• Makalat-ı Şeyh Safi

     

    İbn Bezzaz Vehhab Rahman
    MAKALÂT-I ŞEYH SÂFİ
    (Safvatu’s -Safâ 4. Bab)

    Hazırlayan ve Sadeleştiren:
    Dr. İSMAİL KAYGUSUZ

    “Kendini gördüğün yer, Tanrı’yı göreceğin yerdir”

    ALEVİ AKADEMİSİ YAYINLARI/6
    Kitabın Yazarı: İbn Bezzaz Vehhab Rahman
    Kapak Tasarım: Okan Akyürek

     

    Basımevi: Özdoğan Matbaa Yayın Ltd. Şti.
    Matbaacılar Sitesi 558. Sok. No: 29 İvedik OSB- Ankara
    Tel: 0.312 395 85 00- 01- 02

    www.ozdoganmatbaa.com
    ozdoganmatbaa@hotmail.comozdoganmatbaa@mynet.com

    Baskı yeri ve yılı: Ankara, Nisan 2009
    Bütün Yayın Hakları, Alevi Akademisi’ne aittir.

    Sayfa Sayısı: 466
    Ücret: 15 €

     

    BİRKAÇ SÖZ

    Aleviliğin yazılı kaynaklardan yoksun olup, sadece sözel kaynaklardan beslendiği savı oldukça yaygın. Sözelliğin de yaşatıcı ve besleyici bir etken olarak hesaba katılması gerektiği bilinmiyor değil. Ne ki Alevilik gibi bin dört yüz yılı aşkın uzunca bir zaman dilimini kucaklayan, her bakımdan dopdolu ve oldukça hareketli bir tarihin de mirasçısı olan bir inanç sistemini yazılı kaynaklardan yoksun görmek ve göstermek ne denli inandırıcı olabilir? Evreni, yaşamı, bilimi, her oluş ve gelişimi yoğun bir ilgi ve merak içinde ölçüp biçen; Hz. Hüseyin, Hallac-ı Mansur, Seyyid İmadeddin Nesimi, Pir Sultan Abdal ve daha nice düşün ve inanç önderlerinin başını çeke geldiği bu son derece acılı ve meşakkatli çığırın, salt dilden dile aktarılan sözel iletişimle varlığını sürdürmesi, mümkün müdür?

    Aleviliğin, “Ulus-dini” arayışlarına konu olması, açık bir biçimde ilkin İttihat ve Terakki zamanında ön plana çıkmıştır. Oluşturulmak istenen Türk Ulusu’na, yurt-vatan-dil öğelerine ek olarak bir de din öğesinin katılması gereği duyulmuştur. Bu amaçla Aleviler konusunda bir araştırma ve incelemenin yapılması karara bağlanmış ve bu iş için Baha Sait Bey görev-lendirilmiştir.  Türkiye ve İran’da gezip araştırmalar yapan Baha Sait Bey, çalışmalarının sonunda, “Türklük dini olmaya en müsaidinin” Alevi-Bektaşi inancı olduğu kanısına varır. “Ancak Arap ve İran ayaklarının kırılması” gerektiği koşuluyla.

    Arap ayağı’ndan kasıt; Hz. Muhammed- Hz. Ali-Oniki İmam ve “el ele-el Hakk’a” ilkesine dayalı ve her biri Oniki İmam’dan birine uzanan Ehl-i Beyt Ocakları’nın, rehber-pir-mürşit hiyerarşisini oluşturan dinsel yapının, ortadan kaldırılması gerekmektedir. İran ayağı’ndan kastedilense İran-Horasan üzerinden Anadolu’ya (Diyar-ı Rum’a) akıp gelen Horasan Eren-leri tarafından getirilen Aleviliğin terk edilmesidir.

    Aleviliğin, Muhammed-Ali’den veya İslam’dan kaynaklanmadığını, hatta Hz. Ali ile hiç bir ilişkisinin bulunmadığı, Anadolu’da başka, Arap yarım adasında başka Ali’lerin, hatta Muhammet’lerin bulunduğu gibi bilim ve akıl dışı savların yanı sıra; bazılarınca Şamanizm, bazılarınca da Zerdüştlük Aleviliğin kaynağı olarak gösterilmeye çalışılır. Bu ve benzeri nafile görüş ve propagandalarla, hala söz konusu “İran ve Arap ayaklarının kırılması”na çalışılmaktadır. Aleviliğin, inançsal, kültürel ve coğrafi olarak “Anadolu”ya sıkıştırılmaya çalışılması,  Alevilik tarihinin 1400 yıllık boyutunu yok saya-rak, Türkler’in Anadolu’ya geliş tarihleri olan 1000 yıllarının Aleviliğin ortaya çıkışının başlangıç tarihi yapılmak istenmesi ve benzeri daha pek çok boşuna gayretin sürüp gittiğini anımsatmakta yarar olduğu kanısındayız.

    Aleviliğin yazılı kaynaklarının büyük bölümünün yok edildiği, saklandıkları toprak altında, duvar içlerinde çürüyüp yok oldukları, devletin el koyma ve imha etme politikalarıyla çok azının günümüze ulaştığı, doğrudur. Günümü-ze kadar gelebilenlerse, çürüme ve sayfa kaybına uğramış, neredeyse yararlanılır olmaktan çıkmış bir durumdadır. Ne yazık ki çoğu henüz gün yüzüne çıkarılmış da değil. Ayrıca büyük bölümü halkın anlayabileceği dillere çevrilmiş de değil. Diyanet İşleri Başkanlığı, kimi kişi ve çevreler tarafından çevrilenlerse, ne yazık ki politik amaçlarla, tahrif edilerek, saptırılarak aktarıldığı için neredeyse faydadan âridir.

    Söz konusu çarpıtma ve saptırmaların tarihi çok eskilere dayanır. Günümüz-de yapılanların yeni ve geçmişten kopuk uygulamalar olmadığını anımsa-talım. Doğrusu, hali hazırdaki bu olumsuzluklar, geçmişte yapılanların bir devamı, hatta bir benzeri, neredeyse aynısıdır. Durum yakından incelendi-ğinde, yüz yıllardan beri yapıla gelenlerin aynı anlayışa dayandığı, belirlenmiş bir politikanın ürünü olduğu açıkça görülür.

    Sözgelimi, Alevi Cemevi kurmak isteyen Aleviler, bulundukları yerlerin ita amirliklerine başvurup resmi kaydın yapılmasını talep ettiklerinde, “filan kanuna göre bu yasaktır, bunun yerine ‘Cem Kültürevi’ yazın, onaylayalım” deyip yönlendirdikleri biliniyor. Aleviler, ibadet yeri olarak Cemevleri’nin açılması talebinde bulununca da, Diyanet İşleri Başkanı ve kimi hükümet yetkililerinin, “Alevi vatandaşlarımız, Cemevleri kurmuyor, Cem Kültür Evleri kuruyorlar. Onlar İslam’da ibadet yerinin Cami olduğunu biliyorlar!” biçiminde açıklamalar yapmaktadırlar. Görüldüğü gibi, bizzat kendileri vatandaşı “Kültür” sözünü oraya eklemeye yöneltiyor ve arkasından da bu “kültür” kavramını Cami’nin lehine ve Cemevi’nin aleyhine kanıt olarak öne sürüp, hem de “Alevi yurttaşın istemi” gibi gösterip, kullanma pişkinliğini gösteriyorlar.

    Sünni iktidarların baskı ve korkusu altında ister Alevi ister Sünni kökenli olsun, düşünce ve inançlarını yazan kimseler, şablon haline getirilmiş olan bir takım kurallara uymak zorunda kalmışlardır. Örneğin Hz. Ali’nin vasiliğini, Ehl-i Beyt’in velâyet’ten kaynaklanan imamlık hakkını kabullenip ifade etmek başlı başına bir suç sayılmıştır. Bunu Aleviler’in yanı sıra, Sünni mezhep ve tarikatlara mensup kimi düşünürler de benimsemiş, kabul edip yazmışlardır. Devlet,  -Sünni kökenli de olsa- kitap yazarlarının bu tutumunu hoş görmemiş, “Rafizilerin mezhebini teyid eden” bir tutum olarak algılamış, yani ağır suç saymış ve onları da ağır cezalara, hatta ölüm cezasına çarptırmaktan geri kalmamıştır. Buna, Şeyh Muhammed bin Yusuf el-Kenci el-Şafi’i’yi örnek gösterebiliriz. 665 hicri yılında vefat eden Ebi el-Şâme el-Makdisi, El-Zeyl ‘ala el-Ravda adlı eserinde (sayfa 207’de) konu ile ilgili olarak şöyle yazmış:

    “Ramazan ayının 29. gününde, Fahr camiinde (Şam’da) el-Fahr Muham-med bin Yusuf bin Muhammed el-Kenci öldürüldü. Kendisi ilim ehlinden olup, fıkıh ve hadiste âlimdi. Lakin kendisinde rafizilik mezhebi hakkında meyil ve çok kelam bulunuyordu. Rafızilerin mezhebini teyid eden kitaplar yazmış ve bunları iki İslam devletinin sultanlarına ve Tatar devlet reisine sunmuştu… Halk sabah namazından sonra onun üzerine yürüdü ve karnı yarılana kadar onu dövdüler… Onun gibi (Rafızilik mezhebine meyil gösterenlerin) yaşamları da bu şekilde son bulmuştu.”

    Aynı kişinin kişiliği ve ölümü ile ilgili olarak, onun “Halkın arasında Şafii mezhebine göre amel eden bir âlim” olarak bilindiği, “sırf Ehl-i Beyt velâyetini izhar ettiği için camide öldürülmüş” olduğu, kitabının adının da “Kifâyet el-Tâlib fi Menâkib Ali bin Ebi Tâlib” olduğu,  Ali bin İsa’nın Keşf’ul-Ğumme adlı kitabında ayrıca anlatılmıştır. (Enis Emir, Alevi Akademisi Bilim Kurulu Sempozyumu’nda sunduğu bildirgeden).

    Bu tür uygulamaların sayısı bir hayli fazladır. Ola ki bunun da etkisiyle, giderek işlerine yarar bir yol ve yöntem bulunmuş, bir teamül oluşmuştur. Hazret-i Ali’nin vasiliğini ve Ehl-i Beyt İmamlarının velâyetini, kendi eserlerinde belirten din ve düşünce adamlarına karşı tepkilerin ağır baskı ve ölümlerle sonlanması karşısında, yazarlar, çeşitli tavizler vermeye zorlana-rak,  bir hile-i şeriye düzeneği ile cezaların hafifletilmesi, işin Sünni ikti-darın lehine halledilmesi yoluna gidildiği anlaşılıyor. Eldeki yazılı kaynak-lardan anlaşıldığına göre, bu ödünler, ağırlıkla Ehl-i Beyt’in velâyetten ve imametten doğan hak ve yetkilerini belirtme keyfiyetine karşılık, özellikle Ebu Bekir-Ömer-Osman üçlüsünün, Sünni ulemaca “sahabe” diye adlandı-rılan kimselerin, saygıyla anılmalarını ifade etmeleri, dayatılmıştır. Buna birkaç örnek vermek gerekirse, şu kişileri zikredebiliriz:

    Şeyh Kemâleddin Muhammed bin Talha el-Şafi’i(H 582-652), kitabı “El-Dur el-Muntazam fi el-Sirr el-‘Azam”(s.36-45)’de yaptığı gibi, Hazret-i Ali’yi “kâmil aklın tümü ve bu dünya alemi içinde en yüce ilmin sureti olduğunu” beyan ettikten sonra, buna “Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyir Sa’d, Sait ve Ebu Ubeyde’nin Arş’ın sureti olduklarını” ekleme zorunluluğunu duymuştur. İktidarın öfkesini üstüne çekmemek için, işi tam güvenli kılmak amacıyla “Ebu Bekir’in Hazret-i. Muhammed’in halifesi, Ömer’in Hakk’ın halifesi, Osman’ın da Kuran’ın halifesi olduğunu” da katmadan edememiştir.

    – Şeyh Suleymân bin İbrâhim el-Kanduzi el-Hanefi (Hicri, 1220-1294), “Yenabi’ul-Meveddeti li Zevil-Kurba”adlı eserinde;

    –  Ebu’l-Mueyyed Muvaffak bin Ahmed el-Mekki el-Huvarezmi el-Hanefi (Hicri, 484-568), “Menâkıb Emirelmüminin Ali bin Ebi Tâlib” adlı eserinde;

    – Şeyh Nureddin Ebu Hasen Ali bin Abdullah bin Ahmedel-Huseyni el-Semhudi el-Şafi’i (Hicri, 844-911), “Cevâhir el-‘İkdeyn” adlı kita-bında;

    – Ebu Hasan Ali bin Muhammed İbin Mağâzeli el-Şafi’i(ölümü, 483 Hicri), “El-Menâkib”da;

    –  Ali bin Muhammed bin Ahmed Nureddin bin Sabbâğ el-Maliki (Hicri, 784-855), “Fusul el-Muhimme li-Ma’rifet el-Eimme”de;

    – Şeyh Muhibuddin Ebu’l-‘Abbas Ahmed bin Abdullah el-Tabari (Hicri, 615-694), “Zahair el-‘Ukba fi Menâkib Zevil-Kurba”da;

    – Şeyh el-İslam Sadruddin Ebi İshâk İbrahim bin Muhammed el-Hamaveyni (Hicri, 648 –723), “Ferâid el-Simtayn”da;

    – Şemsuddin Yusuf bin Kuz’ali bin Abdullah el-Bağdâdi el-Hanefi, Sıbt İbn el-Cuzi (Hicri, 581-654), “Tezkiretu havvâs el-Eimme”de;

    – Şemsuddin Muhammed bin ‘İzzuddin Ebi Muzaffar el-Hanefi el-Zerândi, (Hicri, 693-750), “Durer el-Simtayn”da aynı yöntemi kullanarak iktidarların hışmından kurtulmaya çalışmışlardır. (Enis Emir, Alevi Akademisi Bilim Kurulu Sempozyumu’nda sunduğu bildirgeden derlendi.)

    Adı geçen bu kişiler ve daha birçokları bu tür kirli yöntemlerle canlarını kurtarmayı başarmışlar; ancak yazılı kaynakların tahrif edilmesi sonucu, Aleviliğin asimilasyonunun kolaylaştırılmasına, sorunun daha da karmaşık bir hal almasına, Sünni iktidarların Aleviliği Sünnileştirme çabalarına da katkıda bulunmuşlar. Bu riyakârlığın, korkaklığın, ikiyüzlülüğün tarih önün-de kazandığı sınavın kapkara sayfasından başka bir şey değildir.

    Böylece Hulâfa-i Râşidin’in, İcma’nın önceliği gibi konulardaki Ehl-i Sünnet istekleri peşinen kabul edilmiş, sıra Ali’nin vasiliği ve Ehl-i Beyt’in velâyeti konularında nelerin yazılacağına gelmiştir. Elinizdeki bu kitapta, yani Safvatu’s-Sâfa / Menâkıb-ı Şeyh Sâfi’de de görüldüğü gibi, kitabı çeviren İbadullah Sunullah Efendi’nin, “Hûlafa-i Râşidin”meselesini kitaba katması, İmam Ali ve oğulları Hasan ile Hüseyin’e asla dostluk göstermemiş olan Ayşe’yi, Fatima ile bir arada göstermesi, söz konusu hile-i şer’iyenin bir devamı, bir benzeri değil midir?  Daha sonraları istinsah edilmiş olan Safvatu’s Safa nüshasında, incelenmiş olan Türkçe metinde, böyle bir tahrifata rastlanmıyor olması da dikkate değer bir durumdur.

    Gerçek böyle olduğu halde, yazılı ve temel kaynaklardan elbette vazgeçe-meyiz; söz konusu hile ve çarpıtmalara parmak basmalı, gerekli açıklama ve uyarıları yapmalı ve yazılı kaynaklarımızı anlaşılır bir dile çevirmeli, toplumumuzun bilgisine sunmaya devam etmeliyiz.

    Elinizdeki Safvatu’s-Sâfa da hiç kuşkusuz söz konusu bu temel eserlerin başlıcalarından biridir. Ayrıca bilim ve düşün dünyamızda saygın bir yere sahip olan Dr. İsmail Kaygusuz’un büyük bir titizlikle hazırladığı, oldukça kapsamlı bir ön-inceleme ile birlikte eser, daha da güçlendirilmiş, ayrıca rahatlıkla anlaşılabilir bir hale getirilmiş bulunmaktadır.

    Alevi Akademisi Bilim Kurulu, “Aleviliğin Sözel ve Yazılı Kaynakları“ konusunda yaptığı sempozyumda, -ister sözel ister yazılı olsun- her iki alanda da gerekli bilimsel çalışmaların yapılmasını, doğrudan ya da dolaylı olarak Aleviliği ilgilendiren temel kaynakların Türkçe’ye çevrilmesini karara bağlamıştır.  Aradan geçen bu iki yılda söz konusu yazılı kaynakların küçümsenmeyecek bir bölümü elde edildi ve Türkçe’ye çevrilmeleri için gerekli hazırlıklar yapılmaya başlandı. Söz konusu çalışmaların bir sonucu olarak, Safvatu’s-Sâfa’nın yanı sıra Hutbetu’l-Beyân da baskıya verildi. Son derece önemli bir üçüncüsünün de 2009 yılı içinde basımının gerçekleş-tirilmesi planlanlanmıştır.

    Temel eserlerin, özellikle Aleviliğin tarihsel seyrini ve Bâtini yaklaşımını -ki hali hazırda bu alanda ciddi bir boşluk ve bilgisizlikle karşı karşıyayız- ortaya koymak, tasavvufi ve felsefi boyutlarını bilince çıkarmak ve her yönüyle tam bir aydınlanmayı gerçekleştirebilmek bakımından önemi son derece büyüktür. Besbelli ki bu gerekli bilgilenme ve bilinçlendirmeyi hızlandıracak, içi boş propaganda ve tartışmaların azalmasını, yerini seviyeli ve bilimsel değerlendirmelere bırakmasını sağlayacak başlıca adımlardan biri, belki de başlıcası olacaktır.

    Safvatu’s-Sâfa, Alevi Akademisi Bilim Kurulu üyesi Dr. İsmail Kaygusuz’ un çabaları sonucu yayına hazırlandı. Kendisine yürekten teşekkür ediyor, yaşamında başarı ve mutluluklar diliyoruz. Safvatu’s-Sâfa’nın Türkçe’ye transcripsiyonunu yapan Vural Genç dostumuza, basımevi çalışanlarına, emeği geçen tüm her kese, işin maddi külfetini, sponsorluğunu üstlenerek bu eserin yayınlanmasını gerçekleştiren Celal Keser, Devrim Tumer, Böblingen Alevi-Bektaşi Kültür Merkezi ve üyeleri İmam Gürbüz, Mehmet Şahin, Reyhan Şahin, İnsaf Kaymanlı, Ali E. Kaymanlı, İbrahim Özdoğan, Güler Akpınar, Engin Eser, İlhami Satılmış, Mustafa Doğan ve Basel ve Çevresi Alevi-Bektaşi Kültür Birliği’ne, candan teşekkür ediyoruz.

    Mustafa Düzgün
    Alevi Akademisi Başkanı