Arif Bilgin – 01.01.2008
30 Aralık’ta Köln’deydik. Alman devlete ait ARD televizyonuna bağlı NDR kanalının yediği naneyi protesto ediyoruz. Bulunduğum kentin, şimdi artık tamamen sosyalist gençlerin kültür-sanat çalışmaları yaptığı otuz küsür yıllık „namuslu“ bir işçi derneğinin kiraladığı otobüsle gidiyoruz. „Namuslu“ dedim çünkü gençler otobüste niye bu mitinge katıldıklarına dair konuşurken doğrusu güzel bir „namus“ tarifi de yaptılar:„Namus, emeğin sömürülmesine karşı çıkmaktır, namus Irak’ta, Afganistan’da, Afrika’da başka yerlerde emperyalist işgallere karşı çıkmaktır, oralardaki kadınların, çocukların ayaklar altında ezilmesine, öldürülmesine tecavüze uğramasına karşı çıkmaktır, namus ülkelerin ve halkların egemenlik ve kendi kendini yönetme hakkına tecavüz edenlere karşı çıkmaktır, namus her cinsten ve türden hak tecavüzlerine karşı çıkmaktır, namus yeryüzünü kirleten, tahrip eden, yaşanmaz hale getirenlere, kısacası dünyamıza tecavüz edenlere karşı çıkmaktır, namus kamyonlarla sivil yerlerde bomba patlatan şeri eşkiyaların yaşamımıza tecavüz etmelerine karşı çıkmaktır, namus kadınların özgürlüğünü binlerce yıllık köleliğini simgeleyen şeriat sembolleri altına sokulmasına karşı çıkmaktır… Namus dünyanın en namuslu topluluklarından biri olan Alevi halkı gibi mazlum, ezilen insanlara sahip çıkmaktır… İşte bu yüzden „kendi namusumuza sahip çıkmak“ için Köln’e gidiyoruz.“
Gittik. Vardığımızda, insanlar sel gibi Domplatz’a akmaya devam ediyorlardı. Az sonra alan tamamen doluyor. Mitinge katılmaya devam edenler iki ayağını basacak yer arıyorlar. Peşi peşine gelen yeni gruplar alana doğru ilerlemeye çalışırken öndeki grubu ikiye bölüyor ve biraz sonra gruplara ait bütün bireyler birbirini kaybediyor. Bir bayan göstericinin „dikkat edin arkadaşlar yeni bir bölücü grup yaklaşıyor!“ sözü hoş bir espiri yaratıyor ve herkes gülüyor.
Az sonra soğuktan titreyenler ısınmaya başlıyorlar, çünkü sırt sırta, omuz omuza iyice sıklaşan insanlar arasında hava sızacak yer kalmıyor. Öndekilerden yol isteyen 4-5 kişi „bizim grubu arıyoruz, lütfen yol açar mısınız“? diye rica ediyor. Öndekiler, „Hepimiz bir grubuz yoldaş, boşver aramayı, bulamazsın“ diye ikna etmeye çalışıyor onları. Biraz sonra alan sloganlarla inliyor. En çok taraftar bulan slogan „susma, sustukça sıra sana gelecek!“ Dom kilisesinin önündeki yüksek bir platformda yer bulabilen bir grubun içindeki heyecanlı genç kız grubu adeta alana slogan şefliği yapıyor. Herkes oraya doğru birbirini iterek ilerlemeye çalışıyor. Belli ki konuşma kürsüsünün orası olduğunu sanıyorlar. Oysa kürsü kilisenin solundaki alçak bir yere kurulmuş, kimse göremiyor, konuşmalar da anlaşılmıyor. Bir grup soruyor „Yav şu kürsü nerde, konuşmalar niye başlamıyor“. Ötekiler yanıtlıyor: „Ooo konuşmalar çoktan başladı, kürsü ha o taraftaymış!“ Parmağıyla tahmini olarak kürsünün bulunduğu alanı işaret ediyor. Bir başka grup „Bir şey anlaşılmıyor, ne diyorlar, kim konuşuyor şu anda.“ O da, „Boş ver konuşmayı, biz buraya konuşmaları dinlemeye değil, hakareti protesto etmeye geldik. Herkes ne istediğimizi çok iyi anladı. Konuşmaları yarın nasıl olsa televizyonlardan, basından izlersiniz“ şeklinde yandakilerden karşılık buluyor. Arada bir kürsüye yakın bulunan kitleden yükselen çığlıklar ve „yuh“ seslerinden ateşli bir konuşma yapıldığını anlıyoruz ve dev kitle iyice hareketleniyor.
Nihayet, güzel Anadolu ezgilerinin yükselmesinden mitingin sona ermek üzere olduğunu anlayan kitle alana giriş yerlerini zorlamaya başlıyor. Ortalıkta hiçbir polisin görünmemesi genç bir kızın dikatini çekmiş ki annesine soruyor: „Anne polisler nerde, ya bir olay çıksa ne yapardık?“ Annesi, „Kızım aleviler dünyanın en barışçı insanlarıdır, bir olay çıkmayacağını biliyorlar, niye bizi rahatsız etsinler ki“ diye yanıtlıyor. Az sonra alanı çevreleyen sokak aralarında polis arabaları gözüküyor. Anlaşılıyor ki polis mitingi korumaya dönük tertiplenmiş. İyi bir şey. Dağılan insanlardan kimileri rahatsız edilmemenin memnuniyeti ile polislerle miting üzerine konuşmaya dalıyorlar. Az önce Pazar günü olması nedeniyle ıpıssız olan sokaklar iyice canlanıyor. Birbirini arayan gruplar, otobüslerini bekleyenler, cep telefonlarından biribirini bulmaya çalışanların telaşı başgöstriyor. Yarım saatlik bir aramadan sonra biz de toplanıp otobüsümüzle buluşmaya çalışıyoruz.
Yola koyulurken hararetli „değerlendirmeler“ arasında ben de dikkatimi çeken bir konu üzerinde düşünüyorum. Temmuz 1993’teki Sıvas-Madımak katliamı nedeniyle Avrupa’da yapılan en kalabalık Alevi mitingi olması ilginç. Demek ki Avrupa’daki aleviler bu manevi saldırıyı akıl almaz Madımak caniliğinden daha önemli bulmuşlar. Haksız da değiller. Osmanlı teokrat monarşist diktatörlüğünün bu muhalif kitleyi yok etmek için Şeyh-ül İslam kuklalarına yazdırdığı iğrenç iftirayı alman egemen sınıfının da kullanmaya başlaması endişevericidir. Resmi bir Alman televizyon kanalının „şeriatçı“ kesilmesi çok anlamlı olmalı!.. Alevilere resmen türbana bürünerek şeriatçı olmaları önerilmektedir. Asıl iğrenç olan bu!..
Her şeyden önce bu dizinin sıradan bir aptallık ürünü olmadığı belli. Pek çok televiyzon kanalında akıl almaz saçmalıklar ve rezilliklerin „dizi“lendiğini biliyoruz da, bu öyle sıradan bir rezillik değil. Bizim polisiye dizilere meraklı aktör yurttaşımız Mehmet Kurtuluş, İtalyan asıllı senarist Angelina Maccarone ile kafa kafaya verip „TATORT“ adlı bir dizi kurguluyorlar. Başröllerini Alman Hanım Maria Furtwängler’le paylaşıyor. Yanlarına Hilmi Sözer, Aylin Tezel, Azad Çelik ve Hakan Çelik adlı yurttaşlarımızı da alıyorlar.
İnandırıcı olsun diye Alevi kökenli bir yurttaşımızı da „Başkomiser“ yapıyorlar. O da „töre cinayetleri“ ekseninde intihar eden 17 yaşındaki bir yurttaş kızımızın intiharını araştırırken „ensest“ ilişkisine ulaşacak ya Alevi kökenli olması birçok nedenle gerekli görülmüş. Konu temel olarak son yıllarda çokça tartışma konusu olan, Avrupalı gericilerin ırkçılık, asimilasiyon ve yabancı kültürleri aşağılama amacıyla kullandığı „Töre cinayetleri“ işlenmektedir. Konu çarpıcıdır. Ensest, rayting yapmak için de hayli cazip bir buluş.
Konu ARD’ye bağlı önemli bir resmi Alman kanalı olan NDR Film Programları Temsilcisi Thomas Schreiber’e sunulur, O da kanalın idari temsilcisi Dieter Hütterott’a iletir. Senaryo Doris J. Heinze ve diğer redaktörler tarafından gözden geçirilir. Olasılıkla güvenlik ve istihbarat dairelerinin görüşleri ve yardımları da temin dilmek üzere dizinin çekimi başlatılır. Bu süre içinde Türkiye’deki iktidarın Almanya’daki yandaşlarının „yararlı tavsiye ve önerilerinin alındığı da ihtimal dışı değil. Ne de olsa „sosyal“ bir konu işlenmektedir ve Türkiye’yi ilgilendiriyor. Eh yapmışken tam yapmalı; filmin zamanlaması da iyice bir düşünülür. „Turbancı“ bir iktidarın Türkiye’de hüküm sürdüğü ve iyice güçlendiği bir sırada, Alevi haklarının tartışıldığı bir dönemde yayına sokulur. Finali de iyi zamanlanmış; 1978’de gerçekleşen Maraş Katliamı’nın yıl dönümü! Ve 23 Aralıkta yayımlanan bu son bölümün adı da „Wem Ehre gebührt“ yani „Namusuma Layık Olmak“ adı altında kurgulanmış.
Velhasıl mazlum Alevi topluluğu uğradığı zulüm ve katlimlardan birinin yıl dönümü acılarını yaşarken, Madımak katliamını konu edinen Metin Altıok Oratoryosu’nu besteleyen Fazıl Say’ın şeriat tehlikesinden ülkesini terk etmeyi düşündüğü bir sırada, birden katılmayı düşündüğü Avrupa Birliği’nin belli başlı öncülerinden olan Alman resmi yayınlarının yılın son muhteşem süprizi ile karşılaşıveriyor! Tam da kapitalizme yakışır mazlumlara uygun yeni yıl hediyesi!
Filmin mesajında da ilginç bir siyasal fitleşme var. Alman egemen sınıfı, işsiz bıraktığı, meslek edinme ve eğitim koşularını iyice kötüleştirdiği, hızlı bir yoksullaşmanın batağında iyice dibe itilen göçmenlerin düştüğü bunalımı (ki bundan en çok göçmen kadın ve genç kızların etkilendiği bilinir) „geri kültür ve aile içi kötü ilişkilere“ dayandırarak örtüveriyor. Buna karşılık Türkiye’deki iktidara bunalıma düşen gençlere şeriatçılara sığınma yolunu göstererek fitleşmiş oluyor. Perdenin gerisinde hangi ekonomik ve siyasal dolapların döndüğünü ise şimdilik bilemiyoruz, bunlar da ilerde açığa çıkacaktır.
Doğrusunu isterseniz, çok önem verdiğim „basın ve düşünce özgürlüğü“ nedeniyle bütün bu çirkin görüntüsüne karşın diziyi yapanların mazur görülebilecek bir tarafları olup olmadığını da düşündüm. Ensest gibi sapıklıkların dünyanın her tarafında ve her insanlık grubunda yaşanması olanak dışı değil. Bendeniz ilgi alanım nedeniyle basını çok titizlikle takip eden bir insanım. 2007 yılı içinde dünyanın değişik yerlerinde yaşanan enseste ilişkin haberlerin hiçbirinde Aleviler yok. Gerek Türkiye’de ve gerekse Almanya’da „töre cinayetleri“ de hemen hemen tümüyle Aleviler dışındaki gruplara ait. Kadın ve genç kız intiharlarında da aleviler hemen hemen en alt sırada. Bu bilgilerin Alman araştırma kuruluşlarında ve devletin resmi arşivlerinde bulunduğundan kuşku yok. Peki hal böyleyken, neden filmdeki bu sapıklık örneği Alevilerden seçiliyor? Güçsüz oldukları, seslerini çıkamayacağı sanıldığı için mi? Alevilere sahip çıkan bir devlet yok. Kendi ülkelerinde yakılarak, toplu cankırımından geçirilerek yok edilmek istenen bir grup olduğu maalesef doğrudur. Ama örgütlü, aydınlanmış yirmi küsür milyonluk bir kitledir ve öyle kolay kolay yutulacak bir lokma değiller.
Son olarak, Alevi liderlerin de sık sık kullandığı „önyargı“ terimini redettiğimi de belirtmek istiyorum.
Önyargı daha önce olmuş bir işin, daha sonraki başka bir zamanda „aynı işi yeniden yapabilirler“ sanısına dayanır ve bir güvensizlik ifade eder. Yani geçmişte hırsızlık yapmış bir adamın daha sonra tövbe getirip tamamen düzelmesine rağmen, örneğin bir kuyumcuda çalışırken kaybolan, çalınan her şeyden her defasında geçmişteki sicili nedeniyle ondan kuşkulanılması gibi bir şeydir „önyargı“. Peki hiç hırsızlık yapmamış bir kimseye karşı bir „önyargı“ oluşması sosyolojik olarak mümkün müdür? Tabii ki hayır. Ama hiç hırsızlık yapmamış bir insanın, sırf kolunu kesmek amacıyla iddia düzen kötü niyetli bir şeriat savcısından es kaza canını kurtarırsa, bir daha o savcıya güvenmeyeceği, bir önyargı edineceği ve hiç de haksız sayılmayacağı açıktır. Ama siz daha sonraki modern insanlar kıyıcı bir zalim yerine, kıyıma uğrayan insanlara ilişkin bir „önyargı“dan söz ederseniz, tamamen saçmalamış olursunuz.
Alevi liderleri bu diziyi yayına sokanlarla görşürken, yayıncılar „alevilere ilişkin önyargının güçlendirilmesini amaçlamadıklarını“ söylemişler. Bu bana „özürü kabahatinden daha büyük bir suç“ gibi geldi. Bugün olduğu gibi tarihin her döneminde de Alevilerin cinsel yaşamı ve aile içi düzenleri son derece düzgün, insani ve örnektir. Anadolu kültür ve inançlarını Avrupalılar bizden daha iyi bilirler. Alevilerin ne olduğunu ve nasıl yaşadıklarını da… Bu tür sapıklıkların daha çok kapalı topluluklarda kadını cinsel araç ve meta sanan, insan yerine koymayan ilişkiler içinde yaşandığını kim bilmez. Cehaletin ve gerici kültürlerin sapıklıklarını ad vererek, aydınlık yüzlü, ilerici ve insanı kıble sayan Alevilere yakıştırmak, aynı ölçüde kara cahil bir gericiliktir. Şeriatçılığın ARD-NDR’ye kadar uzanması üzüntü vericidir. Umarım bu rezil durumdan kurtulmanın bir yolunu bulurlar.