İsmail Kaygusuz
Ortodoks din bilginleri ve İslam tarihçileri, Mutezili’ler dışında tüm İslamî ekoller Tanrının kelâmı/sözü olduğu ve yaratılmadığına inandıkları Kur’an’nın Muhammed’e peygamberliği süresince, yani 23 yıl boyunca inerek tamamlandığı üzerinde uzlaşır. Her ne kadar Ortodokslar, yani Zahiri İslam mensupları Sünni ve Şii Müslümanlar Kur’an konusunda fazla anlaşamasalar da, içerdiği 114 Sure’nin üçte biri kadarı (21 ile 28) Medine’de geri kalanların ise (86 ile 93 arasında) daha önce Mekke’de inmiş olduğunu kabul ederler. Öbür yandan Heterodokslar, yani Batıni İslam yandaşları, özellikle Anadolu Alevileri mevcut Kur’an’ın Muhammed peygamberin değil, halife Osman’ın kitabı olduğuna inanır ve pek itibar etmezler. ‘Telli Kur’an’ adını taktıkları saz eşliğinde söylenilen ozanların-aşıkların nefesleri ve deyişlerindeki inançsal ve ahlâki ilkeleri, kendilerini doğru davranışa yönlendirerek tapınma ve yaşam biçimlerini oluşturan kuralları (Ali) Kur’an’ından alınma ayetler olarak benimsemişlerdir. Daha da ötesine geçilerek bu benimseyiş, Aşık İbreti’nin (ö.1976) bir nefesinde “Kâmilin ağzından çıkan sözünü/Hemi hâdis hemi Kur’ân biliriz” e dönüşmüştür.
Sekizinci yüzyılın ikinci çeyreğinde yazılmış ve 5. İmam Muhammed Bakır’ın adını koyduğu ve tamamıyla onun kendi sözlerini içerdiği belirtilen Ummü’l Kitab’da Kur’an’a ilişkin verilen bilgiler ve tanımlamalar Ortodoks İslamın inanç anlayışına ve bu kanaldan öğrendiğimiz Kur’an hakkındaki tüm bilgilere tamamıyla aykırıdır. Bu durum, bize sağlıklı ve doğru olarak geldiği iddia edilen İslam’ın kutsal kitabına ilişkin tarihsel bilgilerin sorgulanması gerektiğini açıkça göstermektedir. Soru-yanıt biçiminde düzenlenmiş olan kitaptaki Kur’an’a dair iki soru ve yanıtlarını aynen aşağıya alıyoruz:
Soru 12 [251]: Kur’an nedir?
Sonra Câbir [251] “Ey benim Tanrım, Kur’ân nedir?” dedi. Bâkır şöyle dedi: Yüce Tanrı’nın [K. 45, 29 “Bu, yüzünüze karşı gerçeği söyleyen kitâbımızdır”] şeklinde buyurduğu gibi Kur’an, nâtıka (konuşan/bilinçli) ruhtur. Büyük âlemde, Kudret sahibi Selmân (Selmânu’l-kudreti) yüce Tanrı’nın sesidir. Onun nutku, nâtıka (konuşan/bilinçli) olan ruhtandır. Selmân, âhiret günüdür ve büyük gündür. Kur’ân, Tanrı’nın sözüdür. Yaratılmamıştır. Kim onun için yaratılmış derse, yüce Tanrı’ya and olsun ki o kâfirdir. Yani bu Kudret sahibi Selmân (Selmânu’l-kudreti), [252] Kur’ân’dır ve Tanrı’nın sesidir. Buna tanıklık etmeyenler kâfirdir. Ey Câbir, ‘Kur’ân, Tanrı’nın sözüdür’ ifadesinin anlamı böyledir. Selmân, yaratılmış değildir. Yüce Tanrı’nın sesi de yaratılmış değildir.”
Açıkça görüldüğü gibi Kur’an ruhsal bir kişilik olarak anılıyor ve bu kişiliği hayat veren de Selmân’dır, o Kur’an’ı temsil etmektedir. Kısacası Kur’an Selman-ı Farisî, Selman da Kur’an’dır. Öyleyse bundan; ‘Kur’an’ı Muhammed’e öğreten-açıklayan -haydi indiren diyelim-, Selman’ın kendisidir’ anlamını çıkaramaz mıyız? Ayrıca Selman öyle sunuluyor ki Tanrı’nın, onda zuhuru, yani görünüm alanında bir parçası (sesi ve dolayısıyla Kur’an) olarak nesnelleşmesidir.
Soru 28 [355]: Kur’an ayetleri hangi şehirlerde inmiştir? Konuyla ilgili bâtıni yorum nedir?
“…Ey Ebu Halid, Kur’an’ın her suresinin [355] –Selâm O’nun üzerine olsun– Muhammed’e hangi şehirde indiğini okumuş olan kişi bunun anlamını doğru bilir.” Halid şöyle dedi: Ey zamanın velisi (Yâ veliyye’z-zamân), mümkünse bunun anlamının bâtıni yorumunu yap ve gerçek anlamını açıkla”. İlim sahibi Bakır –Onun selâmı üzerimize olsun- şöyle dedi: “Birincisi el-Hamd (suresi) Mekke’de indi. El-Bakara suresi de Mekke’de indi. Al-i İmran Medine’de indi. En-Nisa suresi Basra’da indi. El-Maide suresi Şam’da, el-En’am suresi Beytü’l-Mukaddes’te, el-A’raf suresi Yemen ve Yesrib’de, el-Enfal suresi de Kufe’de indi. [356] Yüz beş sure de dünyanın her tarafında indi.”
“El-Bakara suresi, alındaki beynin hayat ruhudur ve Adem’in döneminin kanıtıdır: [K. 2, 1-2 “Elif, Lâm, Mim; bu, doğruluğunda kuşku olmayan ve sakınanlara yol gösteren kitaptır”]. Mekke, alındır; çünkü hayat ruhu, mavi kubbeden alna inmiştir. Al-i İmran suresi [K. 3, 1-2 “Elif, Lâm, Mim; Allah’tan başka tanrı yoktur; O diridir ve bütün yaratıkları ayakta tutar.”], işitme ruhu olup Nuh’un döneminin kanıtıdır çünkü yıldızların feleğinden bu kulaklara inmiştir. Bu kulaklar, Medine’nin kanıtıdır. En-Nisa suresi, [K. 4, 1 “Ey insanlar, [357] Rabbinizden sakının”] görme ruhu olup İbrahim’in döneminin kanıtıdır ve Basra’da inmiştir. Basra, görme (duyusudur) ve bu ruh, güneşten Basra’ya inmiştir. Maide suresi [K. 5, 1 “Ey inananlar, sözleşmeleri yerine getirin”] Şam’da inmiş olup koku alma ruhudur. Bu ruh, rüzgârdan koku almaya (burna) bağlanmıştır ve Musa’nın döneminin kanıtıdır. El-En’am suresi, [K. 6, 1 “Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah’a özgüdür.”] konuşma ruhudur, Beytü’l-Mukaddes’te [358] gök gürültüsü ve şimşekten inmiştir; Beytü’l-Mukaddes, iki dudak ile dildir; İsa’nın döneminin kanıtıdır. El-A’raf suresi, [K. 7, 1 “Elif, Lâm, Mim, Sâd; (bu) bir kitaptır.”] alıcı ruhtur (dokunma duyusu), İslam’ı açığa çıkarmak için havadan bu ellere gelmiştir, çünkü bütün kitaplar ve yazılan şeyler ellerden ortaya çıkar; Yemen ve Yesrib’de Muhammed’in döneminin kanıtıdır. El-Enfal suresi, [K. 8, 1 “Sana ganimetleri soruyorlar”] davranış ruhudur; Ali’nin döneminin kanıtıdır; Kufe’de yani ayak tabanında (kef-i pa) inmiştir. Ay ışığından bu [359] ayakların tabanına bağlanmıştır. Yüz beş sureye gelince; yüz, birdir; beş alıcının (duyunun) üzerine gelince altı olur. Birisi tad alma ruhudur, birisi de bütün bedenlerde bulunan meşhur nefistir. Diğer dördü de, andığımız gibi kalbin içindedir…”
Kur’an tarihçileri, Kur’an’da mevcut olan 114 surenin üçte birinin (21, 25, 28?) Medine’de, geri kalanının (93, 89, 86?) daha önce Mekke’de indiğinde hemfikirdirler. Oysa burada bâtıni yorum çerçevesinde, sadece Fatiha ve Bakara surelerinin Mekke, Ali İmran suresinin Medine’de indiğini söylenmektedir. Diğer altı sureden Nisa Basra’da, Maide Şam, En’am Kudüs, Araf suresiYemen ve Yesrib’de (Medine), Enfal ise Küfe’de; geriye kalan 105 sure de Muhammed’e dünyanın her tarafında, yani değişik yerlerde indiği ileri sürülmektedir.
Adı geçen kentlerde inen Sureler sırasıyla Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’in nebilik/peygamberlik dönemleriyle Ali’nin velilik döneminin kanıtları olarak sunulması ve yine bu kentlerin Surelerin sırasıyla beyindeki hayat ruhu, işitme ruhu/duygusu, görme ruhu/duygusu, koku alma ruhu/duygusu, dokunma ruhu/duygusu ve davranış ruhunun hem kanıtı hem de simgeleri gibi gösterilmesi biçimindeki bâtıni söylemlerin üzerinde durmadan soralım: “Bunlar gerçek midir? Böyle bir durum olası mıydı?”
“Hayır, değildir; bu durum tarihsel gerçeklere aykırıdır” demek, doğru olmayacağını kanıtlamaya yetmez. Ummü’l Kitab’ı tanıtan ve yorumlayan Wlademir İvanow’un, “bilinmektedir ki, Basra ve Küfe kentlerinin müslümanların bu bölgeyi (Irak) fethinden önce mevcut değildi” iddiası da doğru değildir. Eski çağlardan beri Basra’nın yerinde bir kasaba yerleşmesi mevcuttu. 635 yılında Halife Ömer, yeniden kurarak bir Arap kentine dönüştürdü. (www.yiscali.co.uk) Küfe’nin ise ise Hicret’in birinci yılında şehir olarak kurulduğu, Halife Ömer’in 637 yılında burayı ele geçirince, kenti genişlettiği bilinir. Zaten Sasaniler döneminde Küfe ve Necef yerleşmelerini içine alan Orta Bih-Kavad eyaleti vardı.(www.en.wikipedia.org)
Unutmayalım ki, Muhammed çocukluğunda amcası Ebu Talip’le başlayarak, 40 yaşında Peygamberlik gelinceye kadar kervanlarla Akdeniz’den Hind denizine kadar bölgeyi şehir şehir, kasaba kasaba ticaret amacıyla dolaşmış ve bugün Ortadoğu adıyla anılan bölgede yaşayan her türlü dinsel ve felsefi inanç (Mani-Mazdek, Hristiyan-mistikler, Musevi-kabbalist, gnostikler, Hindular vb), mensuplarıyla karşılaşmış, konuşmuş, etkilenmiş ve tartışmıştır. İbn Hişam ve Tabari’den okuyoruz ki, Muhammed daha 12 yaşında amcası Ebu Talip’le bir ticaret kervanıyla seyahattayken Basra’da, Nasturi Hristiyan keşişi Sergius Bahira ile karşılaşmış; keşiş onun omuzundaki nübüvvet mührünü görüp, ona peygamberliğini muştulamıştır. Yine Muhammed’in bu döneminin sonlarına doğru sık sık Hira dağındaki mağaraya inzivaya çekilip transendental davranışlarda bulunmasının Sina Dağı manastırlarındaki çileci Hristiyan kesişleriyle hiçbir ilgisi yoktur denilebilir mi?Hem sonra Muhammed’in, peygamberliğinin duyurusunu yapıncaya kadar ticaret gezileriyle geçen neredeyse otuz yıllık yaşamı tüm ayrıntılarıyla biliniyor mu? Gerçekten incelenmiş midir? Oysa sadece bu Nasturi Keşişi söylencesi bile gösteriyor ki, Muhammed otuz yıl boyunca o günün dünyasının, kuruluşu İ.Ö. 1500’lere ulaşan çok eski kenti Damascus (Şam) dahil, Basra, Küfe ve Ortadoğu’nun diğer değişik şehirlerinde keşişler, bilgeler filozof ve farklı inanç mistiklerinden bilgi ve tek tanrı inancı donanımını kazanmıştır. Kaldı ki, Peygamber’in Mekke’deyken İslamı tebliğ için Taif ve Yemen’e gittiği, Medine’ye yerleştikten sonra da ölümüne kadar çeşitli yerlere seferlere çıktığı çok iyi bilinmektedir. Öyleyse Bâkır’ın bu yorumuyla, Muhammed’in Kur’an surelerinin çoğunun Mekke ve Medine dışında esinlendiği veya indiği gerçekten düşünülemez mi?
İkinci olarak Ummü’l Kitab’ın genel içeriği bağlamında, Peygamber’in uyur-uyanıklık arasında Mekke’den Kudüs’deki Süleyman tapınağına ve oradan Göğe yükselip Tanrıyla buluştuğu Mirac gezisi gibi Cebrail eşliğinde ruhsal gezilerle, yani bâtıni anlamıyla “seyrana çıkıp”, sözü edilen kentlerde Tanrıyla buluşarak vahiyleri almıştır, böyle düşünülebilir. Zaten Şii kitaplarında Peygamber’in yüzden fazla miraç yaşadığı da yazmıyor mu? Bizce her iki yönden de yorumlanmaya ve araştırmaya değer.
Bir üçüncü yorum da yukarıya aldığımız 12. soruya [251-252] İmam Bakır’ın verdiği yanıtta aranabilir: Burada Kur’an ruhsal bir kişilik olarak anılıyor ve bu kişiliği hayat veren, canlandıran da Selmân’dır, o Kur’an’ı temsil etmektedir. Tarihsel olarak Selman, Zerdüşt inançlı bir Farisi dikhanın, yani bir İranlı feodalın oğlu olarak iyi eğitim görmüş ve sonra babasının topraklarını terkedip Ortadoğu coğrafyasındaki çeşitli din ve inançları incelemiş ve bazılarını kabul ederek bağlıları içinde yaşamış; bölgedeki zamanın şehir ve ülkelerinin belki hepsini gezmiş ve orta yaşlılığında Muhammed’le buluşmuştu. Öyleyse kitabın diliyle- “nuraniyyette Tanrı’nın nutku, yani Kur’ân olan Selmânu’l Kudret, beşeriyettte” bir büyük bilge, bir veli olarak Selmân Farisî, adı geçen kentlerde ve ülkelerdeki kazanımlarını Muhammed’e aktarmıştır. Ayrıca kitaba göre kendisi, Selmanu’l Kubra/Kabir olarak Tanrı’nın mazharı, Selmanu’l Sugra/Sagir olarak da yersel Cebrail’dir.