İslam Peygamberi Muhammed’in (571-632) ölümünden sonra, kimin Halife olacağı konusunda Ali Ebu Talip (598-661)’in Halife olmasından yana tavır koyan kesime Şia-i Ali adı verilmiştir. Arapça kökenli olan bu sözcük Ali taraftarları, Ali’yi sevenler ya da Ali yandaşları ve onun izinden yürüyenler anlamına gelir. Bununla birlikte Ehlibeyt’e, aşırı derecede bağlı olmak anlamına gelen Rafızi sözcüğünün, bundan farklı ve olumsuz bir biçimde Aleviler’e yakıştırıldığı biliniyor. Rafızi teriminin, tümüyle hakaret anlamıyla kullanıldığı, kullanıla geldiği, Ehlibeyt’e duydukları aşırı sevgi nedeniyle şeriata ve gerçeklere ters düşen, yoldan sapan anlamında, bir itham ve suçlama terimi olarak ileri sürüldüğü gözardı edilmemeli. Bununla birlikte Kuran’daki âyetlerin zâhiri değil, bâtıni anlamlarını yeğlemeleri nedeniyle, özellikle 10-11. yüzyıllarda, Aleviler’in yaygın bir biçimde Bâtıni ve Bâtıniler biçiminde nitelendirildikleri de görülür.
Şia-i Ali ile hemen hemen aynı anlama gelen Alevi sözcüğününse ne zanman kullanılmaya başlandığı tarih hakkında kesin bilgimiz yok. Alevilik’le Şiilik’in kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı günümüzde, Alevilik adının, en kapsamlı sözcük durumunda bulunduğu, Alevilik kapssamında düşünülen tüm inanç kollarını kucaklayan şemsiye sözcük olarak kullanıldığına tanık olmaktayız.
Bektaşilik, 13.yüzyılda yaşamış olan Hacı Bektaş-i Veli’nin ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra Erkânname’si düzenlenerek yapılandırılan bir Alevi tarikatının adıdır. Bu tarikatı benimseyen kimselerin kendilerini Bektaşi, Alevi-Bektaşi olarak adlandırmaları ya da böyle adlandırılmaları, onların Alevilik’ten ayrı veya farklı bir yol izlediklerini göstermez. Her Bektaşi’nin kaçınılmaz olarak Alevi olduğu, ama her Alevi olanınsa mutlaka Bektaşi olarak görülmesinin gerekmediği gerçeği unutulmamalı. Bir diğer önemli nokta da, Hacı Bektâş-i Veli’nin, öncelikle Türkiye’de yaşayan –Bektasi olsun olmasın- hemen hemen tüm Alevi kesimlerinin saygı duydukları, „El ele el Hakka“ bağlamında Serçeçme kabul ettikleri konusudur. Bektaşilik’in Balım Sultan tarafından kuruluşundan iki yüz yıl kadar önce ve Hacı Bektaşi Veli’nin sağlığında gerçekleştirilmiş olan sözkonusu yapılanmanın, Türkiye’deki Alevilik’in başlıca esaslarından biri olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Aleviler’e verilen adlar arasında Kızılbaş sözcüğünün de önemli bir yer kapladığı görülür. Ebu Deccane ve Hz. Ali’nin başlarına bağladıkları kızıl veya kırmızı sarıktan ileri geldiği söylenen Kızılbaş nitelemesinin çok daha eskilere uzandığı görüşlerine de rastlanılır. Bundan hareketle 12 dilimli tacınsa, sözkonusu eski geleneğin resmi bir kisve haline gelmesinden başka bir şey olmadığı düşüncesi ağırlık kazanmaktadır. Özünde, inandığı yolda ölümü göze alabilen yüksek bir özveriyi ifade eden Kızılbaş sözcüğünün, Aleviler’e karşı olanlarca kötü anlamda kullanıldığı bilinmekle birlikte, Alevi şair ve düşünürlerin bu söze sahip çıktıkları ve gögüslerini kabartarak „Kızlbaş’ım Kızılbaş“ demeye devam ettiklerini izlemekteyiz.
Aralarında belirli farklar olmakla birlikte, denebilir ki Şia terimi, Safevi Devleti’nin sonlarına kadar, hemen hemen tüm Ali ve Ehlibeyt yanlılarını kapsamına alan bir anlama sahipti. İran’da özellikle 1732’lerden itibaren, yani Afşar Beyi Nadir Şah’ın yönetimi ele geçirmesinen sonra, Sünniliğin hızla güçlendiğine tanık oluruz. Nadir Şah, Şiiliğin Sünniliğe yaklaştırılması yönünde planlı ve uzun vadeli bir çalışmayı başlatır. Ulemayı görevlendirip işleri sistemli bir biçimde yürütmeye koyulur. Bu süreç aksamadan sürer. Zamanla Mısır’daki Ezher bilginleri de devreye girip, Şia bilginleri ile işbirliği yaparak, sözkonusu girişimi desteklerler. Bu çabaya Türkiye ve diğer ülkelerin bazı dinadamları da arka çıkarlar. Nihayet 1960’lı yıllarda, İran Şiiliği, Sünniliğe yeteri kadar benzetilmiş ve artık „Caferilik“in de „Hak mezhebi“ sayılması yönünde Ezher şeyhlerinin en büyüğü tarafından gereken fetva verilmiştir. 1979 İran İslam Devrimi sonucu molların iktidara gelmesi, Şeriat’ın siyasal erki ele geçirmesi ile sonuçlanmış ve İran dünyaya Şeriat yönetimleri ihraç eden bir merkez haline gelmiştir. Bugün Aleviler’in, özellikle de Türkiye’de yaşayan Aleviler’in, sahip oldukları inanç ve kültür sistemininin dayandığı temel değerlerle, günümüz Şiiliği’nin, özellikle de İran Şiiliği ve benzerlerinin sahip oldukları arasında son derece derin uçurumlar ortaya çıkmıştır. Tüm bu gelişmeler sonunda, Şiilik’le aramızda, Ali ve Oniki İmam sevgisi dışında – pek bir benzerlik kalmış değildir. Aleviler’in; Şeriat’ı dünya düzeni haline getirmek isteyen Sünni kesimlerle işbirliği içinde ve aynı yönde hareket eden İran Şiiliği’ne sıcak bakmadıklarını, kendilerini hiçbir biçimde onunla aynı yere koymak istemediklerini, önemle vurgulamakta yarar olduğu kanısındayız.
Günümüzde Alevi coğrafyasında bir hayli değişiklikler gerçekleşmiş, Avrupa ülkelerinin yanısıra dünyanın bir çok yerinde Aleviler’in varlığından ve Alevilik’den sözedilir olmuştur. Balkan ülkelerinde Alevi-Bektaşiler gözle görülür bir yoğunluğa ulaşmış, geçmişte sönükleşen dergâhlarını yeniden canlandırmış bulunmaktadırlar. İran’da da, benzeri Şiilik anlayışının yaşandığı diğer ülkelerde de kendilerini Alevi kabul eden toplulukların varlığı dikkate alınırsa, Aleviliği „Anadolu“ veya Türkiye ile sınırlamanın gerçekçi bir yaklaşım olmadığı açıkça görülür.
Önemle belirtilmesi gereken bir diğer nokta da Aleviler’in; etnik köken ve konuştukları diller bakımından tekdüze olmdıkları, son derece renkli bir görünüm sergiledikleridir. Kimi çevrelerin ve politik amaçlı bazı araştırmacıların, Aleviler’i tek ulusa ve tek dile bağlamaya çalışmaları hiç de doğru ve gerçekçi bir tutum değildir ve olamaz da. Bu tür anlayışlar olsa olsa dar-milliyetçi ve faydacı bir tutumu yansıtır, gerçekliği ise gözardı etmeye çalışırlar.
Tarihin bu evresinde, Şia-i Ali kolları arasındaki farklılıklar bir hayli büyümüş, ciddi ayrılık noktaları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kimileri artık ayrı zeminlerde değerlendirilir bir hal almış, ufak benzerlikler dışında, aralarında ciddiye alınır benzerlikler, ortak noktalar neredeyse kalmamış ya da çok azalmıştır denebilir.