ALİ KAYKI
Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisinde „Akıl“, amaca ulaşmak için kullanılan bir araçtır. İnsanın, istenilen noktaya vardıktan sonraki gelişmelerde aklın kavrama yetisi ve dili yoktur. Bir meyve olgunlaşana kadar kendini hava, su ve mineraller ile beslerken ışık ve ısıdan da faydalanmak zorundadır. Tıpkı olgunlaşma dönemindeki insanın edinimleri gibi. İlmen ve aynel sahip olduğu bilgileri zekası ile yorumlayıp bunları yerli yerine oturtması ve buna göre yaşam sürmesi sonucunda insan, Hakk-el bilgilere (sezme yetilerine) ulaşır. Bu onun meyve gibi olgunlaşma dönemidir. Sezilerinin bütünlüğünde öyle bir noktaya erişir ki ledün İlmi denilen ve bilginin tamamı olan gerçek bilgi ile donanır. Bundan ötesi bilmeyi değil; yanmayı, yok olmayı gerektirir. Olgunluğunun uç noktasına gelen meyve de dalından düşerek yok olmanın sürecine girer. Artık minerallere, suya, havaya, ısı ve ışığa gereksinimi yoktur.
Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisinde akıl, insana dördüncü kapı ve kırkıncı makama kadar rehperlik eder. Ondan sonra olanları kavrayabilme yetisi olmadığından kendisini „Aşk“a teslim eder. Aşk, gönlün lekesiz halidir. Evrene sığmayan Tanrı ancak bu durumdaki gönüle sığar. Mümin olabilme hali de işte budur. Yani, ancak Tanrının mekan tuttuğu gönlün sahibi mümin olabilir. Aynı zamanda insanın tanrısallığı da budur. Bundan dolayı her kişi „Adem“ olamaz. Adem olma hali „er kişilik“ ister ki; bütün varlık alemi kendisine secde edebilsin. Bu, diğer bir deyim ile kişinin miracıdır.
Aklın beşi zahir (göz, kulak, burun, dil ve deri), ikisi batın (sezgiler, gönül/kalp gözü) olmak üzere yedi tamamlayıcı unsuru vardır. Akıl dolaylı ve direkt bunlardan beslenir. Bunlardan altıncısı sezgiler/kalp-gönül gözü, yedincisi damlanın deryaya düşmesi örneği gibi varlık alemi ile bütünleşebilme, hiç olma/herşey olabilme yetisidir. Bu yeti, İnsan-ı Kâmil’den Müşid-i Kâmil’e kadar „Derviş“lik, „Abdal“lık, „Sultan“lık, „Pir“lik, „Şah“lık gibi derece derecedir. Dervişan binbirlerdir, Abdalan üçyüzaltmışaltılar, Sultan’lar kırklar, Pir’ler yediler, Şah’lar – kutuplar- üçlerdir, Şah-ı Merdan -Kutuplar kutbu- olan „O“, yani „Bir“, yani Mürşid-i Kâmil’dir. Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu Rabbim bilir. Hu ya Ali…
Hz. Muhammed’in (SAS) miracı da bu şekilde olmuştur. Kendisine Ehl-i Sünnet diyen inanış, Hz Peygamberi önce Burak isimli ata bindirerek göğün bilmem kaçıncı katına götürür. Cebrail buna bir yere kadar refakat eder. Sonunda „ben buradan öteye geçemem; yoksa yanarım“ diyerek orada kalmak ister. „Ben zaten bu Aşk ile yanmışım“ diyen peygamber bundan sonraki makamları yanlız geçer. Yatağına geri döndüğünde de yatağı hala sıcacıktır.
Alevi Bektaşi inanç ve öğretisi bunu şöyle yorumlar: Hz. Muhammed (SAS) yatağından bedenen hiç çıkmamıştır. Düşünceye dalarak (kırkıncı makam) vecde gelmiştir. Yani aklı ile Tanrıyı anlamaya çalışmış, bir noktadan sonra kendisini O’na teslim etmiştir. Biz buna Aşk ile huşu hali de diyebiliriz. Arınmış gönlünde Tanrı ile bütünleşmiş, Kırklar Cem’ini ve yapıldığı yeri görmüş, kendisine gelince de giyinip oraya gitmiştir. Zahiri anlamda bir melek olan Cebrail, bâtıni anlamda yetilerin bütünü ile sezgiler olan gelişmiş akıldır. Yani Ledün İlmi dediğimiz Akl-ı Küll’dür. Ummu’l Kitab’ta[1] İmam Muhammed Bakır’ın dilinden şöyle anlatılır: „Bilinçli ya da konuşan ruh, Tanrısal özündeki-cevherindeki Ruhtur. Onun nurdan ışıktan biçimlenmesi ise güneştir. Ruhlar dünyasi içinde o bilinçli/konuşan ruhtur ki, bu beyaz denizin tam orta yerinde oturur. O, inananın beynidir. O şimşek, bulut kümesi ve ayın rengine sahiptir.“ Demekki bilinçli insanlara „aydın“ ünvanının verilmesi de boşuna değilmiş.
Hakk-Muhammed-Ali Yolu da dediğimiz Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisi „akıl yolu“ değil, aklı araç olarak kullanan „Gönül Yolu“dur. Nasıl ki; insanın İstanbul’a ulaşmasına yardımcı olan yolun adı İstanbul Yolu oluyorsa, insanı gönlündeki Hakk’a götüren yolun adının da Gönül Yolu olması herhalde yanlış olamaz. Alevi-Bektaşi insanının hümanist olmasının dayanağı da budur. Yol, gönül yolu olmazsa, akıl benliğe hizmet eder. Bu da insanı Alevilik-Bektaşilik ile ilgisi olmayan farklı alanlara götürür. İstanbul’a varabilmek için sağlam bir aracın gerekliliği gibi, Hakk’a giden yolcunun da sağlıklı bir akıla ihtiyacı vardır.
Akıllı olmak ile zeki olmak her ne kadar benzeşir olsala da, aynı şeyler değildir. Aklın ölçüsü bilgi iledir. Zeka, kavrayabilme ve düşünce yeteneğidir. Gelen bilgi; a) olduğu gibi kabul edilir. b) mantık süzgecinden geçirilerek bilinenlere (akla) göre değerlendirilir. Kabul görür ya da reddedilir. c) bilinenden (akılda olandan) düşünme-yorum yapma ile yeni bilgiler de elde edilir. İnsan bu halde (düşünceye dalmış) iken zaman zaman farkında olarak ya da olmayarak altıncı yetisini (sezgilerini) de kullanır. Bu durum bilim adamı ve ozanlarda daha gelişmiştir. Şiir yazabilmenin (okulu olmadığına göre) ve tesadüf gibi görünen birçok buluşun (Newton ve Arşimet en iyi bilinen iki örnektir) kaynağı herhalde bu olsa gerektir. Neden böyledir? Aslında icat ettiğimizi sandığımız her yeni şey bizde var olandır. Böylesi durumlar bu varlığın sadece dışa vurumlarıdır. „Ne ararsan kendinde ara“ sözü ile insanın büyük evren olması başka bir şey olmasa gerektir.
Son cümle olarak akıl, bilgili insanlar için kullanılan „çok akıllı“ sözünden de anlaşıldığı gibi „bilgi“ dir. Bundan dolayı bizim inanç ve öğretimizde bilgiye, bilime amaca ulaşmakta zorunluluk duyulduğundan „ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır“ gibi bir çok değerli sözlerle de gereken önem verilmiştir.
—————————————————————————–
Kaynak: [1] Dr. İsmail Kaygusuz Proto – Aleviliğin ilk yazılı kaynağı Ummu’l Kitab’ın geniş özeti.