Aleviler’e ve yaygın kanıya göre; İslam Peygamberi, amcası oğlu ve beş yaşından itibaren yanına alıp büyüttüğü Ali’yi, daha baştan beri kendisine yardımcı (vezir) ve vasi (onu temsil edecek kişi) olarak tayin etmiştir. Ölümüne yakın gittiği Hac’dan dönerken Gadri Humm denilen yerde verdiği hutbe ile de, kendisinden sonra Ali’nin Hilafet makamına geçmesi gerektiğini açıkça beyan etmiş, böylece ölümünden sonra doğabilecek huzursuzluklar önlenmek istenmiştr. Peygamber’in Ali’ye bahşettiği bu yeni görev nedeniyle, Ömer’in Ali’yi kutladığı, hatta hemen orada kendisinie biat ettiği de söylenir. Bunu izleyen gelişmeler, işin istenildiği gibi gitmediğini, Peygamber’in cenazesi henüz yerdeyken huzursuzlukların ortaya çıktığını, Ali’ye verilmiş olan imamet hakkının, en başta Ebu Bekir, Ömer ve Osman tarafından tanınmadığını kanıtlıyor.
Peygamber’in ölümünü (632) fırsat bilen Ebu Bekir, Ömer başta olmak üzere bazı kişiler, Ali’nin cenaze işleriyle uğraştığı bir sırada başka bir yerde toplanıp, Muhammed’in Hz. Ali’ye ilişkin istek ve buyruklarını hiçe sayarak, Ebu Bekir’i Halife ilan etmeleri, bir büyük ayrılığın başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu olay Ali taraftarlarının tepkisine yolaçarak, Ali’nin haksızlığa uğradığı, hakkı olan halifeliğin gasbedildiği düşüncesinin yayılmasına neden oldu. Birçok insan Ali’ye başvurup, onun bu duruma müdahale etmesini, gerekirse zor kullanarak hakkı olan halifeliği geri almasını önerdi. Ancak o, İslam’ın henüz yeni olması nedeniyle ciddi yaralar alabileceğinden kaygı duyarak, makam ve mertebe için kan dökülmesinin doğru olmadığını düşünerek, müttevazı yaşamına devam etti. Daha sonra oğulları Hasan ve Hüseyin de aynı doğrultuda aynı şekilde davranmayı yeğlediler…
Ebu Bekir’i, Ömer’in ve Osman’ın halifelikleri izledi. Ancak Osman’ın ayaklanan halk tarafından öldürülmesinden sonra, Ali bizzat karşı çıktığı halde, halkın ve ileri gelenlerin isteği ve baskısı üzerine halifeliği kabul etmek zorunda kaldı. Beş yıl gibi kısa ve olaylı geçen halifelik döneminde, kendisinden öncekilerden ne denli farklı olduğunu açıklıkla ortaya koydu.
Onun yöneticilik ya da halifelik anlayışı diğerlerinden bir hayli farklı idi ve her alanda hakça bir uygulamayı amaçlıyordu. Bu, Hz. Ali’ye bizzat biat ettikleri halde, önceki halifeler zamanında çeşitli ayrıcalıklar elde etmiş olanların sert bir tutum izlemelerine neden yolaçtı. Çünkü onlar, elde ettikleri aslan payından vazgeçmek niyetinde değillderdi. Çıkarlar ve ayrıcalıklar ağır basıyordu. Bir bakıma gerçekten inanmış olanlarla inanır görünen, çıkarları söz konusu olduğu zaman İslam’ı istismar etmekte herhangi bir sakınca görmeyenler arasındaki farklılığı yansıtıyordu.
Diğer taraftan olaylar; taraflar arasındaki görüş ayrılığının, sadece kimin halife olacağı noktasında değil, İslam’ın uygulanışı ve nasıl anlaşılması gerektiği konularında da sürdüğünü ortaya koydu. Muhammed’in Ehl-i Beyti, sağ kalan bazı sahabeler ve kemerbestlerle Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Süfyan ailesinin başını çektiği Umeyyeoğuları arasında derin ayrılıklar başgösterdi. Bu ayrılıklar Ömer ve özellikle de Halife Osman zamanında daha da büyüdü. Halife Osman’ın öldürülmesini bahane ederek Ali’nin halifeliğini tanımak istemeyen Ebu Süfyan oğlu Şam Valisi Muaviye, Muhammed’in eşi Aişe’nin yanısıra Zübeyr ve Talha gibi etkili pek çok kişi düşmanca bir tutum aldılar. Böylece çıkar cephesi, Ümeyyeoğulları yararına genişleyip güçlendi.
Muhammed zamanında ancak ihtiyacı olan kimselerin yararlanabildiği Beytülmal, yani devlet hazinesi, özellikle Osman’ın halifeliği döneminde, öncelikle Umeyyeoğulları’na ve bazı ileri gelen kişilere peşkeş çekildi. Emevi iktidarı, İslam’ın başlangıçdaki kural ve buyruklarına uymak yerine, Ebu Süfyan ailesinin, İslamiyet’in ortaya çıkışı nedeniyle kısmen kaybettiği ekonomik, sosyal ve siyasal çıkarlarını yeniden elde etmek amacıyla onu, İslam dinini, kendi istekleri yönünde değiştirip kullandıkları anlaşılıyor. Bu yüzden, elegeçirdikleri halifeliği Roma hükümdarları ile boy ölçüşen bir anlayışla kullandılar. İslam’ın ortaya çıktığı zamanki toplumu geliştirici özelliklerini ve insanların yararına olan bir çok kuralını, Ümeyyeoğulları’ nın çıkarları yönünde değiştirdiler. Bundan amaç İslam’ı geliştirip güçlendirmek değilldi. Asıl yapılmak istenen, kurmayı planladıkları Emevi saltanatını güvenceye kavuşturmak için bir takım kaide ve kurallara dayalı bir yapı oluşturmaktı. O zaman toplumu, merkezi buyruklarla yönetmek, istenilen tarafa yöneltmek çok daha kolay olacaktı.
İşlerine yarayan eski Arap geleneklerinin bir çoğunu yeniden canlandırarak, Peygamber zamanındaki çeşitli uygulamaları gönüllerince değiştirip sunarak, Şeriat adı adı altında âdeta yeni bir din oluşturdular. Arap gelenekçiliği ve yaşam tarzını İslam’ın kendisiymiş gibi sunma çabaları, giderek yadırganır olmaktan çıktı. Devlet desteği ve eldeki olanaklar, Ehl-i Sünnet’ten yana işleyerek, gerçek İslam’ın, Muaviye’ce temsil edilen anlayış ve yol olduğu kanısını güçlendirdi. Bu kanı Abbasi, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde daha da pekişerek, günümüze kadar geldi. Yüzyılları kapsayan bu süreç, Şeriat’a dayalı oldukça dar ve katı bir bir anlayışın, hoşgörüden yoksun bir yaklaşımın oluşmasına neden oldu. Dahası, gerçek İslam’ın bu ve böyle olduğu yolundaki izlenim ağırlık kazanır oldu. Hatta öyle ki, içimizden bazıları bile, söz konusu olgunun etkisinde kalarak, -bilerek ya da bilmeyerek-İslam’ı Muaviye hattıyla özdeşleştirip, Aleviliği İslam’ın dışında kalan bir inanç olarak görmektedirler. Bunun maksatlı değilse, tepkici ya da çok yüzeysel bir bilgiye sahip olmaktan kaynaklandığını düşünmekteyiz.
Müslümanlar Arap-soylu ve Mevali (Köleler) biçiminde, dine aykırı olan, keyfi bir ayırıma tabi tutuldu. Muhammed zamanında, „Müslüman olabilmenin koşulu“ kelime-i şehadet getirmekten ibaretken, Emevi yöneticilerin yaptıkları yeni düzenlemelerle bu, altından kalkılması olanaksız bir hale sokuldu. Ağır, hatta yerine getirilmesi olanaksız koşullara bağlandı. Birinin Müslüman olabilmesi için; bulunduğu memleketin valisinden ve tahsildarından „iyi bir Müslüman“ olduğuna dair bir belge alması; Kuran’ın en az bir suresini ebere okuması ve de sünnet olması zorunluydu. Emevi vali ve tahsildarlarının birine „iyi bir Müslümandır“ demeleri için, o kişinin Emevi iktidarından yana olması, Ehl-i Beyt’e karşı olması zorunlu koşul haline getrilmişti. O zamanda bir sureyi ezbere okumak, öyle kolaylıkla başarılabilir bir iş değildi. Sünetse „mevali“ler arasında pek yaygın bir uygulama sayılmazdı, oldukça ağır koşullardan biriydi. Bu durum Muaviye’nin, hilafeti, hile ve zorla gasbetmesinden sonra, doksan yıla yakın uzunca bir süre devam eden Emevi iktidarları döneminde varlığını korudu. Bu yüzdendir ki Arapları üstün tutan Muaviye, siyaset bilimcilerince Arap milliyetçiliğinin öncüsü ve babası sayılmaktadır.
Ali ve evlatları, baştan beri sözkonusu milliyetçi ve bölücü tutuma karşı çıktılar. Ehl-i Beyt’in sahip olduğu İslam anlayışı, yapılan bu dar-miliyetçi uygulamayı hoşgörüyle karşılamaya elvermiyordu. Çünkü, İslam’ın özüne ters düşen, hatta onu din olmaktan çıkarıp, bir saltanat ideolojisi haline getiren bir yola girilmişti ve bu, gerçek inanç sahiplerince kabul edilebilecek bir tutum değildi. Ehl-i Beyt de, bedeli Kerbela faciası kadar korkunç da olsa, yüzyıllarca ağır baskı, katliam ve gözyaşı koşullarında yaşamak zorunda bırakılmak da olsa, her şeyi göze alarak söz konusu gidişe karşı çıktı. Esasen Ehl-i Beyt’in kendisi bütünüyle devre dışı bırakılmaya çalışılmış, cami minberlerinden küfür yağmuruna tutulmuş, onun sorunlara yaklaşımı hepten düşmanca karşılanmıştı.
Miladi 661’de Ali şehid edildi. Onun daha sağken yerine İmam tayin ettiği Hasan’ın halifeliğini, Muaviye büyük bir orduyla üstüne yürüyerek ondan almış, o da kan dökülmesin diye bırakmaya -bazı koşulların Muaviyetarafından kabul edilmesi sonucu- razı olmuştu. Ne var ki Muaviye, yapılan antlaşmanın hiç bir şartına uymamış, yerine getirmekten kaçınmış, hatta sözkonusu anlaşmayı, „ayaklarımın altındadır“ biçiminde nitelemekte sakınca görmemişti.
680’de ise Kerbela faciası yaşandı, Muhammed’in sevgili torunu Hüseyin ve 72 arkadaşı Kerbela’da hunharca katledildiler. Hüseyin, Muaviye’nin oğlu Yezid’in halifeliğini kabul edip, ona biat etmediği için dost ve yakınlarıyla birlikte katledildi. Bu olay, Emeviler’ce Mevali (Köleler) diye adlandırılan, Arap-olmayan halklar arasında büyük bir tepkiyle karşılandı ve Emeviler’in Ehl-i Beyt’e hayat hakkı tanımadıkları yönündeki kanı ve kaygıları güçlendirdi.
Ali ve Ehl-i Beyt, Mevali diye nitelenen İran, Mezopotamya, Küçük-Asya vb. memleket-lerin Arap-olmayan halkları tarafından sempatiyle karşılandı. Ehl-i Beyt’in Araplar arasında barınma olanağı kalmamış, kurtuluşu Mevaliler arasında yaşamakta bulmuştu. Yeni yönetim, önünde herhangi bir engel tanımıyor, Ehl-i Beyt’e ve kim olursa olsun muhalif-lerine gözaçtırmıyordu.
Bu olgu Aleviliğe, Ali taraftarlığı’na çok daha geniş ve derin bir muhteva kazandırırken, diğer taraftan da Aleviler’in, son derece güç koşullar altında, çeşitli toplum ve kültürlerle karşılaşıp tanışmalarına yolaçtı. Mevali halklar aracılığıyla eski inanç ve kültürlerin insancıl gelenek ve görenekleri, düşünsel ve felsefi yaklaşımları, kısaca iyiden ve güzelden yana ne varsa Şia-i Ali hattına akarak, yeni ve daha zengin bir sentez’in gerçekleşmesine neden oldu. İş bu kadarla da kalmadı, Alevilik de Aleviler de başlangıçta ve İslam dini kapsamında ortaya çıkan durumdan çok daha ileri, karmaşık ve farklı bir yol izleyerek bugüne geldiler. Ali adıyla başlayan bu inanç ve kültür sistemi, uzanabildiği alanda yaşamış bulunan eski kültürlerden çok şey alarak, yeni ve özgün katkılara da açık kapı bırakarak her geçen gün daha da gelişip güçlendi.
Aleviliğin, tüm bu etki ve değerleri, insan’ı merkez alan bir anlayışla ve insan sevgisi temelinde kaynaştırıp sunduğu yargısı, hemen hemen tüm araştırmacılarca benimsenip paylaşılan ortak bir yargı haline gelmiştir.
Sünni ya da Ortodoks İslam, İslam dininin ortaya çıkışından önceki inanç ve düşünceleri genellikle „Bâtıl“ olarak nitelemekte, adeta herşeyin Müslümanlık’la başladığını ileri sürmektedir. Oysa İslam-öncesi Arap gelenek ve göreneklerini hiç de „Bâtıl“ saymadılar; onları baştacı edip İslam Şeriatı olarak sunmaktan da hiç geri kalmadılar.
Alevilik’se, insanoğlunun ürünü olan iyi ve güzel ne varsa, hangi düşünce ve eylem insanlığın hayrınaysa, onu yadsımak yerine ona kendi sisteminde seçkin bir yer ayırmayı yeğlemiş, onu kendi kültürüne katma geniş yürekliliğini gösterebilmiştir. Bu yaklaşım onu daha da zenginleştirdiği gibi, onun dar anlayış ve dogmalardan sıyrılmasına da ayrıca katkıda bulunmuştur. Yine eski Hint, Yunan, Urartu vb. ülkelerin dinlerinden, Şamanizm’den bir çok iyi şeyi alıp kendi potasında eritip yeni ve evrensel yanları güçlü bir sentez oluşturmasını sağlamıştır.