu gibileri tahkik edip tahakkuk ettikte başka bir bahane ile katlolunmaları hakkında.»

Yine Amasya’da „Süleyman Fakih’in izale edilmesi“ amacıyla 22 Rebiülevvel 1568 tarihinde  „Amasya Beğine“ gönderilen bir diğer Padişah fermanında bu „başka bir bahane“ ibaresi daha bir açıklıkla ifade ediliyor, şöyle buyuruluyor:

«… toprak kadısı marifeti ile mezkûrları (adı geçen kişileri) hüsnü tedarik(iyi bir hazırlık) ile ele getürüb dahi kimesne ifşa eylemadiyen (kimseye ifşa etmeden) el altından Kızıl Irmağ’a iletüb iğrak eyliyesin (Kızılırmak’a atıp boğdurasın). Ve yahut ahar vecih(uygun) ve münasib görüldüğü üzre hırsızluk ve haramilik eylediler deyu iddia eyleyüb haklarından gelesin.»
 
„Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement, işte boynum, asarsa…“

Bu kısa değerlendirme kapsamında sunulan bu bir kaç  örnekten de anlaşıldığı gibi, Pir Sultan‚ın yaşadığı 16. yüzyılda  Osmanlı ülkesi büyük ekonomik ve siyasal çalkantılarla karşı karşıyadır. Alevi-Kızılbaş toplumu, o dönemde sahibolduğu ortak inanç yüzünden İran yanlısı olarak nitelendirilip düşman kefesine konur ve ortadan kaldırılmaya çalışılır. Öyle ki halkın önünde tek seçenek kalır: Ayaklanıp dövüşmek!

Mensubu olduğu toplum, Osmanlının zulmüne en ağır biçimde hedef olurken, Pir Sultan gibi seçkin bir ozanın, yakayı ondan sıyırması mümkün mü?

Gerçi Pir Sultan‚ın, yüzyılı bilinmekle birlikte hangi tarihte idam edildiği henüz kesinlik kazanmış değil. Onu idam ettiren Osmalı paşasının Hızır Paşa olduğu biliniyor. Lakin bir değil birkaç Hızır Paşa yaşamış bu yüzyılda. Bunlardan hangisi ve hangi gerekçeyle Pir‘in boynuna kemendi taktırmış? Yine Pir Sultan adında birden çok şair yaşamış bu dönemde. Peki Sivas’ta asılanı bunlardan hangisi?..

Hiç kuşkusuz bu ve benzeri soruların yanıtlarını araştırıp ortaya çıkarmak, edebiyat tarihçilerine düşer.  Fakat bilinen o ki, dönemin Sivas’ında sazı, sözü, inanç ve eylemleriyle Osmanlı Devleti‘ne karşı olan, zalimin zulmüne başkaldıran, Kızılbaş Dedesi bir Pir Sultan yaşamış. Ve bu zat ne koca Osmanlı‚ya ne onun paşası Hızır‚a boyun eğmiş. Zindanlarda, işkence altında dahi susmamış! Canı pahasına devrin egemenlerine kafa tutarak:

Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement, işte boynum, asarsa
İşte hançer, işte kellem, keserse
Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan

Deyip, gözkırpmadan darağacına yürümüş! Yine bu Pir Sultan, içinde „Şah“ sözü geçmeyen üç deyiş söylediği taktirde idamdan kurtulacağı vaadinde bulunan Hızır Paşa’nın yüzüne:

Alınmış abdestim aldırırlarsa
Kılınmış namazım kıldırırlarsa
Sizde Şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan Şah’a giderim

Deyip, zalimlere meydan okumuştur. Onu yaşatan ve herkesin yürekten bağlandığı biri haline getiren işte bu ödünsüz savaşımıdır.

Pir Sultan Abdal, kısa aralıklarla ortaya çıkan başkaldırılar geleneğinin önemli bir payı olmuştur. Osmanlı’nın halk yığınları ve özellikle Kızılbaş toplumu üzerinde estirdiği zulüm fırtınasına karşı direnmekten başka yol olmadığını herkes gibi o da bilmektedir. Şiirine egemen olan hava ve kavgacı temaya bakıldığı zaman onun başkaldırı dışında kalmış olması pek olası görünmüyor.

Bununla birlikte, 1577-1589’da meydana gelen Şah İsmail ayaklanmasına ilişkin bazı şiirleri dikkate alınırsa,  büyük bir olasılıkla sözkonusu ayaklanmaya katıldığı ve bu yüzden idam cezasına çarptırıldığı sonucuna varılabilir.

Pir Sultan‘ın boyun eğmeyen kişiliği, örnek yaşamı, kavga şiirleri, yüzyıllar boyunca toplumu derinden etkiledi. İnsanları coşturup cesaretlendirdi, elele tutuşturup kaynaştırdı. Zulme, haksızlığa, her türlü sömürüye karşı onun yaptığı birlik çağırısı dillerden düşmedi.

Gelin canlar bir olalım
Mazlumun hakkın alalım
Münkire kılıç çalalım
Tevekelt’ü ta’alallah

Dizeleriyle meydanları dolduran binler Pir Sultan Abdal‚ın 500 yıl önceki dileğini bugün de canlı tutmaya çalıştılar. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren Pir, toplumsal mücadeleye karar veren herkesin özendiği, anıp coştuğu başlıca tarihsel örneklerden biri oldu.

Yüzyıllar önce Pir Sultan‚ı asanlar, insanları Kızılırmak’ın sularında boğdurtanlar, ateşe atıp yakanlar, bu-gün de yaptıklarından asla pişmanlık duymuş değiller. 2 Temmuz 1993‚de, yine o Sivas‚ta, 33 Pir Sultan dostu yakılarak katledildi. Burada, Pir Sultan Abdal kervanına katılarak aramızdan ayrılmış bulunan o canları, bir kez daha saygıyla anıyor, insanlığın bu tür yüzkarası olaylarla hiç mi hiç karşılaşmaması-nı yürekten diliyorum.

Pir Sultan Abdal‚ın bizlere gösterdiği yoldan yürüyerek, ezilen, sömürülen, horlanan, düşünce ve inançlarından ötürü baskı gören, insanlık onuru incitilen, ulusal ve demokratik hakları çiğnenen tüm her kesi saygıyla selamlıyorum!

* Alıntıların büyük bölümü, Mehmet Bayrak, Pir Sultan Abdal, 1986’dan alınmıştır. 

(Bu metin, ilkkez, Stockholm’un tarihi salonlarından biri olan Polsjärnan’da düzenlenen (1994), „Pir Sultan Abdal’ı Anma “ toplantısında yapılmış, sonra çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmıştır.)