Dr. Hüseyin Ağuiçenoğlu
(Ağuiçenoğlu bu yazısında, ta 1922 yılında yayınlanmış ve hala okunmakta olan bir kitaba, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba romanında ileri sürülen karaçalma ve iftiralara dikkatleri çekip irdelememkte. Edebi bakımdan da son derece cılız ve tutarsız olduğunu ortaya koymakta. Sözkonusu romanın Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ve Yakup Kadri gibi önde gelen bir yazar tarafından kaleme alınmış olmasını üzüntüyle karşılamak yetmez; ayrıca tarih boyunca Alevi-Bektaşi toplumuna yapıla gelen itham ve iftiralara ne yazık ki Cumhuriyet döneminde de rağbet edilmiş olmasını esefle karşıladığımızı ifade etmekten kendimizi alamıyoruz. Sadece Osmanlı döneminde değil, günümüzde bile sık sık tekrarlana gelen bu ve benzeri karaçalmaları, görmezlikten gelip susmanın zararı bir yana, toplumumuzun onur ve gururunu rencide ettiği gözardı edilmemeli, edilemez de. Bu yazıyı birçok bakımdan ve ibretle okunmaya değer bulmaktayız. AKADEMİ BÜLTEN)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nur Baba romanının Bir izah başlığı altındaki önsözünde, romanının Akşam gazetesinde çıkan kısımlarına yönelik eleştirilere cevap verirken şu tespiti yapar: „Bugünkü günde bu tarikat [Bektaşi tarikatı] gerek şeklen, gerek ruhan ananeleri haricine çıkmış ve büsbütün tanınmaz bir hale girmiştir.“ Yazara göre bu „çığırdan çıkışın“ başlıca sebebi ise „mürşitlerin en iptidai tasavvuf tehzibinden mahrum bulunmaları ve muhiblerin ‚muhabbet’i lugavi manasıyla telakki edecek kadar kör ve çiğ kalmış olmalarıdır.“ Kendisinin bu kitapta yaptığı şey, güya bu yaraya parmak basmak suretiyle tedaviye nereden başlamak lâzım geldiğini göstermektir.
Kitabının Bektaşiliği yerdiği iddialarının doğru olmadığını savunan yazar, buna kanıt olarak da, romanında anlatılanların, halk arasında Bektaşilik aleyhinde söylenen iddiaların çok gerisinde kalmış olmasını gösterir:
„Bu kitapta yazılan şeyler, mevzuu bahisimiz olan tarikata halkın lisanında dolaşan mekıblerden daha ziyade şey mi getiriyor? ‚Mum söndürmek’den‚ çırılçıplak muanekalar’a kadar bütün o, birbirinden şeni, birbirinden müstehcen masallar ‚Nur Baba’ romanında tasvir edilen vect ve cuşiş sahnelerinden daha çok mu mucibi ârdır?“
Yakup Kadri’ye göre, bırakın „mütassıp sofuları“, bugün „aklı başında“ birçok insan için bile her Bektaşi bir „mülhid“ veya „zındıktır“. Ve yazara göre Nur Baba, „hiç değilse böyle bir kanaatla yazılmış bir kitap değildir“. Böylece yazar, kendisinden önce yapılmış olan itham ve karalamalara da rahmet okumaktan geri kalmaz.
1923 tarihinde yayınlanan Nur Baba’nın ikinci baskısının Önsöz’ünde (İkinci izah) ise kitabının yeterince anlaşılamadığından yakınan yazar, Bektaşilik ile iligli eleştirenlere artık cevap vermeyeceğıni, „çünkü bunlar benim cinsimden insanlar değildirler“ derken, gelen eleştirilerden oldukça bıkmış bir izlenim vermektedir. Gerçekten de, Nur Baba romanı, 1922 yılındaki ilk baskısından bugüne kadar oldukça sık eleştirilmiş ve yerilmiştir. Fakat, bu, Karaosmanoğlu’nun bu yoğunlukta tepki toplayan tek romanı değildir. Onun ünlü romanı Yaban (1932) da, bırakın şiddetli eleştiririleri üzerine çekmeyi, köylüleri aşağılıyor gerekçesi ile üniversite öğrencileri tarafından toplu bir şekilde yakılma akıbetine bile uğramıştır. Yakup Kadri, Nur Baba’da olduğu gibi Yaban’da da anlaşılamadığını defalarca vurgulamak zorunda kalmıştır. Denebilir ki Türkçe yazan hiçbir yazar, bu „anlaşılamama“ dahası –yine kendi deyimiyle- „ters anlaşılma“ (yanlış anlaşılmanın da ötesinde) konusunda onunla aynı kaderi paylaşmamıştır. Nitekim, yazar, Nuh Baba’da Hacı Bektaş Veli ocağına, Yaban’da da Türk köylüsüne hizmet etmek emelinden başka bir amaç taşımadığını vurgulayıp dursun, onun bu romanları, hizmet etmek istediği insanların nezdinde birer hakaret ve küfür örneği olarak algılanagelmiştir.
Nur Baba romanında Yakup Kadri, kendi deyimiyle, „İstanbul’un yedi tepesinden birinde, eski bir Bektaşi dergâhını“ konu edinmektedir. Romanın ismi de dergâhın mürşidi ve romanın esas karakteri olan Nur Baba’dan geliyor. Nur Baba, bu Bektaşi dergâhına 8-9 yaşlarında, Nuri olarak girer. Dergâhın eski mürşidi Afif Baba, beş evliliğinden de çocuk sahibi olamayınca, yüreğinde duyduğu ezikliği gidermek ve son karısının da aşağılayıcı bakışlarından kurtulmak için başını alıp uzun seyahatlere çıkar. Dönüşünde „hastalıklı“ ve „cılız“ Nuri’yi birlikte getirir ve evlatlık edinir. Fakat, bu „aslı meçhul“ „sığıntı“ öyle şımarık, öyle haddini bilmez biri ki, on yedi yaşına girdiği zaman artık dergâhta „sarkıntılık etmediği“, „el atmadığı“ kadın bırakmaz. Bundan ötürü müridler elini ayağıni tekkeden çeker ve Nuri yalnız başına kalır. Afif Baba’nın ölümü ile de bu „havai ve çılgın genç“, sadece onun postuna oturmakla kalmaz, aynı zamanda daha önceden yatağına girdiği Afif Baba’nın haremi ile de evlenir. Yani kendisini elleriyle yetiştirip büyüten, ona analık eden Celile Bacı’nın kocası olur. Nuri’nin taşkınlıkları, sarkıntılıkları ve tecavüzleri nedeniyle boşalan dergâh, işte bu evlilikle birlikte, Daha da boşalacağına, her nasılsa bir iki yıl içinde dolup taşar. Bu ilişkiyi merak edenler, akın akın dergâhın eşiğini aşındırmağa başlarlar. Yazara göre:
“Bu münasebet herkesin o kadar merak ve tecessüsünü celbetti ki, tekke yeniden dolmağa başladı; birkaç sene evvel yavaş yavaş, tek tük çekilen misafirler bu sefer heycanlı bir temaşaya koşar gibi akın akın avdet eylediler ve tekkeye pek az zaman zarfında evellce görülmemiş bir feyi ve bereket getirdiler.“
Romanın bundan sonraki olay örgüsü artık dergâha akın eden müridlerin ve özellikle de mürşid Nur Baba’nın aşk ve içki âlemleri etrafında örülür. Yakup Kadri, dergâhın boşalması ile yeniden müridlerin akınına uğramasını bir sayfa içinde öyle hızlı, öyle acele anlatır ki, okuyucu bu adımı zihninde bir türlü canlandıramaz, mantiki olarak kavrayamaz. Yazar, hiçbir çaba göstermeden, hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymadan, insanların, kısa bir zaman önce aşağıladığı ve onun yüzünden dergâhtan ayrıldığı Nuri’yi, bir anda herkesin önünde secdeye kapandığı, her hareketinden bir hakikat ve keramet gördüğü saygıdeğer Nur Baba’ya dönüştürür: O, tekkeye gelenler tarafından „âdeta bir hilkat garibesi gibi telakki edililiyor, ayinlerin imtidadınca en ufak, en sade bir duruşuna kadar bütün tavırları ve hareketleri onlara fevkalade görünüyor, tek bir bakışı bin türlü tetkiklere, tenkitlere, bin türlü fısıltılara sebep oluyordu.“ Bu nasıl mümkün oldu? Nuri bu arada bir keramet mi gösterdi? Şahsiyetini mi değiştirdi? Yaptıklarından pişman olduğunu mu ilan etti? Hayır. Romanda bunların hiç birisi olmuyor. Nur Baba eski Nuri’dir: „Bir külçe ihtiras, bir küme iştiha“. Öyleyse nedir insanları bu dergâha çeken? Nedir onlara yeniden Nur Baba’nın önünde secde kıldırtan sebep? Buna Yakup Kadri’nin tek bir cevabı vardır: Nuri ile Celile Bacı’nın evliliğinin uyandırdığı merak! İnsan ister istemez burada bu dergâhın müridlerini merak eder ve zanneder ki İstanbul’un tüm çöpçatanları, dedikodu meraklıları ve işsiz güçsüzleri bu dergâhın etrafına toplanmıştır. Ama, durum hiç de öyle değil. Çünkü, dergâhın önemli müdavimlerinden Hamdi Bey bir Miralay’dır. Nesimi Bey Evkaf Müşteşarı’dır. Rauf Bey yazar ve mütercimdir, Necati Bey Adliye Nezareti’nin yüksek dereceli memurlarındandır vs.
Yazar da bu durumun farkında ve dergâhın bir çekim merkezi haline gelişine, daha doğrusu dergâh etrafında oluşan birlikteliğe daha mantıki temeller yaratmaya çalışır. Bunlar da tüm romana damgasını vuran ve dergâhı dergâh yapan iki şeydir: Oraya gelenlerin içki ve şehvet düşkünlüğü. Bu Bektaşi dergâhı, İstanbul’un âdeta tüm „dem“ ve şehvet müptelâlarının çekim merkezi, „randevu mahalli“ olur. Orası bir „alay şarhoşun“ kaçamak yuvasıdır. Orada „dem alınıp“ „şakır şakır göbek atılır“. „Hacı Bektaş ocağını, sevgilisi Rauf Bey’le birleşmek için en müsait bir yer telaki eden Nasib Hanım“, ancak o „karanlık mahfel“ o „esrarengiz yerde“ onunla „kucak kucağa, dudak dudağa“ olabiliyor. Orada aralıksız sekiz on saat içki içilir ve oradaki „Bektaşi ayinleri âdeta bir Neron’un, bir Petrone’nin, bir Trimalkiyo’nun safahat âlemi“dir. Bu âlemlerin sonunda sofra her seferinde tekme tokat dağılır ve ertesi günü hiçbir şey olmamış gibi yeniden „lokma“da buluşulur. İşte, Yakup Kadri’ye göre bir Bektaşi dergâhı varolmasını ve devamlılığını bütün bu çirkefliklere borçludur!
Kimlerdir bu dergâhın romanda öne çıkan müridleri? Nur Baba’dan sonra romanın en önemli iki karakteri Ziba Hanım ile Nigâr Hanım’dır. Ziba Hanım, İstanbul’un soylu ailelerinden birine mensuptur. Babası Safa Efendi, Abdülaziz’in saray bürokratıdır. Safa Efendi lezzetli yemeklere ve güzel kadınlara düşkündür. Kanlıca koyundaki büyük yalısı yazın her gece sabahlara kadar sazlı-sözlü ve bol içkili eğlencelerin mekânıdır. Babasının izinden giden Ziba, çok genç yaşlarda öyle şöhrete ulaşır ki, İstanbul’da onun ismini bilmeyen otuz erkeğe rastlanmaz. Tanınmak için „anasının, babasının, kardeşinin hayatını, ailesinin namusunu, kendi gençliğini, güzelliğini, servetini“ feda eden Ziba, tekke tekke dolaşır ve sonunda, kırkına doğru gelir Nur Baba’nın ocağında aradığı saadeti bulur.
Ama bu saadet, ruhi ve manevi bir saadet değildir tabii ki. Yakup Kadri, „zevk ve sefahat ocağı“ olarak sunduğu Bektaşi dergâhına böyle bir misyonu kesinlikle yüklemez. Zaten Ziba Hanım’ın karakteri de böyle bir şeye asla müsait değildir. Yazarın burada kastettiği şey aşk ve şehvettir, Nur Baba’nın yatağıdır. Bu „görmüş geçirmiş“ kadın, Nur Baba’yı „kendi gögsünün ateşinde eritir.“ Ondan „bir aşk ve şehvet putu“ yaratır. On yıl boyunca dergâhın en önemli aşk ve para kaynağı olur. Sonunda ise kendi elleriyle mürşidin koynuna soktuğu yeğeni Nigâr Hanım’ı kıskandıği için dergâhı terk eder ve „kendini kumar ve ticaret gibi bir takım işlere vakfeder“.
Ziba Hanım’ın yeğeni Nigâr Hanım ise otuzuna yaklaşmış evli ve iki çocuk annesi „oldukça zeki, münevver“ bir kadındır. Bektaşi düşmanlığı ile yetişmiş, „Kızıl başlar“ terimi onu „daha küçük yaşında âdeta nefret ve haşiyetle titretirdi“. „Bu iki kelime onun için ‚cadı’, ‚hortlak’ vesaire gibi kelimelerin ifade ettikleri cehennemi mânalarla doluydu.“ İşte bu Nigâr Hanım, biraz meraktan, biraz da can sıkıntısından, „geçkin“ halasının kendisini kurbanlık koyun gibi Nur Baba’nın „kolları arasına“ itmesine müsaade eder. Yakup Kadri, Nigâr Hanım’ın halasının bu tavrını ise sırf kıskanç olmadığını ispat etmek isteğiyle açıklar: „kendisini herkes nazarında terkedilmekten korkan ve bunun için mürşide yaklaşmak isteyen genç kadınları mümkün mertebe uzaklaştırmağa uğraşan, eski bir muhibbe seviyesine inmiş görmekten bir an evvel kurtulmak istiyordu“.
Nigâr Hanım Bektaşilerin çevresine girdiğinin daha ilk gününde „dudaktan dudağa dolaşmış kadehi en son boşaltmak felaketine maruz“ kalırken alaycı bir şekilde şu tespiti yapar: „Gerçekten Bektaşi olmak pek bir güç bir şeymiş“. Ama, „perişan sakallı şeyh“in bir iki „nefes“ söylemesi, Nigâr Hanım’ın hemen oracıkta değişmesine yetmektedir. O artık „büsbütün aşk, büsbütün ateş“ olan Nur Baba’nın kendisini avlamasını bekleyen kolay bir avdır. Yakup Kadri burada da, Nigâr Hanım’daki bu ani değişiklik konusunda da oldukça acelecidir. Bektaşilerden nefret eden, onları “bir alay sarhoş” olarak gören “akıllı” ve “münevver” Nigâr Hanım, şeyhin bir iki tatlı sözüyle, bir iki beyitiyle bir gecede eriyiverir, ayrı bir Nigâr Hanım oluverir! Ona kur yapmaya başlar, onun sorularına “şuh tebesüm”lerle karşılık verir. Ve kısa bir süre sonra karşılaştığı arkadaşı Macid‘e de, ilk defa gördüğü Bektaşi sofrasını şu sözlerle tasvir eder: “Bu öyle bir sofra ki, insan onun başından ağız ağıza dolu ve taşkın kalkıyor; en tatlısından, en acısına kadar manevi gıdaların her türlüsünü tadıyor”. Bunun üzerine Macid, “sen âdeta yeni bir ilâhın mabedinden bahseden genç bir mürşideye benziyorsun; senin sesinde heyecan, gözlerinde ateş var. Senin yolun muhakkak bir başka yere uğradı” der. Genç kadının cevabı şu olur: “Bu yer bir Bektaşi tekkesinden başka bir yer değil”. Macid’in bu cevap karşısındaki hayretini ise şöyle gidermeye çalışır: “insan orada kabil değil temaşa mevkiinde kalamıyor, her nasılsa, bilmeyerek, istemeyerek oyuna karışıyor”. Ve nitekim öyle de oluyor. Kısa bir zaman içinde normal hayatı altüst oluyor, evi bir dergâha dönüyor, eski arkadaşları kendisini terk ediyor ve „bu yeni ve acayip âlem görünmez bir örümcek gibi onu hergün sessizce biraz daha kendi ağı içine alıyor“. O artık, Yakup Kadri’nin deyimiyle, sadece „rakı kokusuna“ alışmakla kalmıyor, aynı zamanda „piyanosunda nefesler çalıyor“, teşekkür ederken „sağ elini kalbinin üzerine koyup öne doğru eğiliyor“ „bir kapıdan girerken eşiğe basmıyor“ vs.
Her ne kadar Yakup Kadri, Nigâr Hanım’daki bu ani ve radikal değişikliği, bu “oyuna karışmayı”, “her nasılsa” şeklinde bir belirsizlikle açıklamaya çalışıyorsa da, aslında kendisinin bunun için kafasında hazır bir kalıbı vardır . Ona göre her kadın kendi kişiliğinde bir fahişeyi barındırır. “Azgın bir teke” olan Nur Baba işte Nigâr Hanım’daki bu fahişeye seslenebilmiş, onu uyandırabilmiştir: „Acaba her kadının benliğinde böyle doğmak için fırsat bekliyen rüşeym halinde bir fahişe mi saklıdır?“ Yakup Kadri böyle düşündüğü için Nigâr Hanım tipi, romanda gerçekliği olan bir karaktere dönüşemez, uyduruk bir tip olarak kalır. Gözümüzün önünde canlanamaz. Ona atfedilen „ağır başlılık“, „zekilik“ „münevver“ gibi sıfatlar ise birer yafta olmaktan öteye geçemez, ete kemiğe bürünemez. Mesela, bir sayfa önce ona Nur Baba hakkında „Bu adam, Ziba hala gibi bir kaç muvaffakiyetten sonra kendini kaybetmiş, nefsinde her kadına karşı bir temellük hakkı vehmeylemeğe başlamış bir hodbinden başka bir şey değildi“ dedirten Yakup Kadri, bir sayfa sonra onu Nur Baba’yla karşılaştırırken „bir dakika içinde baştan başa şuhluk ve hiffet“ kestirir. Yakup Kadri’nin, romanlarında özellikle kadın karakterlerini çizerken, onların „anlaşılmaz“, „açıklanmaz“ davranışlarını anlatmaya çalışırken, kısacası, kadın psikolojisi üzerine kafa yorarken en sık başvurduğu kavram cinselliktir, kadınların içindeki zaptedilmez, dizginlenmez şehvettir. Biz, buna onun Kiralık Konak romanındaki Seniha karakterinin çelişkili, tutarsız davranışlarını açıklamaya çalışırken de rastlarız. Yazarın orada Seniha için söylediği şu cümle sanki Nur Baba romanında, dergâhtaki bir „âlem sofrasında“ gülen Nigâr Hanım için söylenmiştir: „Seniha’nın kahkalarında bir sefahat sofrasında gıdıklanan bir fahişenin sesi duyuluyordu“. Yakup Kadri’nin özellikle ilk romanlarında görülen bu herşeyi cinsellikle açıklama temayülü, bu bir nevi Freudçuluk, 1928 yılında yayınlanan Sodom ve Gomore’de artık had safhaya ulaşır. Romanın konusu yok olur; olay örgüsü birbirine kötü bir şekilde yamanmış pornografik sahnelerin ötesine geçemez.
Nur Baba romanın son bölümleri, „siyah sakallı, dağınık saçlı“ „baştanbaşa ihtiras, baştanbaşa iştiha olan“ Nur Baba’nın Nigâr Hanım’ı nasıl elde ettiğini ve onunla nasıl seviştiğini uzun uzun anlatır. Kitabının son üç bölümünde yazar, beş altı yıllık bir sıçrama yapıp bizi, bu arada evini ve çocuklarını terkedip, servetini de yatırdığı Bektaşi dergâhına yerleşmiş olan Nigâr Hanım’la karşılaştırır: Avurtları çökmüş, saçları ağarmış, 37’lik değil de sanki 70’lik, alkol, afyon ve haşhaş bağımlısı bir kadın görürüz karşımızda. Tüm gücünü Derviş Çinari’in kendisine temin ettiği uyuşturucu haplarından bulur. Nur Baba ise, diğer tüm kadın müridlerine yaptığı gibi, onu da eski bir kağıt parçası gibi buruşturup çöp tenekesine atmıştır bile. O şimdi gönlünü „oynak ve hain bir bakire“ olan Süheylâ’ya kaptırmıştır. Dergâhta, „dem“ sırasında ellerini Süheylâ’nın „mermer gibi sert gögüslerinde“ dolaştırırken o, „bırak beni bırak beni ben daha olmadım“ şeklinde cilve yapmaktadır.
Yakup Kadri’nin Nur Baba romanında hiçbir karakter okuyucunun zihninde bir iz bırakmaz. Onlar belli bir mesajı iletmek için uydurulmuş kötü birer oyuncudurlar. Çelişkili, realitede yansımaları olmayan birer boş kılıf. Mesela, Nigâr Hanım, 134. sayfada Bektaşi tarikatının tüm sırının „eyvallah demekten“ ibaret oduğunu düşünür ve diğer bütün ruh hallerini tehlikeli bulur: „Nedir, o bir takım nefis sevgisi, haysiyet, şeref kaygıları içinde çırpınanlar? Kimdir, ne zavalıdır o bedbahlar ki, Ziba Hala gibi bütün hayatları gururun sarsıntılarıile geçmiştir? Sevmek yerine sevilmek istemişlerdir. Kıskanmışlar, bağırmışlar, çağırmışlar“. İnsan bunları okurken kendini tamamıyla sevgiye vermiş bir rahibeyi canlandırır gözünün önünde. Fakat, Yakup Kadri 138. sayfada Nigâr Hanım’a öyle bir kıskançlık yaşatır, onu öyle bir hummalı nöbete sürükler ki, okuyucu âdeta birbirine tamamıyla zıt iki kişilikle karşı karşıya kaldığını sanır. Nur Baba’nın Süheylâ ile evleneceğini duyunca Nigâr Hanım, önce „nefesinin tıkandığını ve kalbinin durduğunu“ hiseder, sonra „vücudunu acayip bir ürperme alır“ „dişleri birbirine çarpar“, yürüyemez ve „çözülen bir bohça gibi Nur Baba’nın oturduğu postun kenarına yığılıverir“. Bir müddet sonra „Nigâr Hanım örtüleri arasından yavaş yavaş başını çıkardı ve gözleri Süheylâ ile Nur Baba arasındaki bu safiyane sarılışa tesadüf eder etmez tekrar örtündü. İçinden ‚ah, kalkıp gidebilsem’ diyordu. Şu dakikada yatağına girip yüzü koyun uzanıp hüngür hüngür ağlamayı her şeye tercih ediyordu.“ Sonunda da, onu yatağına götüren Nur Baba’nın dizlerine kapanır, onun dışarıya çıkmaması için yalvarır ve hıçkırıklar içinde boğulur. Yakup Kadri’nin burada yaptığı, bir kişilikteki çeşitliliği, çok yönlülüğü ve değişkenliği göstermeye çalışmanın çok ötesinde bir şeydir. Burada açıkça yazarın tutarsızığı, karakter yaratmadaki yetersizliği söz konusudur. Çünkü, o, bu değişiklikleri açıklamaz, açıklayamaz. Bu durumda da okuyucu, onun bir karakter için söylediklerini bir kaç sayfa sonra unuttuğunu zanneder.
Yakup Kadri, Nuh Baba romanında hiçbir karakteri canlandıramadığı gibi hiçbir karaktere de olumlu özellikler bahş etmez. Zaten, Nur Baba, Ziba Hanım ve Nigâr Hanım dışındakilerini sadece bir kaç cümle ile tanıtır. Mesela, „siyah dişli, yamru yumru ağızlı“ Al Hotoz Afife Hanım’ın „üstü başı bir sarhoşun mendili gibi kokuyor“. Nasib Hanım, sevgilisi Rauf Bey’le buluşmak için her seferinde kocasına ve babasına ayrı bir yalan uyduran, hatta „iki günden beri otuz dokuz derece hararetle yatan çocuğunu yeni bir dadının eline bırakıp“ oraya gelen bir „Şark aşüftesi nümunesi“dir. Rauf Bey, “bir İstanbul zamparası”; Miralay Hamdi Bey, “bir askerden çok, daha doğrusu bir insandan ziyade Yunan esatirindeki o, yeni yetişmiş bakireleri kovalayan satirlere benziyor”; “Bacının hemşirezadeleri zillerini parmaklarından henüz çıkarmış iki genç çengiye” benziyolar; dergâhın emektar aşçısı Derviş Çinari ise, altına, „yuvarlak olmasaydı Allah diyecek“ türden bir paracı ve sadece uyurken ayık olan bir sarhoştur. Romanda ilk bakışta olumlu diyebileceğimiz yalnızca Celile Bacı tiplemesi vardır ki, dikkatlice bakılınca, onun da aslında iradesiz, zayıf, kocasınının zamparalıklarına ortak olan, ona kadın ayarlayan silik bir gölge olduğunu görürüz.
Bu açıdan bakılınca Nur Baba romanı, gerçeklikten uzak, edebi bir değer taşımayan bir hiciv, bir yergi romanı olarak karşımıza çıkar. Bektaşi dergâhlarına hakaretler yağdıran, Bektaşiler aleyhine söylenen iftiralar üzerine oturtulmuş bir kitap. Yakup Kadri kesinlikle diğer Bektaşi dergâhlarını Nur Baba’nın “aşk cennetinden” ayırmaz. Tüm Bektaşi dergâhları onun için aynıdır: birer „garip meyhane”, “bir çok ruhların kaynadığı şeytani kazan”dırlar. „Bunlar muhakkak aile hayatı aleyhine kurulmuş bir takım müesseseler“dir. Oraya gelenler ise „muhabbeti, Bektaşi tabirince, içmek, çalgı çalmak“ olarak anlayan, „kiminin elinde bir şişe, kimininde bir def, kiminde bir ud“ bulunan “sarhoş” takımıdır. Onun içindir ki hiç kimse oradaki postların, “bu üzerine kapanılan, bu öpülen, mukaddes postların” ne kadar fena, “âdeta bir tekenin sırtından yeni sıyrılmış gibi” koktuğunun farkında değildir. Yakup Kadri’ye göre Bektaşi dergâhlarında tüm başlar sadece iki şeyin önünde eğilir: “güzellik ve zenginlik”. Bu yüzdendir ki, Bektaşiliğin tüm sırrı, bütün esrarı “gelenin malı, dönenin canı” desturundan ibarettir. İşte bütün bunları Nigâr Hanım’ın yüzü suyu hürmetine yolunu şaşırıp oraya bir kerecik uğrayıveren Macid (belki de yazarın kendisidir) anlar ve Bektaşi dergâhlarından “kin, tiksinme, utanma, vicdan azabı ve daha bin türlü izdırap” duyar.
İnsan, Nur Baba’yı okuyunca, Yakup Kadri’nin kalkıp hâlâ kitabını Bektaşilere hizmet için yazdığını iddia etmesini anlayamıyor doğrusu. Zaten onun kendini savunurken Nur Baba’da anlattığı şeylerin “mum söndürme” iddialarının gerisinde kaldığı gibi garib bir açıklama ile yetinmesi, kitabın içeriği hakkında yeterince açıklayıcı olmaktadır sanırım. Burada insan ister istemez, acaba, Yakup Kadri’nin bu romanı, “mum söndürme” iftiralarının devam etmesine nasıl bir katkı sağladı diye düşünür; veya, Kemalizm’in en önemli ideologlarından biri olan yazarın bu romanının, yayınlanmasından kısa bir süre sonra kapatılan tekke ve zaviyeler arasına Bektaşi dergâhlarının da dahil edilmesine hiç mi etkisi olmadı diye sorar kendi kendine.
Nur Baba, Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri’ne rahmet okutacak türden bir roman.