Osmanlıların 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Balkanlar’dan çekilmesiyle beraber, orada yeni kurulan ulusal devletlerin eğemenliği altında küçümsenmeyecek miktarda bir Müslüman kitle kalır. Her sınır kayması veya yeni bir sınırın çekilmesi sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’na doğru bir göç dalgası yaşanmasına rağmen Müslüman nüfus, Batı Trakya, Deliorman ve Dobruca gibi sınır bölgelerinde politik önemini uzun süre muhafaza etmiştir.
Karadeniz, Deliorman ve Tuna nehri arasında yer alan ve 15. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı eğemenliği altında kalan Dobruca’nın; Balkanlar’da, Müslümanlar’ın yoğun olarak yaşadıkları diğer yörelere göre önemli bir diğer özelliği, sadece güneyden ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen Müslümanlar’a değil, aynı zamanda Kırım Tatarları’na da uzun süre ev sahipliği yapmış olmasıdır. 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı sonucu, 1878’de toplanan Berlin Kongresi’nde alınan bir kararla Dobruca hem el değiştirir, hem de ikiye bölünür: Kuzey Dobruca henüz yeni bağımsızlığını kazanmış olan Romanya’ya bırakılırken, güney kısmı ise Birinci Ferdinand’ın denetimindeki Bulgar prensliğine (eski Tuna Vilayeti) geçer. Böylece bu iki ülke arasında yıllarca sürecek olan tüm Dobruca’ya hakim olma mücadelesi başlamış olur. Her iki ülke de Dobruca’nın “asıl sahibi“ olduklarını kanıtlamak için, göç ettirme ya da yeni yerleştirmeler gibi yöntemlerle bölgenin demografik yapısıyla oynamaya başlarlar. Dobruca’ya yüzyıllardan beri damgasını vurmuş olan Müslümanlar ise, yönetimdeki bu el değiştirme ve bölgenin bölünmesi sonucu, dalgalar halinde Osmanlı İmparatorluğu’na göç etmeye başlarlar. Çeşitli dönemlerde çeşitli nedenlerle (etnik ve dini baskı, askere alınma, kıtlık-kuraklık vs.) ivme kazanan göç dalgaları, Cumhuriyet döneminde de devam eder. Bu yüzden Dobruca’da yaşayan Müslüman nüfus hakkında verilen rakamlar, dönemden döneme çok büyük farklılıklar gösterir. Tüm Dobruca göz önüne alındığında, Osmanlılar’ın geri çekildikleri zaman, orada, yaklaşık 170.000 Müslüman yaşamaktaydı. Bunun büyük bir kısmı güneyde, yaklaşık 50.000 kişilik bir kısmı ise, konumuz olan Romanya eğemenliği altında kalan kuzey Dobruca’da yaşamaktaydı.
Dobruca’nın Aleviler için taşıdığı önemse, 13. yüzyılda yaşadığı söylenen, Anadolu’nun Türk ve Kürt Alevileri arasında çok sayıda talibi bulunan büyük derviş Sarı Saltuk Dede’ye ait olduğu iddia edilen çok sayıdaki türbelerden birisinin de oradaki Babadağ kasabasında yer almasıdır. Babadağ’ın Dobruca Müslüman aydınlarının yetiştiği en büyük eğitim kurumlarından biri olan Müslüman Medresesi’nin (sonra Mecidiye’ye taşınarak Mecidiye Semineri adını almıştır) kurulduğu yer olması raslantı değildir. Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Kaykavus ile birlikte, o zamanlar Bizans İmparatorluğu eğemenliği altında bulunan Dobruca’ya göç eden Sarı Saltuk’un, Babadağ’da vefatı ve defni Babadağ’ı Romanya Alevileri’nin çekim merkezi haline getirmiştir.
Dobruca Müslümanları hakkında bugüne kadar yapılan bilimsel çalışmaların çoğu ikincil elden kaynaklara dayanmaktadır. Romanya eğemenliğindeki kuzey Dobruca Müslümanları’nın İkinci Dünya Savaşı’na kadar, nisbeten serbest bir ortamda çıkarmış oldukları gazete ve dergiler, bu grup hakkında ayrıntılı sosyolojik bilgiler içerdiği halde, ne yazık ki bunlara yeterince başvurulmamıştır.
Binlerce sayfalık bu zengin Osmanlıca kaynak gözden geçirildiğinde, çok ilginç konulara ve tartışmalara tanık olmaktayız. Bunların en önemlilerinden biri, sınır bölgelerinde veya başka bir kültürün egemenliği altında yaşayan dini veya etnik gruplarda sıkça görülen kimlik, kültür ve aidiyet ile ilgili arayışlardır. Bu bağlamda en çok yer verilen ve ilgi gören konu, din sorunudur. Baş örtüsünden sünnete, şeriat mahkemelerinin kaldırılmasından kızların eğitimine kadar bir çok dini meselenin ateşli bir şekilde tartışıldığı bu gazete makalelerinden, Alevilik temasını işleyen bazıları ilgimizi çekti. Bunlardan ikisi, 12 Şubat 1930 ile 16 Birincikânun 1939 arasında Pazarcık’ta, Türk Gençler Derneği’nin değişik aralıklarla çıkardığı Türk Birliği gazetesinde yayınlanmıştır. Gazetenin 23 Nisan 1938 ve 10 Mayıs 1938 tarihli 47-48 ve 49. sayılarında yayınlanan makalenin başlığı Mezhep farkı yok… Yalnız Türklük! şeklinde olup, yazarı Dobruca’da diğer bir çok yayın organında yöneticilik ve yazarlık yapan Türk dili öğretmeni Zahit Boztuna’dır.
Boztuna, makalesinde meseleye “milli bütünlük“ anlayışı ile yaklaşmakta ve asırlardan beri Türk toplumunun içine bilinçli bir şekilde ayrılık tohumlarının ekildiğini öne sürmektedir. Ona göre bu ayrılıkların en önemlisi “Müslümanlık’la Hırıstiyanlık ve Sünnilikle Alevilik arasındaki münaferettir.“ Bu bölünmelerin sonucu, yazara göre, yüzyıllardan beri binlerce Türk birbirini yok etmiştir. Osmanlı sultanları, bu karşılıklı didişmeye engel olmak şöyle dursun, “Medreseleri, 50-60 bin cami ve mescidleri, bir o kadar Sünni hocaları ile Edebiyat-ı Cedide devrine kadar gelen, Divan Edebiyatı ile bu zıddiyet ve münaferet var kuvveti ile körüklenmiş…“. Yazar, bir dönem Türk Ocakları başkanlığı ve sonra Romanya’da Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği görevlerini yapan Suphi Tanriöver’in[2] Dağyolu kitabından şu alıntıyı aktararak düşüncelerini destekler:
“Saltanat, Anadolu’nun yalnız kanına ve canına musallat olmasaydı, onun için bazı vazifeleri olduğunu da düşünseydi, altı-yedi milyonluk Alevi öz Türkü düşman takip eder gibi takip etmeseydi … belki sükutu bu kadar feci olmazdı“.
Zahid Boztuna, yüzyılımızda bu durumun artık değişmesi gerektiğinin altını çizip, Anadolu’da diğer birçok alanda yapılan reformlara atfen, “Sünnilk ve Alevilik bakımından da halkımızın ruhlarında bir inkılâp yapmak elzemdir“ tespitinde bulunur.
Makalesinin ikinci bölümünde Boztuna, önce Sünnilik ve Alevilik kavramlarını ve taşıdıkları içeriklerinin bir açılımını yapar. Ona göre Sünnilik, “Hz. Muhammedin koyduğu esasları harfiyen muhafaza(tamıtamına koruyan) ve icra eden (uygulayan)– tabir caizse – muhafazakâr(tutucu) Müslümanlıktır…“. Bu muhafazakârlık, “koyu taassup, şuursuz taklid ve görenekçilik doğurmuş ve neticede din, felsefe ve içtimayat çığırından çıkmıştır.“ Boztuna, kendi Alevilik tanımını yapmadan önce, o zamana kadar toplumdaki egemen anlayışın Alevilik’e bakışının bir eleştirisini yapar. Nedir bu egemen anlayış: “Alevilik, dünkü softa zihniyetine göre, Kur’anın ahkâmından çoğuna hürmet ve itikadi olmayan ve bunları keyfi tefsir ve te’vil eden Rafizi, Şii ve halk tabiri ile, Kızılbaşların tuttuğu dalâlet yoludur.“
Boztuna’ya göre bu anlayışı, “saltanat memurları“ yıllarca etrafa yayıp insanların kafasına sokmuşlardır. Bu, “kâmilen (tümden) yanlış“ bir kanaattir dedikten sonra, yazar şu soruyu sorar: “Öyle ise Alevilik nedir..?“ Alevilik ona göre “Ali tarafdarlığı, hem de dini, mezhebi ve aynı zamanda siyasi bir taraftarlık demektir.“ Yazar makalesinin bundan sonraki kısmında açıkça pozitivist felsefeye ait argüman ve kavramları kullanarak, Aleviliği doğuran İslam içi çatışmaların bir tahlilini yapar. Alevilik ve Sünnilik çatışması temelde “Kûfe ile Şam, daha doğrusu Kûfe ile Mekke ve nihayet Irak ile Hicaz arasında siyasi bir mücadele idi ve mücadelenin mahiyeti ve davası ise … Irak tecim burjuvası ile Hicaz’daki Arap aşiret derebeyliği arasında bir hakimiyet ve eğemenlik meselesi idi.“ Ona göre “Irak ve İran’da, halkın hakimiyeti adına ayaklanan halk ve ticaret orta sınıfı, Ali’nin arakasına sığınarak, Arap hakimiyetine ve bilhassa Kureyş feodalitesinin mutlak hakimiyetine karşı durdular… İşte ilk Alevilik böyle bir siyasanın meydana getirdiği ve uzun tarihi çağlarda türlü şekilleri ile kendini tutup gösterdiği bir harekettir.“
Orta Asya’dan Anadolu ve Irak taraflarına akın eden Türkler’in bu “demokratik“ hareketle kolayca tanışması ve bu hareketi benimsemesi ise yazara göre hiç de zor olmayacaktır. Çünkü bu gelen Türkler’in “demokrat ruhları henüz bozulmamıştı“. “Bu suretle Alevilik, zamanına, yerine, siyasal ve sosyal şartlara göre, İslâm akidelerine verilmiş bir takım tefsirlerle, türlü şekillere girdi ve bilhassa demokrat halk ve onun teşekkülerinde hakim olan bir ruh, bir ideoloji oldu.“
Bugünkü Alevilik içi aktüel tartışmaları hatırlatan bir anlayışla Aleviliği, “Türk’ün İslâmlığı anlama tarzı“ olarak gören yazar, bu inancı benimseyen Türk’ün, bu yüzden “Bizanslaşan, mutlakiyetçi, Roma’cı Osman oğullarına isyana ve çarpışmaya kadar gittiğini“ belirtir.
Aleviliği, “Türkün İslâmlığı anlama tarzı“ olarak kabul eden, fakat bunun ötesine geçip, Osmanlı ile göbek bağlarını koparmak istemeyen bugünkü bazı “kurt“ milliyetçilerin duymak istemedikleri şeyleri, o dönem için büyük bir cesaretle yazan Boztuna, “Alevi Şah İsmail, şüphesiz Sünni Yavuz Selim’den daha Türk ve Türkçü idi. Yavuz, Türklüğü benimsemiyerek Farısî divan yazarken, Hatai ismiyle temiz Türkçe vücuda getiren Şah İsmail, Türk dilinin şairi olmuştu“ diyerek, günümüzde kendisi ile Aleviliğin kökeni konusunda aynı doğrultuda düşünen “çekingen“ milliyetçilere de adeta cesaret dersi vermektedir. Boztuna’ya göre “Timurleng’in, Beyazid’i mağlup etmek üzere topladığı kuvvetler, Alevi Türkler’di; buna karşı Beyazid’inkiler ise devşirmeler ile Hıristiyan Sırplara dayanıyordu.“
Boztuna, bütün Osmanlı tarihinin Alevilere yapılan “zulüm“ ve “katliam“larla dolu olduğunu belirterek, bugünkü Alevilik-Sünnilik çatışmasının kökeninin de bu tarihte aranması gerektiğinin altını çizmektedir: “İşte, Sünni ile Alevi arasındaki münaferetin hikâyesi bizzat bu tarihin kendisinden ibarettir.“ Yeni kurulan Cumhuriyet rejimi, Osmanlı tarihine son verdiği için, Alevilik ile Sünnilik arasındaki çatışma da sona ermiştir: “Sünnilik şiarını takınan Osmanlılık – bir daha başını kaldırmamak üzere – ezilmiş ve yıkılmış olduğu için… Sünnilik ve Alevilik arasındaki mücadele de kapanmıştır.“
Ve Boztuna’ya göre yüzyıllarca süren bu mücadeleden Alevilik ilk kez muzaffer çıkmıştır. Zira, makalesinin sonunda “galip kim?“ şeklinde sorduğu sorunun yanıtını şöyle vermektedir: “Bittabiî Türklük ruhu içinde yaşayıp gelen Alevilik“. Ona göre bütün bu gelişmelerin ortaya çıkardığı en önemli şeyse “asıl Aleviliğin, Osmanlı dili ile anlatılan Alevilikten büsbütün başka bir şey olduğunun görülmeye başlanmış“ olmasıdır.
Hüseyin Ağuiçenoğlu [3]
Açıklayıcı notlar:
1. Bu yazı, DFG (Deutsche Forschungsgemeinschaft) tarafından finanse edilen „Eine neue Rolle für ein altes Herrschervolk im Spiegel seiner Presse (1878-1940): Türkische Muslime der Dobrudscha auf der Suche nach postimperialer Identität im Nationalstaat Rumänien“ isimli proje çerçevesinde oluştu.
2. Suphi Tanrıöver (1885-1966), ilk osmanlı romancılarından Samipaşazade Sezai’nin yeğeni olup, daha gençlik yıllarında 2. Abdüllhamid’e karşı ateşli şiirler yazar: “Belinde kabza-ı Osman, elinde bir Kur’an/ Beşiklerinde çocuklar boğan Kızıl Sultan”. (Baydar, Mustafa: Hamdullah Suphi Tanrıöver. 1968, İstanbul, S. 38). Kendisine atfedilen “Alevi kökenliliği” ise tartışmalıdır. 1918 yılında, Berlin’de Türk Kulübü’nde yaptığı bir konuşmasında, Süleymaniye camiini bir ziyaretinde kubbeyi süsleyen ve üzerinde Allah kelimesi yazılı olan levhadaki ELİF’in endamı karşısında nasıl gözyaşı döktüğünü anlatırken dinleyicilerden beklediği alkış yerine şu yanıt gelince oldukça sinirlenir: “Hamdullah Bey, siz ELİF’in endamı karşısında gözyaşı dökmüşsünüz. Ya o Ali’deki AYIN’ın bükülüşüne can mı dayanır.” (age, S. 43). Buna karşın, ailesinin altı kuşaktan beri Cerrahî tarikatına bağlı olduğu söylenmektedir.
3. Dr. Hüseyin Ağuiçenoğlu, Heidelberg Üniversitesi’nde Osmanistik, Bamberg Üniversitesi’nde İranistik Bölümleri’nde Öğretim Görevlisi’dir.