Alevîlik ve cemevleri tartışması hız kesmeden devam ediyor. Bütün açılımlarını bir bir kapatan AKP, dinî inanışlar ve değerler konusunda 12 Eylül rejiminin çizgisini iyice benimsemiş bulunuyor. Tayyip Erdoğan’ın “tek din” vurgusunun bir dil sürçmesi olmadığı her geçen gün daha da aşikâr olurken Alevîliğe takıntısı ayyuka çıkıyor. Alevîleri camilere çağırırken bir yandan da Baasçılıkla suçlayan bu zihniyet ne yapmaya çalışıyor? ABD – Virginia’da, William and Mary Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Ayfer Karakaya-Stump’ın yazısını naklediyoruz.
Önce CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün Meclis’te cemevi yapılması talebi Diyanet’ten alınan görüşe binaen Meclis Başkanlığı’nca reddedildi. Ardından da Yargıtay, bir yerel mahkemenin “cemevleri ibadethanedir” yönündeki kararını tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili devrim kanunlarını gerekçe göstererek bozdu. Atıfta bulunulan merciler çok farklı gibi görünse de, her iki durumda da söz konusu olan, demokrasi ve insan hakları çerçevesinde ele alınması gereken bir konunun, doğrudan veya dolaylı müteşerri (Sünnî) İslâm’ın şekillendirdiği “teolojik” bir zemine kaydırılarak çözümsüzleştirilmesidir, zira her iki karar da İslâm’daki tek ibadethanenin cami olduğu kabulüne dayanıyor. Ana akım medyada kendini demokrat ve liberal olarak sunan bazı köşeyazarlarının bile, milyonlarca Alevînin inanç ve ibadet özgürlüğünün yıllardır ve apaçık ihlal edildiği gerçeğini tartışmaya açmak yerine, “Alevîler artık karar vermeli, İslâm’ın içindeler mi, dışındalar mı?” sorusuyla Alevîlerin inançlarını tartışmaya açması ve adeta onlara sorunun kurbanı değil, kaynağı muamelesi yapması, toplumun dokularına işlemiş, sorgulan(a)mayan müteşerri (Sünnî) İslâm perspektifinin ve onun hâkim pozisyonunun ironik bir yansımasıdır.
“Alevîler iddia ettikleri gibi İslâm’ın içindelerse camiye gitmeliler, yok gitmemekte ısrar ediyorlarsa, demek ki Müslüman değillerdir” gibi tarih dışı, düz bir mantıkla hareket eden bu kabil kişi ve çevreler, içselleştirdikleri kategorilerin bir an olsun dışına çıkamadıklarından, hem “Müslüman” olduğunu söyleyip hem de “bizim ibadethanemiz cami değil, cemevidir” demenin mümkün olabileceğini tasavvur bile edemiyorlar. Halihazırda ülkemizde durum o kadar akla zarar bir noktaya geldi ki, bizzat devletin resmî kurumu Diyanet ve onun uzantısı Sünnî ilahiyatçı çevre, tümüyle inanca dayalı bir talebin güya “ilmî” gerekçelerle gayrimeşru olduğuna karar verebiliyor ve devletin diğer resmî kurumları ve mahkemeleri de bu görüşlere, sanki söz konusu olan alan atom mühendisliğiymiş gibi “uzman görüşü” muamelesi yapıp kararlarını o yönde şekillendiriyor.
Üstelik Alevîlik konusunda “uzman” olarak görüşüne başvurulan bu kurum ve kişiler bırakın Alevî inancının temsilcileri veya bağlıları olmayı, muhtemelen “sempatizanları” bile değil. Tüm dinî konularda nihaî merci kabul edilmesi hasebiyle Alevîlik konusunda da “uzman” muamelesi gören Diyanet, hepimizin bildiği gibi, Sünnî İslâm’ın açık hâmiliğini yapan ve meselelere o geleneğin varsayımları ve düşünce kalıplarıyla bakan, bu haliyle de aslında demokratik, laik bir rejimde yeri olmayan bir kurumdur; Diyanet görevlilerinin gün gibi açık bu gerçeği örtmeye çalışan “ilmîlik” ve “mezhepler üstülük” iddialarının bu meyanda hiçbir inandırıcılığı yok. Dinî mânâda açıkça tarafgir bir kurumun, “ilmîlik” kisvesi altında Alevîlerin yüzlerce yıllık inanç ve ibadet geleneklerini yok sayan, Alevîlere Alevîliği öğretmeye kalkan kaba dayatmacı tavrı ve bu tavrın devletin resmî görüşü kabilinden itibar görmesi sadece demokratik değerler ve insan hakları adına büyük bir ayıp değil, aynı zamanda Alevîliğin İslâm çatısı altında içerden ve tarihsel bir bakışla anlaşılmasının önündeki en büyük engeldir de.
Alevîlerin artan hak taleplerine karşı Sünnî ilahiyatçılar tarafından son yıllarda geliştirilen ve içi farklı şekillerde doldurulmaya uğraşılan tez, “İslâm’ın tek ibadethanesi camidir, Alevîler de Müslümandır (‘olmalıdır’ diye okunmalı), dolayısıyla, Alevîlerin de ibadethanesi camidir (‘olmalıdır’ diye okunmalı)” şeklinde özetlenebilir. Dileklerin tespit gibi sunulması hasebiyle her şeyden önce samimiyetsizlikle malûl bu tez, aslında Alevîleri irşad edilmesi gereken yol sapkınları olarak gö(ste)ren müteşerri (Sünnî) İslâm’ın klasik söyleminin zamanın ruhuna uygun “ilmî” bir retorikle yeniden tedavüle sokulmasından başka bir şey değildir. Nitekim konuya tarihsel bir perspektiften bakıldığında bu “ilmîlik” iddialarının zayıflığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Cemevlerinin ibadethane olarak kabulüne karşı öne sürülen Diyanet’in bu resmî söylemi her şeyden önce tarihsel İslâm’ın en temel konularda bile kendi içinde barındırdığı farklılıkları ve zenginlikleri gözardı eden, aslında uzun tarihî süreçler sonucu şekillenmiş ve zamanla kendini büyük çoğunluğa tek doğru olarak kabul ettirmiş müteşerri (Sünnî) İslâm’ın ve onun kurumlarının, bu baskın pozisyonlarına adeta ta en baştan ve hiç tartışmasız bir şekilde sahip olduğu kurgusuna dayanmaktadır. Bu tarih dışı kurguyla, ana akım İslâm’a ait kavramlar ve kurumlar tüm Müslümanların, zamanlar ve kişiler üstü asgarî müştereği olarak sunulmaktadır. Nitekim Alevîlerin cemevlerinin ibadethane olarak kabulüne yönelik talepleri de tam da bu kurguyu ve bu kurgu üzerine inşa edilmiş baskın İslâm anlayışının hegemonik pozisyonunu sorguladığı noktada rahatsızlık kaynağı olmaktadır. (Bu açıdan mesela CNN Türk’te yayınlanan Tarafsız Bölge programının konuya hasredilen 11 Haziran ve 11 Temmuz tarihli bölümlerinde, cemevlerinin İslâmî meşruluğuna dair Kur’an’da ibadethaneye karşılık sadece “secde edilen yer” anlamında “mescid” kelimesinin geçtiği ve mimarisinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili hiçbir kayıt olmadığı, üstelik Hz. Muhammed’in kendisinin ibadet ettiği yerin tek bir göz odadan ibaret olduğu, dolayısıyla günümüzde görmeye alıştığımız ihtişamlı camilerin aslında belli tarihsel süreçler sonucunda ve değişen siyasî ve toplumsal ihtiyaçlara cevaben şekillenmiş kurumlar olduğu mealinde Alevî temsilcilerinin yaptığı değerlendirmelere karşı, bahsi geçen iki programa da konuk olarak katılan eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’in gösterdiği hararetli tepki manidardır.)
Aynı hegemonik konumlanmayı ve tarih dışı yaklaşımı ilahiyatçı olmayan birçok akademisyende de görüyor olmamız şaşırtıcıdır. Bu kişilerin “ilim/bilim” adına yaptığı, Alevîliği müteşerri (Sünnî) İslâm’ın aşina kategorilerine tercüme etmekten ve ana akım İslâmî kodlarla tanınabilir ve tanımlanabilir kılmaya çalışmaktan öteye maalesef geçememektedir. Türkiye’de din alanında yazıp çizen birçok akademisyenin, tarihî süreçler sonucunda ortaya çıkmış ana akım İslâmî kavramları ve kategorileri ne derece içselleştirdiğinin ve mutlaklaştırdığının, adeta nesnel gerçeklik mertebesine yükselttiğinin göstergesidir bu. Bu tarih dışı yaklaşımı “mezhep,” “tarikat,” “ibadet,” “cami” vs. hemen hemen tüm dinî terminolojinin kullanımında görüyoruz. Çoğunluğu temsil etmekle birlikte neticede belli bir İslâmî geleneğin, müteşerri (Sünnî) İslâm’ın tarihsel tecrübesini yansıtan kavram ve kategorileri genelleyip, ana akım geleneğin dışında gelişmiş, hatta Tanrı-insan ilişkisi, Kur’an, peygamberlik kurumu, cennet-cehennem kavramları gibi birçok temel konuda müteşerri İslâm’a —hem Sünnî hem Şiî formunda— muhalif, mistik yönü ağır basan, batınî bir geleneği bu kavramlarla anlamaya çalışmak mümkün olmadığı gibi, modern tarihçilik ve sosyal bilimler açısından da ne “ilmî” ne de etik bir yaklaşımdır.
Bu şekilde veri olarak kabul edilip tarihselleştirilmeyen müteşerri (Sünnî) İslâm geleneğine ait kategoriler ve sorgulan(a)mayan düşünce kalıpları, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Alevîliğin İslâm çatısı altında, ama içerden bir bakışla anlaşılmasını imkânsızlaştırmakta, konuyla ilgili tartışmaları da bir sağırlar diyaloğuna çevirmektedir. Bu açıdan bilhassa üzerinde durulması gereken mesele, Alevîliğin İslâm içindeki konumunu tanımlamak için önceleri daha çok “mezhep”, son yıllarda ise artan sayıda Sünnî ilahiyatçı tarafından “tarikat” teriminin kullanılmasıdır. Oysa hem “mezhep” hem “tarikat” Sünnî gelenek içerisinde çok spesifik anlamlar taşıyan, dolayısıyla —en azından uzun şerhler düşülmeden— Alevîliğe uygulanmaları sorunlu ve kafa karıştırıcı terimlerdir.
Konuyu biraz açalım: Bilindiği gibi, Sünnî İslâm da diğer kapsayıcı dinî gelenekler gibi kendi içinde yekpare değildir. Sünnîlik içinde mevcut yorum farklılıkları “mezhep” ve “tarikat” kategorileri altında tasniflenerek, tolere edilebilir farklılıklar edilemeyeceklerden ayrıştırılmış ve bu şekilde Sünnîliğin iç çoğulculuğu —Kur’an ve hadislerin zahirî yorumuna dayalı, topluca “şeriat” olarak bilinen kaidelerin dinin esası ve vazgeçilmezi olduğu ve ilk dört halifenin meşruiyeti asgarî müşterekler olmak üzere— sınırlandırılıp bir anlamda disipline edilmiştir. Sünnî gelenek açısından mezhep denince akla farklı fıkhî, yani İslâm hukuku ile alâkalı ekoller gelir ki, bunlar kısmen usûl, kısmen de esas itibariyle belli şerî hükümleri farklı yorumlamaları ile birbirlerinden ayrışırlar. Tarih boyunca ortaya çıkmış yüzlerce fıkıh mezhebinden günümüzde, kurucularına atfen Hanefîlik, Şâfilik, Malikîlik ve Hanbelîlik olarak bilinen sadece dört tanesi ayaktadır ve Sünnîler tarafından meşru kabul edilmektedir. Sünnî ulemanın büyük çoğunluğu, yine dinin zahirini, yani şeriatı ve ilk dört halifeyi reddetmemek kaydıyla İslâm’ın batınî yorumuna dayalı mistik/tasavvufî akımları ve bu akımların bilhassa 12. yüzyıldan itibaren temel örgütlenme şekli olan tarikatları da meşru kabul etmiştir. Bu asgarî müştereklerden birini veya her ikisini, nominal düzeyde bile olsa benimsemeyen, açıktan reddeden kişi, grup ve akımlarsa gayrimeşru ilan edilmiş, dışlanmış, devlet gücü kullanılarak bastırılmıştır.
Alevîlik gibi dinin batınî yorumunu esas alan ve bu nedenle müteşerri İslâm ile tarih boyunca ters düşmüş bir geleneği, dinin formel hüküm ve kurallarının tespiti ile iştigal eden fıkhî ekollerle, yani (Sünnî) mezheplerle aynı kategoriye koymak —eğer mezhep kelimesini açıkça jenerik bir anlamda, dinin alt şubeleri mânâsında kullanmıyorsak— anlamsız, hatta abestir. Nitekim, son yıllarda konuyla ilgili çalışan Sünnî ilahiyatçılar da Alevîlik için “mezhep” yerine daha çok “tarikat” terimini tercih eder olmuşlardır. Alevîliğin bu şekilde İslâm içinde bir “tarikat” olarak kavramsallaştırılması artık Diyanet’in, dolayısıyla devletin de resmî tavrı haline gelmiş görünüyor. Yargıtay’ın cemevleri hakkında tekke ve zaviyelerle ilgili devrim yasalarına atfen, yani cemevlerini tekke ve zaviyelerle aynı sepete koymak suretiyle verdiği karar da aslında Diyanet ve Sünnî ilahiyatçılar tarafından son yıllarda geliştirilip sistemleştirilen bu yeni söylemin devletin yargı organındaki yansımasından başka bir şey değildir.
Gerçekten de mistik yönü ağır basan bir inanç sitemi olarak Alevîlik, birçok yönden aynı tarihsel kökleri paylaştığı İslâm’ın diğer mistik/tasavvufî yorumları ile inanç esasları ve terminoloji olarak önemli oranda örtüşür. Fakat bu benzerlikler üzerinden Alevîliği Sünnî söylemdeki içeriğiyle bir “tarikat” olarak tanımlamak ancak yüzeysel ve özcü bir yaklaşımla mümkündür, zira tarihsel olarak ne İslâmî mistisizm/tasavvuf tarikatlarla sınırlandırılabilir ne de Alevîlik klasik bir tarikat yapılanmasına indirgenebilir. Talip-ocakzade ayrımına dayanan ve her talip grubunun, kişisel tercihe tâbi olmaksızın belli bir dede/pîr ocağına bağlılığı etrafında şekillenmiş, ocaklar sistemi olarak tabir edebileceğimiz Alevîlerdeki sosyo-dinsel örgütlenme, belli bir tarihsel süreç sonucu ve organik bir gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkmış, birçok yönüyle klasik tarikat örgütlenmesinden farklı, deyim yerindeyse onu aşan, özgün bir yapılanma modelidir. (1) Üstelik Kadirîlik, Nakşîbendilik, Mevlevîlik gibi tarikatlar, yukarıda da belirttiğimiz gibi müteşerri Sünnî İslâm’ın asgarî müştereklerini benimsemiş olmaları hasebiyle Sünnî ulema tarafından meşru kabul edilmişlerdir, ki bu yönleriyle de Alevîlikten net bir şekilde ayrışırlar. Bu Sünnî tarikatlarda, şeriatın üstünlüğüne halel gelmeyecek şekilde yalnızca şeriatta öngörülen dinî ritüeller “ibadet” kategorisinde değerlendirilir ve farz addedilir, tarikat bünyesinde yapılan ritüeller ise “zikir” olarak, ayrı ve ikincil statüde bir başlık altında gruplandırılır. Dinî ritüeller arasında mekânsal bir ayrıma da gidilir; temel ibadet kabul edilen namaz camide ifa edilirken, zikir (tarihî istisnalar bir yana) cami dışında, genellikle tekkelerde yapılır.
Oysa Alevîlikte böyle bir ayrım yoktur; temel dinî ritüel ayin-i cemdir ve Alevîlere özgü, cemal cemale kılınan halka namazı bu cem ritüellerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Alevî inancına dair açıklayıcı metinleri muhtevi Buyruk yazmalarının peygamberin miracı ile ilgili bölümlerinde yansıtıldığı gibi, Alevî geleneğine göre Hz. Muhammed ve Hz. Ali de ibadetlerini bu şekilde yapmış, “namazlarını” bu şekilde kılmıştır; dolayısıyla “Hz. Ali de namaz kılardı, onun yolundan gidiyorsanız sizin de namaz kılmanız gerekir” şeklindeki argümanların Alevî inancı açısından bir geçerliliği ve anlamı yoktur. Ayrıca genel kanının aksine, cemlerin yapıldığı özel mekânlar hep olmuştur. Daha yeni yeni akademik çalışılmalara konu olmaya başlayan (2), geleneksel olarak “birlik damı”, “dede damı”, “dergâh” gibi adlarla anılan, bazıları gizlilik kaygısıyla kısmen yerin altında inşa edilmiş, onlarca, hatta yüzlerce tarihî yapı Anadolu ve Balkanlar’da mevcuttur ve hepsinin kırlangıç çatı ve meydanın ortasında yer alan kara direk başta olmak üzere ortak mimarî özellikleri vardır. Alevîler yüzyıllarca tüm dinî ritüellerini, günümüzde “cemevi” denen özel mekânlarda, bu tip özel bir mekânın olmadığı durumlarda evlerde yapmışlardır. Ortada cemevleri ile ilgili böyle bir tarihî tecrübe ve onu destekleyen inançsal çerçeve varken, Diyanet’in “tarihte Müslümanların camiden başka ibadethaneleri olmamıştır” şeklindeki iddiasının da, Sünnî tarikatlardaki cami-tekke ve ibadet-zikir ayrımını Alevîliğe monte etmeye çalışan “cemevleri caminin alternatifi olamaz” söyleminin de hiçbir “ilmî” veya etik yanı yoktur.
Sonuç olarak: “Alevî sorunu” denen sorunun kaynağı, Diyanet’in ve onun etkisindeki devlet kurumlarının meseleye müteşerri Sünnî İslâm’ın gözlükleriyle bakması ve ısrarla Alevîliği kendisine ait olmayan birtakım kavram ve kategorilerle tanımlama çabasıdır. Müteşerri Sünnî İslâm’ın asgarî müşterekleri ile sınırlandırılan bir İslâm tanımı içine Alevîliğin olduğu gibi, deforme edilmeden girmesinin mümkün olmadığı açıktır. Bunu gayet iyi bilen Diyanet, eğer gerçekten laik, demokratik bir rejimin tarafsız bir kurumu olmak isteseydi, referans kabul ettiği İslâm tanımını, bugüne kadar Sünnî ulema tarafından ötekileştirilmiş, hatta öcüleştirilmiş Alevîlik gibi batınî ve Ali yandaşı grupları da içine alacak şekilde genişletmesi gerekirdi. Ancak
çok ciddi bir özeleştiri ve yeniden yapılanma gerektiren böyle bir değişime zerre kadar niyeti olmayan Diyanet, olması gerekenin tam tersini yaparak, Alevîliği müteşerri Sünnî İslâm’ın şablolarına sıkıştırmak ve bu sayede yeni, yanmaz kokmaz bir Alevîlik üretmek gayretine girişmiştir. Son günlerde farklı devlet kurumlarının ve mahkemelerin Alevîler aleyhine art arda aldığı kararlar, Diyanet’in akıl hocalığında pişirilmiş, “ilmîliği” kendine kisve edinmesiyle eskilerinden farklılaşan bu yeni asimilasyoncu siyasetin artık hükümetin resmî politikası olarak, son sürat uygulanmaya başladığına işaret etmektedir. Yüzlerce yıldır Anadolu’dan Balkanlar’a milyonlarca insana maneviyat ve kimlik kaynağı olmuş, ilham verdiği kültür, edebiyat ve müzikle mensubu olmayanları da zenginleştirmiş köklü bir inancı içini boşaltarak yok etmeyi hedefleyen, bu amaç uğruna din ve vicdan özgürlüğünü hiçe sayan bu kaba asimilasyoncu politikalara karşı sesimizin şu ana kadar olduğundan çok daha gür ve ısrarlı çıkması gerekiyor.
Ayfer Karakaya-Stump
Kaynak: Express, sayı 130, Eylül 2012
(1) Kızılbaş / Alevî ocaklarının tarihsel gelişimi hakkında bkz. Ayfer Karakaya-Stump, “Subjects of the Sultan, Disciples of the Shah: Formation and Transformation of the Kizilbash/Alevi Communities in Ottoman Anatolia”, (doktora tezi, Harvard Üniversitesi, 2008).
(2) Halihazırda İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde Mahir Polat konuyla ilgili kapsamlı bir doktora tezi hazırlamaktadır.