Doç. Dr. Ali YAMAN[1]
Osmanlı’dan günümüze siyaset aygıtının dinsel alanın içerisinde bir taraf olarak yer alma geleneği ülkemiz tarihinde çok olumsuz bir miras ortaya çıkarmıştır. Bu olumsuz mirastan en fazla etkilenen topluluk ise Alevi-Bektaşiler olmuştur. Özellikle Anadolu ve doğusuna uzanan coğrafyada ortaya çıkan Osmanlı-Safevi mücadelesi sonrasında, Osmanlı Devleti’nin Sünni İslam’ı bir devlet politikası olarak koruyup, kolladığı ve hatta bütün tebaasına dayattığı görülmektedir. Bu durum şeyhülislamların fetvaları, padişahların uygulamaları ve diğer tarihsel belgelerde açıkça görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nin Sünni mezhepçi politikalarının farklı şekiller altında da olsa Cumhuriyet döneminde de sürdürüldüğü bilinmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, İmam-Hatip Okulları/Liseleri, Yüksek İslam Enstitüleri/İlahiyat Fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) gibi devletin din hizmetleri ile bağlantılı kurumları gerek fikriyat ve gerçekleştirilen basılı yayınlar anlamında, gerekse uygulamada Sünni İslam anlayışını esas almaktadır. Bu taraflı ve toplumun bir kesimini görmezden gelen anlayış zaman zaman, belli mezhepleri/tarikatları esas almayan bir “doğru İslam” anlayışı olarak ve “mezhepler üstülük” iddiasıyla da savunulmaya çalışılmaktadır. Yaklaşık seksen yıldır Alevi inanç ve kültürünü görmezden gelen resmi kurumlar, mezhepçi bir anlayışla kendi istedikleri din anlayışının yaşama geçirilmesi için her türlü devlet desteğini sunmuşlardır. Her yurttaş gibi devlete vergi ödeyen Alevileri ise devlet kurumları, din eğitimi ve din hizmetleri alanında dikkate almamayı yeğlemişlerdir. Bu durum Aleviler-Devlet ilişkisine hakim olan büyük güvensizliğin temel nedenidir. Bu bildiride bu süreci ele almak üzere Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’nde Devlet-Aleviler ilişkisi DİB bağlamında incelenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Alevi, Bektaşi, Diyanet İşleri Başkanlığı, Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri, Cemevleri, Mezhepçilik
Bir asıra yaklaşan Cumhuriyet tarihinde din-devlet ilişkilerinde yaşanan sorunların çözümünde yol alınmak şöyle dursun daha da karmaşıklaşarak sürdüğü görülmektedir. Bütün bu süreçte devletin kendi çerçevesini çizdiği “Sünnilik” dışında kalan Alevi-Bektaşiler başta olmak üzere diğer bütün dinsel topluluklar gözmezden gelinmiştir. Konunun Aleviler[2] bakımından tartışılan üç önemli boyutu bulunmakta olup bunlar;
1.Cemevleri Sorunu,
2.Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) Dersleri Sorunu,
3. Diyanet İşleri Başkanlığı Sorunu
olmak üzere üç ana başlık altında sıralanabilir. Biz bu bildiride devletin din hizmetlerinden sorumlu kurumu olması nedeniyle DİB konusunu esas alarak devlet-Aleviler ilişkisini incelemeye çalışacağız.
Burada öncelikle ifade etmek gerekir ki, Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında din hizmetlerinin kontrolü bakımından bir süreklilik olduğu açıktır. İki devlette de din hizmetleri kontrol altında bulundurulmaktadır. Bu anlamda Şeyhülislamlık makamı yetkileri budanmış olmakla birlikte DİB ile devam etmektedir. Şöyle ki Şeyhülislamlık makamının gücü dinsel yetkilerine ek olarak hukuk, eğitim ve vakıf hizmetlerine ilişkin görev alanlarını da kapsamaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Şeyhülislamlık makamı sürmüş ancak yetkileri dinsel alanla sınırlandırılmıştır. Duman’ın da Türköne’den naklen aktardığına göre “…Türkiye’de resmen uygulanan “din-devlet ilişkisi modeli” laik bir model değildir. Bu model, tarihi açıdan kendi içinde tutarlıdır, ama laiklikle ilgisi yoktur. Cumhuriyet Türkiyesinin “din-devlet ilişkisi modeli” Emeviler’de, Abbasiler’de, Selçuklular’da ve son olarak Osmanlılar’da uygulanan modelin devamıdır. Din hizmetleri özerk kuruluşlara bırakılmamış, devlet teşkilat bünyesine alınarak bir hiyerarşiye bağlanmıştır. Bu model 14 asırlık Sünni geleneğini yansıtır…” (Duman, 2006: 554-555)
Cumhuriyet döneminde DİB devletin din işlerinden sorumlu kurumu olmasının yanısıra, gerek din hizmetleri ve uygulamalarında görevleri gerekse çeşitli dinsel konularda istişari nitelikli görevleriyle, kurumun dinsel eğitim kurumları ve üniversitelerle de yakın ilişkisi bulunmaktadır. Örneğin mensupları eğitimleri bakımından İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri mezunları olmakta ve eğitici/yönetici/memur vb. bu kurumlarla sürekli etkileşim içinde bulunurken, Kur’an kurslarını da yönetmektedir. Ayrıca DİB kamu kurumlarının ortamlarda danışma mercii olarak da hizmet görmektedir. Örneğin mülki idare amirleri Cemevlerinin ibadethane olup olmadığını veya zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri ile ilgili sorunları DİB’e danışmakta ve buradan alınan yazı doğrultusunda hareket etmektedir.
Günümüz dünyasında izahı mümkün olmayacak şekilde, sadece Sünni çevrelerden gelen, Sünni İslam eğitimi alan dinsel hizmet ve eğitim/öğretim personeline onlarca yıldır devletin dinsel alandaki bütün bütçesi tahsis edilmekte, bütün dinsel hizmetleri emanet edilmekte ve Sünni olsun olmasın bütün vatandaşlara zorunlu dinsel eğitim 1982 Anayasası sonrasında yine bu kadrolar tarafından verilmektedir. Ve işin daha da vahim olanı bu durum siyasilerce, sivil-asker bürokrasi tarafından ve tabi ki din hizmet ve eğitiminden sorumlu kurumlarca bunda bir anormallik yokmuş gibi, bugün dahi savunulmaya çalışılmaktadır. Cumhuriyetin başından bu yana uygulanan mezhepçi uygulamaların devamında bir sakınca görülmemektedir. Özellikle ilahiyatçı çevrelerle DİB arasında gerek dini anlayış, gerekse mesleki iş olanakları bağlantısı nedeniyle, ilahiyat fakültelerinde gerçekleştirilen tez çalışmaları ve makalelerde kurum çoğunlukla olumlu yönleriyle ön plana çıkartılmaktadır. Oysa eğer bir tez çalışmasında DİB ele alınıyorsa bilimsel bakış açısının olumlu olumsuz demeden ifade edilmesi gerekmez miydi? Tezlerde de, makalelerde de durum böyledir, yani tarafgirlik ve subjektiflik görülmektedir. Örneğin bir tezdeki “…Genel olarak, diyanetin varlığı değil de bütçeden pay alması ve sadece Sünnîlere hitap etmesi üzerinde durulmaktadır. Diyanetin bir kesime hizmet ettiği halde devlet bütçesinden para almasının yanlış olduğu bunun başka şekilde finanse edilmesi gerektiği ya da bütün inançları kucaklamasının gerekliliği ifade edilmektedir. Bütçeden pay alınmamasını savunanların ağırlıklı olmalarına rağmen cemaatlerin oranına göre pay alınabileceğini savunanlar da vardır. Ancak D.İ. Başkanlığının, bütün Müslümanlara hitap etmesi ve devlete bağlı bir kurum olması hasebiyle diğer devlet kurumları gibi bütçeden pay alması doğaldır. Son olarak belirtelim ki; Diyanet İşleri Başkanlığı bir takım tarikat veya mezheplerin temsil edileceği bir müessese olarak kurulmamıştır. Kanunlarda belirttiği şekilde herkese hizmet vermekle yükümlüdür. Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda herhangi bir ayırım yapmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda kanunlarla belirtilen şartları taşıyan herkes görev alabilir…” (Yıldız, 2002: 89) şeklinde, bir makalede ise “…Bu örgüt yapılanması ve kökleşmiş bir kurumsallık ve toplumsal kabul görmüşlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özgün bir Türk deneyimi olduğunu belirtmek gerekir…” (Akyüz ve diğerleri, 2006: 35) şeklindeki ifadeler örnek olarak verilebilir.
Uygulamada görülen başka bir çifte standart ise etmel insan hakları ile ilgilidir. Şöyle ki „başörtüsü meselesi, İmam –Hatip Okullarına uygulanan katsayı meselesi” gibi konular gündeme geldiğinde “bunlar temel insan haklarıyla ilgili meselelerdir, bunların sağlanmasında müzakere ve tartışmanın gereği yoktur.” diye yazıp çizen kesimler, konu Alevilerin temel insan hakları olunca çeşitli manevralara başvurarak, çeşitli gerekçeler ileri sürmekten geri durmamaktadırlar. Bu zihniyet Alevilerin en temel insani taleplerinin karşılanmamasından rahatsızlık duymamakta, hatta karşılanmaması için her yola başvurmaktadırlar. Bu durum tarihin önünde yaşanan büyük bir insanlık ayıbıdır ve tarihin bunları bir bir kaydettiği unutulmamalıdır. 2000’li yıllarda dahi Türkiye tarihine, siyasetine mezhepçilik ayıbını ve damgasını vurmaya kimsenin hakkı yoktur. Ne yazık ki bugün dahi siyasiler, DİB’in devlet yapılanması içerisindeki yerini, toplum kesimleriyle olan sorunlu ilişkilerini gerçekçi bir gözle görmemekte ısrar etmektedirler. Zaman zaman Anayasa Mahkemesi’nden diğer yüksek mahkemelere en ağır eleştirileri yöneltebilen siyasiler, konu DİB olunca, övgüler düzmekten öte bir şey yapamamaktadırlar. Bugün DİB konusunda özeleştiri yapılmaksızın, Türkiye’de dinsel alandaki sorunlara çözüm üretmek mümkün görünmemektedir.
Öte yandan DİB kurulduğundan günümüze Sünni İslam odaklı yapılandırılmasına ve hizmetleri sadece Sünnilere hitap etmesine rağmen Sünni kesimlerce de eleştirilmektedir.[3] Bunun nedenleri arasında Sünni dindarlar arasında devletin temsilcisi olarak görünmesi, onbinlerce caminin ve yüzbini aşkın dini alandaki personelin de kontrolünü elinde bulundurması gibi pek çok neden sıralanabilir ki biz burada konunun Alevilik boyutunu ele aldığımız için diğer yönlerine girmeyeceğiz. Ancak şunu söylemek zorunludur. DİB tartışmalarında “Efendim biz de memnun değiliz, bu kurum devletin dini kontrol etmek için oluşturduğu bir kurumdur.” diyen kimi çevreler, söz DİB’in kaldırılması ile ilgili tartışmalara geldiğinde, ne kadar samimiyetsiz olduklarını da ortaya koymakta, can siperane DİB’in kalması için “kaos çıkar, ülke tarikatların eline geçer vb.” gerekçeleri üretebilmektedirler. Çünkü bu kurumdan yurtiçinde ve yurtdışında yararlananlar bizatihi kendileridir, Alevi-Bektaşiler değil.
Cumhuriyet döneminde DİB’in temelini oluşturan gelişme 3 Mart 1924’te çıkarılan Şeriye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye Umumiye Vekaletlerinin ilgasına dair kanun ile Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılarak yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü’nün kuruluşu olmuştur. Daha sonra Diyanet İşleri Reisliği, DİB’e ve Evkaf Umum Müdürlüğü de Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne dönüşerek günümüze kadar gelmiştir.
1982 Anayasası’nın 136. maddesine göre “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir…” denilmektedir. Böylece 12 Eylül askeri rejiminin ürünü olan bu anayasada, din işlerinin “laiklik” doğrultusunda gerçekleştirileceği ve aynı zamanda bu kuruma dayanışma ve bütünleşmeyi sağlama amacı da yüklenmiştir. Sonuç olarak bu Türkiye tipi “laiklik” anlayışında DİB’in varlığı ile din ve devlet işlerinin ayrılması şöyle dursun iyice içiçe geçmiş bulunmaktadır. Gerek 1961 gerekse 1982 Anayasası’nda din ve vicdan hürriyeti başlığı altında yer alan ilkelerle DİB’in faaliyet ve uygulamaları arasında açık çelişkiler dikkat çekicidir. Ayrıca yine 1982 Anayasası’nda varolan kanun önünde eşitlik başlığı altında verilen 10. md. ile “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefî inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.” denilmekte iken DİB’in kuruluşundan günümüze faaliyetleri gözönüne alındığında 10. Madde ile 136. Madde arasında bir uyumsuzluk olduğu açıktır. Bu uyumsuzluğun en açık kanıtı ise Türkiye’de Alevilerin dinsel hizmetler ve din eğitiminde maruz bırakıldıkları haksız durumdur. Fazla geçmişe gitmeden, son yıllarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Danıştay’ın kararları ve hükümetin Alevi Çalıştayları sürecine başlaması ile de yaşanan haksızlıklar kabul edilmiş olmaktadır.
DİB’den sorumlu bakanlara ve DİB bürokratlarına sorarsanız DİB son zamanlarda sıkça başvurulan bir kavram olan mezhepler üstülükle özdeşleşen bir kurumdur. Mezhepler üstücülük deyimi, konu tartışmaya her açıldığında başvurulan bir savunma mekanizması olarak işlev gören, ancak pratik gerçekler karşısında inandırıcılıktan uzak bir kavramdır. Zaten konuyla ilgili yazan çizen gazeteciler ve akademisyenler, kurumun “Sünni” mezhepçi yapısını açıkça ifade etmektedirler. Bu konuda verilebilecek farklı kesimlerden örnekler yeterli olacaktır sanırım. Bu konuda Prof. Hayreddin Karaman, DİB’in “…uygulamada hem mabet hem aydınlatma hizmeti Hanefi mezhebi değil ama Sünni İslam’a yönelik olmuştur.”[4] Demekte, eski bakanlardan Namık Kemal Zeybek ise “…Türkiye’de “Diyanet İşleri Başkanlığı” vardır. Adı “İslam İşleri Başkanlığı” bile değildir ama “Hanefi Müslüman İşleri Başkanlığı”dır. Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevi Müslümanlar’ın “din işleri” ile ilgilenmez. Dahası “teşkilatta” bir tane bile Alevi Müslüman çalışmaz…” diyerek kurumun yapısına ışık tutmaktadır.[5] Tarhanlı ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ele alan çalışmasında: “…Sünniliğin din ve mezhep bakımından çoğunluğu oluşturması Devletin diğer mezheplerle ilgilenmemesi için yeter bir sebep değildir, zira ‘laik bir devlette din ve mezhep çoğunluğu veya azınlığı olamaz. Devletin bütün din ve mezheplere karşı tarafsız olması gerekir.’ Ancak eşitlik ilkesi çerçevesinde hukuken sağlanması gereken tarafsızlık, özellikle de 1982 Anayasası düzeninde bir anayasal hükümle din eğitiminin zorunlu kılınmasıyla tamamen ihlal edilmiş bulunmakta; zira bu yolla sünnilik egemen kılınmaya çalışılmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevi nüfusunun dinsel ve mezhepsel inancından habersiz görünerek Alevi köylerinde camiler yaptırmasının, devletin bu halk üzerindeki bir tür baskısı olduğu kuşkusuzdur; amaç Sünni inancın benimsetilmesidir. Oysa anayasal korunma altındaki inanç özgürlüğü, tüm bireylerin ibadette kendi adetlerini uygulayabilmelerine olanak sağlar…” (Tarhanlı, 1993:181) demektedir. Görüldüğü üzere kurumun “mezheplerüstülük” iddiası pek inandırıcı bulunmamaktadır ve kurumun bu iddiasının nasıl sorunlu olduğu açıklama, faaliyet, yayın ve kurum içi yazışmalarda da açıkça görülmekte, yer yer “biz ve onlar” şeklinde bir dilin kullanıldığı dikkat çekmektedir. Burada bunu göstermek bakımından Ahmet Hamdi Akseki’den, Ali Bardakoğlu’na ve daha başka en üst düzey DİB yetkililerinin Aleviliğe ilişkin açıklama ve yazdıklarını belirtmek istemiyorum. (Bu konuda bkz. Yaman, 2007: 39-43) Ancak DİB’nın iç yazışmalarından bir belgede bile bu mezhepler üstülük konusunun sadece bir iddiadan ibaret olduğu, uygulamada anlamsız olduğu görülmektedir. T.C. Diyanet İşleri Reisliği Yazıişleri ve Evrak Müdürlüğü’nce 13.04.1959 tarihinde müftülüklere yollanan “Hülasa: Alevilerin cenaze namazlarının kılınması hk.” konulu yazıdaki “…ehli sünnet mezhebince kabul edilmiş olduğuna göre…” ifadesiyle esas alınan mezhebin açıkça ifade edildiği görülmektedir. (Yaman, 2010: 32) Yine TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) tarafından yapılan bir alan araştırmasında da devletin ilgili bürokrasisinin, Aleviliği, Alevilerin yaşadığı gibi değil kendilerinin görmek istediği gibi tanımlamakta ısrarlı olduğu belirtilmektedir.[6]
Bütün bu gerçeklere rağmen DİB’in ilahiyatçı bürokratları ise geçmişten bugüne belli görüşleri yinelemeye devam etmektedirler. Örneğin Diyanet İşleri eski Başkanı A. Bardakoğlu bir açıklamasında “…Diyanet İşleri Başkanlığı Sünni bir kuruluş değildir. Vatandaşlık esasına göre hizmet üretiyoruz. Devlet memurları kanununa göre belli kişiler alınıyor. Ben arkadaşlarımın hiçbirinin dinî kanaatini, mesela namaz kılıp kılmadığını bilmem, takip de etmem. Benim için hizmet ve bilgi birikimi önemlidir. İlâhiyat Fakülteleri Sünni bir fakülte midir? Hayır…”[7] demektedir. O halde sormak gerekiyor, peki neden 1990’lardan itibaren İlahiyat Fakülteleri Alevilik-Bektaşilikle ilgili çalışmalara yönelirken, daha önce bu konu görmezden gelinmiştir?[8] Bugün üniversitelerde gerçekleştirilen yüksek lisans ve doktora tezlerinin önemli bir bölümü İlahiyat Fakülteleri tarafından gerçekleştirilmektedir. Bunu olumlu bir gelişme olarak görebilmek için, 1990’lara kadar neden İlahiyat Fakülteleri’nin bu konuyu bir tabu olarak gördükleri konusunda da özeleştiri şarttır. 1994 tarihli bir tezle başlayan ve “Alevi” ve “Alevilik” sözcükleri ile YÖK Tez Kataloğu’nda yapılacak bir internet sorgulamasında, İlahiyat Fakülteleri’nde konuya giderek artan oranda bir ilgi görülmektedir. Acaba daha önce DİB ve İlahiyatçılarca görmezden gelinen bu konuyla ilgili, 1990 sonrası gelişmeler, İlahiyatçıları birden bu alana yöneltmiş, “doğru Alevilik” arayışında ve önerilmesinde görev bilincine sevketmiş midir?
Ayrıca yukarıdaki sözlerin sahibi bürokrat, başkanlığı döneminde neden bir Cemevini ziyaret dahi edememiş, bir Alevi Dedesi ile yan yana resimleri görülememiştir? Ancak Cemevlerini neden ziyaret edemediğini sayın başkanın bir başka açıklamasından anlayabiliyoruz: “…Bu nedenle cemevleri, İslam’ın on dört asırlık teori ve pratiğinde hiçbir zaman camilerin alternatifi ve muadili olmamıştır. Çünkü cami, belli bir mezhebin, namaz kılanların ve camiye gelenlerin değil, mezhebi, meşrebi, tarikat ve inanç grubu, dini pratiği ne olursa olsun bütün Müslümanların ortak mabedidir. Bu konuda bugüne kadar herhangi bir tereddüt ve şüphe ortaya çıkmamıştır. Bir dinin mabediyle o dine dair ilmi, ahlaki, kültürel ve benzeri faaliyetlerin gerçekleştirildiği mekanları birbirine karıştırmamak gerekir. Alevîlik, İslâm kültürünün bütününden ayrışan değil, onu tamamlayan bir unsurudur. Alevî-Bektaşî kültür ve geleneğinde dergâh, tekke, zaviye ve niyaz evi olarak tanımlanan bugünkü cemevlerinin ısrarla cami, kilise ve sinagog gibi birer mabet olarak gösterilmeye çalışılması tarihi tecrübeye ve bilimsel kriterlere aykırıdır. Daha da önemlisi böyle bir yaklaşım milli birlik ve bütünlüğümüzü tehdit eden bir ayrıştırmaya da zemin hazırlayıcı mahiyette bir girişimdir…”[9] Görüldüğü üzere, Alevilerin kutsal bir mekân olarak gördükleri Cemevlerine yönelik bakış açısı, DİB’in en üst makamında bulunan İlahiyat profesörünün ifadesiyle budur. Bu dayatmacı bu anlayışın, Türkiye’deki bütün yurttaşlara din hizmeti sunamayacağının delili değil de nedir? Genel bütçeden bütün yurttaşların vergileriyle finanse edilen bir kurumun yöneticisi, çoğulcu değil ancak çoğunlukçu demokratik bir ülkede bu ifadeleri kullanabilir. Bu ifadeler Alevilerin inanç hassasiyetlerini dikkate almaktan uzak, Alevilikle ilgili konulara ilişkin Sünni bakış açısını yansıtmaktadır. Normalde olması gereken Alevilerin nasıl Sünni inanç ve kültürüne yönelik konularda karar mercii olmadıkları gibi, Sünnilerin de aynı şekilde Alevilikle ilgili konularda bunu yapmamalarıdır. Ancak gelin görün ki bizim demokrasi anlayışımız bu. 2011 yılında Türkiye’de inanç hizmetlerinin hangi noktada olduğunu göstermesi bakımından, DİB’in Alevilikle ilgili konularda sergilediği tavır oldukça açıklayıcıdır. Daha da manidar olan ise bu tavrın Alevi Açılımı projesinin mimarı bugünkü hükümet tarafından da muvafık görülmesidir.
Sünni İslam inanç ve kültürü ile yetişen, böyle bir eğitim sürecinden geçen DİB bürokratları ve çalışanlarının, “mezhepler üstü” bir din hizmet sundukları iddiaları ne kadar inandırıcı olabilir? Dünyanın hangi çoğulcu demokratik ülkesinde bir başka inancın, mezhebin inanç/kültür dersleri bir başka inanç/mezhep mensubunca verilebilir? Özellikle 1990’larla birlikte, bu konuda inandırıcılık sorunu yaşanması nedeniyle de durumunu kurtarmaya yönelik bazı göstermelik çalışmalar yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. 1990’lardan itibaren Alevi Dedelerinin davet edilerek görüşlerinin alınması, Cami personelinin bilgilenmesi için Alevilikle ilgili kitapların Camilere verileceğinin açıklanması, talep halinde Cemevlerinde Kuran Kursu verecek imamların görevlendirileceği, Alevi-Bektaşi Klasikleri adı altında bazı geleneksel Alevi kitaplarının seçilerek yayınlanması, yılda bir defaya mahsus olarak bazı Alevi kurumlarına mensup Dedelerin Muharrem Orucu nedeniyle Avrupa’ya gidişlerini kolaylaştırmak amacıyla hizmet pasaportu verilmesi gibi gelişmeler DİB’nın sadece Sünnilere hizmet ettiği şeklindeki olumsuz imajını düzeltmeye yönelik çalışmalar olarak görülebilir.
Pek çok bakanlıktan da güçlü bir devlet kurumu olmanın, çok büyük bir bütçe ve personele sahip olan ve bir takım yasal zırhlarla da korunan,[10] kollanan bu kurumun yapısı ve faaliyetleri demokratik tartışma ve eleştiri durumundan hep uzak tutulmaya çalışılmış, adeta dini duyguların arkasında hep bir kapalı kutu olarak varlığını sürdürmesi sağlanmıştır. Bu durum tek parti CHP’sinden çok partili dönemlere ve AKP’ye kadar hep böyle devam etmiştir ve bu yazının kaleme alındığı bugün de böyle devam etmektedir.
Uygulamaya bakıldığında hem çoğunlukçu bir anlayışla Sünni İslam’ın bütün Türkiye toplumuna dayatıldığı hem de bunun da yine devletin kontrolü altında olması nedeniyle de Sünniler tarafından da eleştirilebildiği bir durum söz konusudur. Sünni inanca mensup yurttaşlar ne kadar şikayet ederlerse etsinler, bütün bu süreçte ideal anlamda anayasal haklarından mahrum bırakılan ve en fazla haksızlığa uğrayan kesimin Aleviler olduğu da açıktır. Siyasilerin de oy kaygısıyla sorgulanamayan DİB ve onunla bağlantılı kurumların şeffaf olmadığı yapılan alan araştırmalarında da ifade edilmektedir. Bozan’ın çalışmasında ifade edildiği üzere, “…Diyanet’in şeffaf bir kurum olduğu söylenemez…Tartışmalar, genel bütçeden Diyanet’e ayrılan payın değil, “ek gelirler”in kullanımıyla ilgili çıkmaktadır. Cuma ve Bayram namazlarında toplanan paraların akıbetinden Diyanet Vakfı’nın hac gelirlerini nasıl değerlendirdiğine ilişkin birçok soru, kurumun yeterince şeffaf olmaması nedeniyle cevaplanmamıştır…” (Bozan, 2007: 83) Her konuda özelleştirmeciliği savunan kimi çevrelerin DİB’in Hac organizasyonları konusundaki tekel konumuna yönelik sessizlikleri oldukça manidardır. Örneğin Hac’da görev alacak personel hangi kriterlere göre belirlenmektedir? Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı’nın devletin yani DİB’in de olanaklarını kullanmak örgütlenerek, mal-mülk edinerek, yurtlar açarak, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi adıyla bir üniversite kurarak vb. hangi kesimlere ve nasıl iş olanakları yaratmakta, hizmet sunmaktadır? Vakıf bülteni ve yayınlarında da aynen DİB’de olduğu gibi “mezhepler üstü” bir zihniyet mi egemendir?[11] Böyle imkanlar bir Alevi derneği ya da vakfına sağlanabilir mi ve/veya bugüne kadar neden sağlanamamıştır? Bu sorulara yanıt bulmak zor gibi gözüküyor ancak son yıllarda alelacele Alevi-Bektaşi Klasiklerinin neden yayınlandığına bakılırsa bu durum biraz fikir verebilir kanaatindeyim. Ancak bu tür biçimsel çalışmalarla da, bu gerçeklerin üstünün örtülmesi zor görünmektedir.
Ayrıca eklemek isterim ki kurumun sorunlu yapısı yurtdışı teşkilatlanmasına da aynen yansımaktadır. Şöyle ki yurtdışındaki alan çalışmalarım ve çeşitli nedenlerle ziyaret ettiğim Alevi derneklerinde yurtdışındaki diplomatik temsilciliklerimizde görev yapan din ataşelerinin veya yurtdışında görevlendirilen din görevlilerinin diğer Türkiye kökenli derneklerin çeşitli toplantılarına katılmalarına rağmen kendi etkinliklerine gelmediklerini ifade etmektedirler. Bu durum Türkiye’de Alevilikle ilgili konulara bakıştaki sorunlu durumun nedeni olan, DİB personeli veya İlahiyat Fakültesi mensuplarından oluşan bu kesimin Sünni inanç ve gelenekle yetişmesi ve/veya bu tarzda bir eğitim almasından kaynaklandığı ve Alevilere karşı ön yargıların varolmasına bağlanmaktadır.
Sonuç olarak Cumhuriyet tarihinin genel bir görünümü olarak dinsel alanın İslam’ın Sünni-Hanefi yorumu doğrultusunda şekillendirilmesi konusunda devletin “laik” kesimleri ve CHP ile Milli Görüş’ten AKP’ye uzanan gelenek arasında ilginç bir ittifak söz konusudur. Şöyle ki DİB’nın kontrolündeki din hizmetlerinin ve din eğitiminin Sünni-Hanefi odaklı yapısına dokunulmasına her iki taraf da pek yanaşmamıştır. Ayrıntılardaki tüm farklı yaklaşımlara rağmen AKP politikaları ile “laik” rejimin savunucusu devletin sivil/asker belli kesimlerinin, Türkiye’de dinsel alanın Sünni İslam’a yönelik düzenlenmesi konusunda uzlaşma içerisinde oldukları görülmektedir. Bu nedenle bugün için, Türkiye’de devletin müdahil olduğu, din eğitimi, dini mekan ve kurumların düzenlenmesi gibi alanlarda statükonun sürdürülmesi olağan karşılanmaktadır. Her açıdan çoğulculuğun egemen olmaya başladığı modern dünyada, bu tarz tek bir mezhebi ön plana alan bir dinsel hizmet ve eğitim örgütlenmesi ile Türkiye’nin gerek ulusal gerekse uluslar arası platformlarda göreceği muamele bellidir. Oysa kişisel ve kurumsal mezhepçi önyargıların terk edilerek, Türkiye’nin gerek iç barışını sağlayacağı gerekse uluslar arası alanda hak ettiği yeri alacağı muhakkaktır.
Akyüz, Niyazi – Şahin Gürsoy- İhsan Çapcıoğlu (2006): “Din İşlerinde Özgün Türk Deneyimi: Diyanet’in Kurumsal Kimliği ve Güncel Değerlendirmeler”, Dinî Araştırmalar, Mayıs-Ağustos 2006, Cilt: 9, s. 25, ss. 31-42.
Çakır, Ruşen– İrfan Bozan– Balkan Talu (2004): İmam Hatip Liseleri: Efsaneler ve Gerçekler, İstanbul: TESEV Yayınları.
Bozan, İrfan (2007): Devlet ile Toplum Arasında Bir Okul: İmam Hatip Liseleri… Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı…, İstanbul: TESEV Yayınları.
Çiğdem, Ahmet (2011): “AKP ve Türkiye: Bir Durum Değerlendirilmesi”, Birikim, sayı: 263, (Mart 2011), ss. 45-53.
Duman, Fatih (2006): “Din ve Siyaset”, içinde Siyaset, 4.b., Ed. M. Türköne, Ankara: Lotus Yayınevi, ss. 523-557.
Tarhanlı, İştar B. (1993): Müslüman Toplum “Laik” Devlet, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul, AFA Yayınları.
Yaman, Ali (2007): “Uluslararasılaşan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Bilgisi Dersleri Sorunu ve Konunun Almanya Boyutuna Genel Bir Bakış”, Journal of Anatolian Beliefs, Kırkbudak, yıl: 3, sayı: 11, (Yaz 2007), ss. 38-46.
Yaman, Ali (2010): “Türk Siyasi Tarihinde Alevilik Gelişmelerine Genel Bir Bakış”, içinde Tarihten Bugüne Alevilik Sempozyum Bildirileri (18-19 Nisan 2009), Ed. A. Taşğın, A. Yaman, A. Erdemir, Ankara, CEM Vakfı Ankara Şubesi Yayınları, 24-32.
Yaman, Ali (2010): “Alevilik Bektaşilik Alanında Üniversitelerde Gerçekleştirilen Akademik Çalışmalara İlişkin Genel Bir Değerlendirme”, içinde Alevi ve Bektaşi Yayınlarının Temel Sorunları, Çözüm Önerileri, Ed. G. Aytaş, D. Sümer, Ankara, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları, 2010, ss. 34-41.
Yıldız, Sadi (2002): Türkiye’deki Alevîlerin Din Eğitiminden Beklentileri, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
[1] Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İ.İ.B.F., Siyasi Tarih Anabilim Dalı Başkanı.
[2] Bundan sonra bildiri içinde “Alevi” sözcüğü, bütün Alevi-Bektaşi toplulukları içine alan bir şemsiye sözcük olarak kullanılacaktır.
[3] Ali Bulaç, “Sistemin hiyerarşisi ve ‘Sünni Diyanet’”, Zaman, 21 Ocak 2008.
[4] 25 Şubat, 2005 tarihinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “Türkiye’de Din-Devlet-Toplum İlişkileri ve Diyanet İşleri Başkanlığı“ konulu toplantı.
[5] Namık Kemal Zeybek, “Alevilik Düğümü”, Tercüman, 24 Ekim 2003.
[6] Ruşen Çakır – İrfan Bozan – Balkan Talu, İmam Hatip Liseleri: Efsaneler ve Gerçekler, İstanbul: TESEV Yayınları, 2004), 34-35.
[7] 16.10.2003 tarihli DİB webitesinde de yer alan Kahvaltılı Toplantı (Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun Gazetelerin Ankara Temsilcileriyle 16.10.2003 Tarihinde Yaptığı Toplantının Konuşma Metni) http://www.diyanet.gov.tr/turkish/baciklama.asp?id=1065
[8] Alevilik konusundaki tezlerin 2010 yılı itibariyle üniversitelere göre dağılımı için bkz. Ali Yaman, “Alevilik Bektaşilik Alanında Üniversitelerde Gerçekleştirilen Akademik Çalışmalara İlişkin Genel Bir Değerlendirme”, içinde Alevi ve Bektaşi Yayınlarının Temel Sorunları, Çözüm Önerileri, Ed. G. Aytaş, D. Sümer, Ankara, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları, 2010, ss. 34-41.
[9] 03.02.2005 tarihli ve DİB resmi sitesinde de yer alan basın açıklaması, http://www.diyanet.gov.tr/turkish/baciklama.asp?id=1129
[10] DİB’nın kaldırılmasına yer vermek, Anayasa Mahkemesi tarafından parti kapatma sebebi olarak görülmüş ve bu durum uygulanmıştır.
[11]Kurumun websitesi incelendiğinde bugün itibariyle il ve ilçelerde 973 şubesi bulunmaktadır. http://www.diyanetvakfi.org.tr/hakkimizda/subelerimiz.htm (Erişim Tarihi: 26 Mart 2011)