• Toplumsal Muhalefetin ve Dinsel Birlikteliğin simgesel Kimliği: Hacı Bektaş-i Veli

    Hazırlayan: Yağmur SAY

    A- Sistematik Alt Yapı

    Anadolu’ya özgü inanç yapılanmalarını ve „İnanç Yoğun“ kimlikleri salt inanç boyutunda değerlendirmek olası değildir. Anadolu mozayiğinde inançlar kültürlerin içinde yeşermiş; ya o kültür o inancı doğurmuş veya inanç içinden çıktığı kültürle yanyana yolalmıştır. Hele Anadolu coğrafyasında inançların gündelik yaşam ile çok sıkı bağlar içinde olduğu gözlenmektedir. Bu inançlar da yaşamın gündeliğinde sürekli pratik çözümleri ve pratik eylemleri gündeme getirmiştir. Siyasal, hukuksal veya dinsel muhalefet daima o güne kadar getirilen yaşamsal olguların bastırılmasından, sindirilmesinden veya değiştirilme çabalarından kaynaklıdır. Sistematik, o inancın kavramsal boyutundan çok eylemsel boyutundaki muhalefetten doğmaktadır. Yani Anadolu insanı, o güne kadar getirdiği kültürel ve inançsal motifler saklı kalmak üzere, karşılaştığı dinsel söylemi kavramsal boyutta değerlendirmekten çok gündelik yaşamda; o inanç ve kültür içinde „kendisini hangi ölçüde ifade ettiği“ ve „o inanç sistematiğinin kendisine yaşam gerçeğinde ne ifade ettiği“ boyutunda değerlendirmektedir.

    Farklı düşünme veya muhalefet ilk aşamada kültürle ve o kültürün getirdiği yaşamla sıkı sıkıya ilintili olmaktadır. Bunun içindir ki Anadolu sentezinde, belli inançsal ritüelleri baştan reddeden gündelik yaşamdaki insan, sürekli önüne getirilen, birlikte olduğu ve olacağı inanç ile gündelik yaşamı birleştirme zorunluluğunu hissetmektedir. Bunun içindir ki ilk aşamada kendisine büyük saygı duyulan, toplumsal önderliği gözlenen kişilere inançları ve kültürel yaşamı sorgulama yetkisi vermektedir. Bu platformda Anadolu’daki toplumsal ve inançsal yapılanmanın temel unsurlarından ilki „Kurtarıcı“ bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yapılanmada; ezilmiş, horlanmış kitleleri bu durumdan kurtarmakla görevli, Tanrısal bir yetki sahibi, karizmatik bir kimliğin öne çıktığı görülür.

    Anadolu Türklüğü „Kurtarıcı“ özelliklerle İslamdan önce de tanışıktır. Türkler’in, İran’ın çeşitli yerlerinde Abbasi yönetimine karşı girişilen pek çok  başkaldırı hareketine „Kurtarıcı“ karakterlerle katıldıkları bilinmektedir. Türkler İslam’la tanışıklıklarından sonra bu mesiyanik inançlarını bu defa Anadolu’ya özgü bir „Kurtarıcı Kimlik“ biçiminde sürdürmüşlerdir. Burada İslam öncesi kültür ve yaşam bağının İslam’dan sonra da İslam’a uydurulması, rezonansa sokulma isteği gözlenmektedir. Osmanlı tarihinde de sayısız mesiyanik hareketler görülmektedir.

    İkinci aşamanın kültürel ve dinsel „Süreklilik“ olduğu gözlenmektedir. Bu olgu, İslamın uzun yüzyıllara yayılan bir zaman ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanan bir mekan süreci içinde çeşitli Türk toplulukların İslam dışındaki diğer, çok değişik dînî ve mistik kültürlerin ürünlerini bağrında saklamış olmasıdır.

    Eski doğa ve atalar kültlerinden Şamanizm’e, buradan Budizm ve Zerdüştîliğe, buradan Maniheizm ve Mazdeizm’e, hatta Hırıstiyanlığa ve Museviliğe varıncaya kadar Türkler arasında yayılan inançların ve mistik kültürlerin inançları ve yaşamla ilgili birtakım pratik görüntüleri bir dinden ötekine geçerken sürekli eskisinin yenisi içinde devamı suretiyle katlana katlana ve yeni kalıplara girerek İslamla tanışıklığa kadar gelmiştir. İslam X. yüzyılda Türkler arasına girmeye başladığı zaman çoğunlukla konar-göçer bir toplumsal hayat tarzına dayalı ve bütün bu inançların ürünlerini bağrında saklayan sözlü bir kültür geleneğiyle uzlaşmak zorunda kalmıştır. Eski Kam-Ozanlar yeni Derviş ve Şeyhler olmuşlardır. Onlar bu uzlaşmayı Türkleri hiç sarsmadan sağlayabilmişlerdir. İşte „Anadolu İnancı“ dediğimiz, Orta Asya, Anadolu vb. kültür ve inanç ögelerinin doğurduğu Alevi-Bektaşi düşüncesi ortaya çıkarken bu „Süreklilik“ yapısı ile doğmuştur. Sürekli ve birbirini reddetmeyen, birbirinden sürekli atıflar alan bu gelenek, Türk kimliğinin Orta Asya kültür ve inanç coğrafyasında şekillendirip Anadolu’da uyguladığı bir olgudur.

    Üçüncü olgu ise „Dinsel“ karakter olarak ortaya çıkmaktadır. Bizim Anadolu Türk İnancı olarak karakterize ettiğimiz bu inancın en önemli aşaması hiç şüphesiz „Dinsel“ karakteridir. Burada da inanç boyutunda baskın öge pratik çözümleri yaşama ve inanca aktarmış Orta Asya ve Anadolu Türk kültürüdür. İslam öncesinde Türkler arasında hâkim olan Şamanizm gibi majik sistemlerin, Budizm, Maniheizm gibi inançların güçlü bir mistik yapı sergilemeleri bu olgunun önemini bir kez daha ortaya koyar. Buna ek olarak İslamın da Türk zümreleri arasında yayılması yine İranlı sûfîler veya İran sûfîliğinden yetişmiş Türk sûfîleri aracılığıyla olduğu için ister istemez tasavvûfî bir yapı içinde oluşmuştur. Bu sûfîler İran mistik İslamını eski Türk mistik yapısının üzerine bina etmekte fazla zorlanmamışlardır. Bu yüzden Anadolu Türk İnancı, ister sünnî kesimle ister sünnilik dışı kesimle güçlü bir evliya kültü etrafında gelişmiştir. Bu kült her iki kesimde de ortaktır. Ancak burada Sünni İslam, tasavvufî bir organizasyon şekline dönüşmemesine karşın, Anadolu Türk İnancının, Bektaşilik olsun, Alevilik olsun çok kuvvetli bir tasavvufî organizasyon halinde oluştuğunu görüyoruz.

    B- Kültürel-Tasavvufi Kimlik

    XIII. yüzyılda yaşamış olan Hacı Bektaş-ı Velî hakkında objektif ve bilimsel anlamda birşeyler söylemek son derece güçtür. Bir tarafta hakkındaki kaynakların yetersizliği, diğer taraftan ölümünden bu yana geçen yaklaşık yedibuçuk yüzyıla yakın bir süre içinde tarihsel kimliğinden soyutlanarak artık tamamen bir „Ulu Kimlik“ haline gelmiş olması bilimsel değerlendirmelerin düzeyini düşürmektedir.

    Baba Resul’ün ileri gelen halifelerinden olan Hacı Bektaş-ı Velî hakkında döneminin kaynaklarında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Onun hakkında bilinenler aşağı yukarı Vilayetname’ye dayanır. Muhtemelen Uzun Firdevsî tarafından Hacı Bektaş’ın ölümünden hemen hemen iki yüzyıldan fazla bir zaman sonra yazılan bu eser de Hacı Bektaş’ı tam olarak ortaya koyamamaktadır. I. Melikoff, Hacı Bektaş’ın yaşadığı dönemde öne çıkmış bir kimlik olmadığını savunarak; döneminin kaynaklarında  iz bırakmamasına bakılırsa, onun kendi zamanında fazla ün sahibi olmadığına hükmetmenin yalnış olmayacağını savunmaktadır. Ancak bu yargı kaynaklar düzeyinde böyle görünmektedir. Anadolu kültürünün sözlü ve eylemsel bir kültür olması özelliğine bakılırsa bu yargının doğruluğu azalmaktadır. Ayrıca bu yargıyı, O’nun hem bir Babaî şeyhi hem de Selçuklu başkentinde kaleme alınan yazılı kaynakların ilgi alanına ancak olağanüstü olaylara karıştıkları zaman girebilen kırsal kesime mensup bir Türkmen babası olmasıyla açıklayabiliriz.

    Hacı Bektaş, Aşıkpaşazade’nin O’nun Baba İlyas’la olan ilişkisine açıkça işaret etmesine rağmen, genellikle Baba İshak’ın halifesi olarak görülmüştür.

    Ahmed Eflakî, Elvan Çelebi ve Aşıkpaşazade’nin üçlü şehadetleriyle Baba İlyas ile Hacı Bektaş arasında bir Şeyhlik-Halifelik bağlantısının bulunduğu kesinlik kazanmıştır.

    Aşıkpaşazade, kardeşi Menteş ile birlikte Baba İlyas’a intisâb ettiğini, sonra birlikte Kırşehir’e geldiklerini oradan Kayseri’ye geçip, Menteş’in buradan Sivas’a giderek orada öldürüldüğünü bunun üzerine Hacı Bektaş’ın Karayol (Sulucakaraöyük)’a gittiğini bildirmektedir.

    Vilayetname ise Hacı Bektaş’ı çok daha değişik bir yapıda göstermektedir. Vilayetname’ye göre;  Hacı Bektaş, Horasan’ın Nişabur şehrinde doğmuş olup, İmam Musa Kazım’ın neslinden gelen ve İbrahim-i Sânî diye tanınan Seyyid Muhammed’in oğludur. Buradan Hacı Bektaş’ın Anadolu’nun eski sakinlerinden olmadığı, Moğol istilası sırasında buraya göç ettiği anlaşılmaktadır.

    Irène Beldiceanu’nun tesbitleri; Hacı Bektaş’ın Sulucakaraöyük’e Vilayetname’nin yazdığı gibi yalnız bir derviş olarak gelmediğini, kendine bağlı Bektaşlu adını taşıyan bir oymakla birlikte geldiğini ortaya koymaktadır. Bu da bize, Türkmen babalarının, hem kabile şefi hem de birer dini önder olduklarını göstermektedir.

    Ayrıca, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Vilayetname’ye dayanarak başka bir Türkmen boyu olan Çepniler arasına yerleştiği de göze çarpmaktadır. Bu bilgi üzerine A.Y.Ocak, Bektaşlu Oymağının Çepni Boyunun bir parçası olabileceğini söylemektedir.

    Hacı Bektaş’ın Moğol baskısı ve hakimiyeti dönemine rastlayan eylemleri iki aşama göstermektedir. İlk olarak; bölgedeki Gayr-ı Müslimler ve hatta Moğollar arasında bir „Anadolu Türk İnancı“ propagandasından oluşan çabaları, ikinci olarak da Türkmenler içinde Baba İlyas da dahil olmak üzere kendisinin toplumsal ve inanç boyutundaki düşüncelerini yaymak olarak gözlenmektedir.

    Hacı Bektaş-ı Velî, Baba İlyas’ın halifelerinden biri olarak onun düşüncelerinin yayıcısı olmuştur. Vilayetname de dahil olmak üzere kaynaklarda Baba İlyas’ın adı geçmemesine rağmen, O’nun halifeleri arasında bir Baba Resul veya Resul Baba adı sıkca kullanılmaktadır. Bu da büyük bir ihtimalle  Baba İlyas’dır. Bektaşi geleneği, aradan geçen birkaç yüzyıl boyunca iki kimlik arasındaki ilişkiyi, Hacı Bektaş’ın yükselen kimliğine yakışır bir biçime sokarak bir kimlik değişimini uygun bulmuştur. Ayrıca hocası olarak bir Lokman-ı Perende’den ve en çok da şeyhi ve kendisine Rum diyarında halifelik veren üstadı kimliğiyle Ahmed-i Yesevî’den söz edilmektedir.

    Vilayetname’ye göre Lokman-ı Perende, babası tarafından Hacı Bektaş’ın eğitimi ile görevlendirilmiştir ve Ahmed-i Yesevî’nin halifesidir. Bununla beraber A.Y. Ocak’ın işaret ettiği Ravzatu’s-Safâ, Habibü’s-Siyer ve Nefehatü’l-Üns’de, XI. yüzyılda yaşamış ünlü Melametî şeyhi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr ile çağdaş bir Şeyh Lokman-ı Serahsî’den bahsedilmektedir. Özellikle  Nefehatü’l-Üns’e dayanarak Lokman-ı Serahsî’nin Lokman-ı Perende diye de tanınmış olabileceği ihtimali kuvvetlidir. Ancak Hacı Bektaş’ın hocası kabul edildiği takdirde Ebu Said-i Ebu’l-Hayr ile çağdaş sayılması imkansızdır. Çünkü arada çok uzun zaman farkı vardır. Eğer tersi kabul edilirse yani gerçekten Ebu Said’in çağdaşı ise, o zaman da hem Hacı Bektaş’in hocası olması hem de Ahmed-i Yesevî’nin çevresinde bulunması imkansızdır.

    Ahmed-i Yesevî ve Hacı Bektaş bağlantısında kronolojik anlamda buna da imkan yoktur. Her ikisinin ölüm tarihleri arasında yüz yıldan fazla bir zaman farkı vardır. Ancak burada Hacı Bektaş’ın dinsel ve toplumsal kimliğinin kökleri, etkileri bir kez daha ortaya çıkar. Bu bilgiler Hacı Bektaş’ın Yesevî geleneği ile bir ilgisinin olduğunu göstermeye yaradığı gibi Ahmed-i Yesevî’nin Türkmenler arasında bir hayli önemli bir kişilik olduğu sonucunu da doğurmaktadır. Bu göstergeler ışığında birçok araştırmacı;  Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’a intisab etmeden önce, bir Yesevî dervişi olmamakla birlikte Yesevî geleneğini koruyan bir tarikata (Haydarilik) mensup olduğunu, Baba İlyas’ın çevresine katıldıktan sonra aynı zamanda Vefailik içinde de olduğunu veya kendi mensubiyetini koruduğunu da söylemektedir.

    Hacı Bektaş olgusunda diğer bir sorun da Hacı Bektaş’ın Haydârî geleneklerine de bağlanmış olmasıdır. Vilayetname’de bir de Kutbeddîn Haydar’dan bahsedilmekte ve bu kişi Ahmed-i Yesevî’nin nefes evladı yapılmaktadır. Haydariliğin Yesevilik ile Kalenderî geleneklerinin birleştirilmesi ile Kutbeddin Haydar tarafından XII. yüzyıl sonlarında İran’da kurulmuş heterodoks bir Türk inancı olması, ayrıca Vilayetname’de Hacı Bektaş’ı bir Haydari dervişi şeklinde tasvir eden bölümler Hacı Bektaş’ın bir Haydari kimlik olduğu izlenimini de vermektedir.

    Bütün bu bilgilerin ışığında Hacı Bektaş Anadolu’ya bir Haydari dervişi olarak gelip bir Vefai şeyhi olan Baba İlyas’a intisab etmiş, onun halifeliği mevkiine yükselerek bu kimliğiyle Sulucakaraöyük’e yerleşmiştir. Baba İlyas’a intisabı O’nu aynı zamanda bir Babai şeyhi olarak da adlandırmayı gerektirmektedir.

    Hacı Bektaş-ı Velî 669 (1270-71) yılında ölünceye kadar Sulucakaraöyük’de yaşamıştır. Bu yaşam süreci içinde özellikle Mevlana ve onun çevresindekilerle, ayrıca Ahi Evran ile  bazı ilişkiler içinde olduğunu kaynaklar göstermektedir.

    C- Mistik Kimlik

    Başta Aşıkpaşazade olmak üzere kaynaklar kendisini „Meczup“ bir derviş şeklinde adlandırmaktadırlar. Aşıkpaşazade Hacı Bektaş’ın ne bir Şeyh olacak, ne de bir tarikat kuracak durumda olduğunu, kendini bilemeyecek kadar cezbe sahibi bulunduğunu yazmaktadır. F.Köprülü, XV. yüzyılda Risale-i Kudsiyye adlı bir eser veren Eminüddin b. Davud Fakih adındaki müellifin eserinde Hacı Bektaş’ı „Meczub-ı Mutlak“ diye nitelediğini belirtmektedir. Bütün bu bilgilerin ortak yanı tasavvuf terminolojisindeki tam kimliğiyle Hacı Bektaş’ın bir „Meczub-ı Hakîkî“ yani kendini bütün varlığıyla ilahi cezbeye adamış, sürekli bu durumda yaşayan biri olduğudur.

    Bu bilgileri doğru olarak kabul etmek son derece güçtür. Çünkü Hacı Bektaş’ın yaşadığı dönemi, gelişen toplumsal, siyasal ve dini oluşumları gözönüne aldığımızda, ayrıca Hacı Bektaş’ın da bu toplumsal olaylar içindeki rolü bilindiğinden bu bilgilerin gerçek olarak algılanması olanaksız gibi görünmektedir. A.Y. Ocak’ın da belirttiği gibi Hacı Bektaş’ın Baba İlyas ile ilişkileri ve Sulucakaraöyük’teki eylemleri, söylendiği gibi kendinden tamamen habersiz bir meczup telakki edilmesini zorlaştıracak niteliktedir. Bununla birlikte onun dînsel konularda derinleşmiş, tasavvufun yüksek bir tefekkür seviyesine ulaşmış alim, mutasavvıf bir şahsiyet olduğunu ileri sürmek de, kendinden habersiz bir meczup gözüyle bakmak kadar aşırı bir yaklaşımdır.

    Bunların yanında Hacı Bektaş bir Sünni mutasavvıf olarak da gösterilmek istenmiştir. Bazı araştırmacılar Hacı Bektaş’ın Sünni bir mutasavvıf olduğuna delil olarak ona izafe edilen „Makalat“ adlı eseri göstermektedirler. Makalat’ın gerçekten Hacı Bektaş tarafından yazıldığının henüz isbat edilememiş olması bir yana, bu isbat edilmiş olsa bile bu eser, tasavvuf edebiyatındaki birçok benzeri gibi müridlere basit düzeyde tasavvufu öğretmek için yazılmış bir el kitabıdır. İkinci olarak Makalat’ın Hacı Bektaş’ın kimliğine uygun heterodoks düşünceler yansıtmak zorunda olduğu da söylenemez. Bu nedenlerledir ki Makalat’a bakarak Hacı Bektaş’ın heterodoks bir Türkmen babası değil de, Sünni bir mutasavvıf olduğunu ileri sürmek kesinlikle gerçekçi değildir.

    Başka bir görüş de Hacı Bektaş’ın Oniki İmam Şiîliğine dayalı bir din ve tasavvuf anlayışına bağlı bulunduğunu ileri sürmektedir. Yalnızca Vilayetname’deki Hacı Bektaş’ın Oniki İmam soyundan geldiğine dair bölüme dayanarak onu bir Şii mutasavvıf kabul etmenin tarihsel ve bilimsel bir dayanağı yoktur. Bu yorumlar, Bektaşiliğin XVI. yüzyılda fiilen oluşumu sırasındaki Şii etkilere bakılarak yapılmış olmalıdır.

    Heterodoks ve Anadolu-Türk özelliklerine rağmen Hacı Bektaş XVI. yüzyıla ait kaynaklardan itibaren görüldüğü üzere Sünni zümrelerce de önde gelen evliyadan kabul edilmiş ve büyük saygı ve ululama görmüştür. Bu yüzden Hacı Bektaş-ı Velî Sünnilerce daima Bektaşilikten ve Bektaşilerden ayrı algılanmıştır. Bunun nedeni XV. yüzyıla gelinceye kadar Hacı Bektaş’ın bir Velî sıfatıyla halk belleğine mâl olması ve Bektaşiliğin Sünnilik dışı yapısına bakılarak böyle bir inancın Hacı Bektaş ile ilgisinin bulunmadığı düşüncesi olmalıdır.

    D- Toplumsal Bellek

    Halkın belleğinde Hacı Bektaş tarihsel ve kişisel kimliğinden çıkartılıp Ulu bir kimlik haline getirilmiştir. Bu süreç yeni inançla ve yeni toplumsal sorunlarla karşılaşılan dönemlere kadar gitmektedir. Kaynakların yetersizliği, O’nun ölümünden sonra yaratılan kaynakların tahayyül sınırlarını daha da genişletmiştir.

    Duvarı at yapıp yürütmesi, halkın uyanışını simgeleyen yılanı kamçı yapması, güçlü ile zayıfı birarada tutuşu simgeleyen arslan ile ceylan figürlerini kucağında taşıması, masum, sevimli ve barışı simgeleyen bir güvercin kılığına girişi mistik kimliğinin toplumsal kimliği ile iç içe işlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bu ve buna benzer kerametler edebî eserlerde sık sık işlenerek toplumsal önderlik vasıflarına mistik dayanaklar da yine bu halk tarafından uygun görülmüştür.

    Öte yandan Hacı Bektaş-ı Velî’nin Hz. Muhammed’in torunlarından 7. İmam Musa Kâzım soyundan geldiği birçok kaynakta görülmektedir. Bu şecere Hz. Muhammed’e kadar götürülmektedir. Bu özellik de yine dinsel dayanak bulma olgusu olup soyut ve manevidir. Meziyet olarak benimsenmiştir. Tarihsel hiçbir dayanağı yoktur. Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş’ın babasının adı Muhammed’dir. Babasının ünvanı İbrahim el-Sânî’dir. O, seyyiddir. Peygamber soyundandır. Anasının adı Hatem’dir. Eğitimini Lokman Perende’den almıştır. Hacı Bektaş, Lokman’a Hac’da iken birşey götürdüğü için çok küçük yaşta „Hacı“ olmuştur.

    Ayrıca O’nun „Mücerred“ (evlenmemiş-bekar) olduğu iddiası da sözlü kültür içinde bilinmezliğini korumaktadır. Bu ve buna benzer menkıbevî bilgileri çoğaltmak mümkündür.

    SONUÇ

    Toplumsal hareketlerin ve toplumsal karakterlerin altyapısı; ekonomik, kültürel ve inançsal altyapılarla birliktelik göstermektedir. Toplumsal altyapıdaki enstrümanların genel anlamda bir şeyler ifade edebilmesi inançsal söylemin gücü ölçüsünde gelişmektedir. Bu gelişim, Anadolu’da  olduğu gibi, dünyanın birçok ülkesinde, „İnanç Yoğun“ toplumlarda, birtakım kişiliklerin ön plana çıkartılması şeklinde görülmektedir. Hacı Bektaş da toplumsal karakteristiğin mistik karakterle simgeleştirilerek öne çıkartılmış bir alt yapı ögesidir. Aslında burada üzerinde durulması gereken Hacı Bektaş’ın kim olduğu, kişiliği vb. değil; Anadolu coğrafyasında, inançsal ve ekonomik alt yapıda neleri temsil ettiği, Toplumsal bir kimlik olarak toplumda neler yaptığı veya ne gibi bir kültürü-inancı temsil ettiği gerçeğidir. Hacı Bektaş tipolojisinde karakterize edilmesi gereken; bir kültürün yaşama savaşı, bir inancın başka bir inançla veya inanaçlarla rezonansa girme çabaları ve Anadolu Türk’ünün o güne değin, getirdiği, Anadolu coğrafyasına taşıdığı inançsal, kültürel, ekonomik, sosyal vb. kültür ve inançlarla örülmüş yaşamsal düşüncelerinin uygulanabilme mücadelesidir.