Asghar Ali Engineer
Kur’an tanrısal, fakat yorumu(tefsir) insanidir. Bundan dolayı çeşitli Kuran ayetlerinin birbirinden farklı yorumları bulunmaktadır. Kuran ayetlerinin yorumundaki farklılıklar daha sonraki bir gelişme değildir; Muhammed Peygamberin dünyadan göçüşünden kısa bir zaman sonra başladı. Peygamberin ileri gelen bir kısım sahabileri birbirinden farklılaşmaya, bozuşmaya başladılar ve zaman geçtikçe bu farklılıklar inançsal görüşlerinde de derinleşti.
Yorum farklılıklarının çok çeşitli nedenleri vardır. Kuşkusuz en başta gelen, anlayıştan doğan farklılıklardı. Herhangi bir metin ve daha çok da simgeselliğe eğilimi olan kutsal metin, bir insanın kendi algılama ve zihinsel kapasitesine bağlı olarak anlaşılır. Ayrıca, bu ayetlerin anlaşılması, insanların kendi kişisel ya da ailesel geçmişine bağlıdır; kabile geçmişinin görgü ve terbiyesi, bağlı bulunduğu topluluğun kendine özgü özellikleri (ethos) dahi önemli bir rol oynayacaktır.
Müslümanlar zaman ilerledikçe siyasal kavgalar içinde anlaşmazlıklara düştüler ve bu kavgalar, Kuran ayetlerinin yorumlarına da yansıdı. Tartışan, kavgalaşan partiler, herbiri kendisinin durumunu yasallaştırmaya çalıştı. Bunu, kendi durumlarına uygun düşen ya hadisler ya da Kuran ayetlerinin yorumu aracılığıyla yapmayı denediler.
Ayrıca, daha İslamın ilk döneminde birçok mezhepler ortaya çıktı ve herbiri doğruluğunu, Kuran ayetlerini kendi öğretileriyle uyuşum içinde yorumlayarak kanıtlamaya çalıştılar. Bunların öğretisel farklılıkları ve biçimlenmeleri, al-Bagdadi’nin Al-Farq bayn al-Firaq ve diğer bazı erken dönem kitaplarında(özellikle al-Şehristani’nin al Milal val Nihal adlı yapıtında, İ.K.) işlenmiştir. Bu sektlerin her biri, çeşitli Kuran ayetlerini kendi yöntemleri içinde yorumlamaya çalıştılar. Hem siyasal hem de doktrinel farklılıklarla bir çözüme ulaşmak olanaksızdı. Ayrıca, hukukçular (fukaha) arasında da farklılıklar gelişti. Bu hukukçular da Kuran ayetlerini, kendi hukuksal konuları anlayışına uygun biçimde yorumladılar. Böylece Sünni İslam içinde de dört büyük fıkıh ekolü gelişti. Aynısı Hadis literatürünün de gerçeğidir.
Kuran ayetlerinin değişik yorumları için diğer nedenler arasında mezhepsel farklılıklar en önemli ve en ilginç rolü oynar. Gerçekten, mezhep farklılıklarının Kuran ayetlerinin farklı yorumlanmalarında çok belirleyici rol oynadığını söylemek abartma olmayacaktır. Yine diğer mezhepsel farklılıklar arasında, Sünni ve Şiiler arasındaki farklılıkların çok daha çekişmeli rolü olduğu sanılmaktadır. İslamda başka iki mezhep, bazı Kuran ayetlerinin yorumu ve anlaşılmasında Sünniler ve Şiiler kadar fazla farklılaşmamıştır. Sünni Hadis külliyatının (corpus), Şiilerinkinden ayrı olarak gelişmesinin nedeni de buydu.
Sonuçta Şiiler de, asıl bölünme Oniki İmamcı ve İsmaililer olmak üzere birçok alt bölünmelere ayrıldılar. İsmaililer, sadece Sünni yorumlarından değil, aynı zamanda Şii yorumu ana görüşünden de temelden farklı olan, kendi bağımsız Kuran ayetleri yorumu geliştirdiler. Bu makele de değinmek istediğimiz konu İsmaili yorumudur. Ancak konuya girmeden önce, makalelerimizden birinde işlediğimiz İsmaili öğretilerini burada kısaca özetleyerek, okuyucularımıza bir anımsatma yapalım.
İsma’ililer, Oniki İmamcı Şiilerden, beşinci İmam (Şiilere göre altıncı İmam) Caferi Sadık’ın ardılı(halefi) sorununda ayrılırlar. Halifeci öğretinin Sünni İslama ait olduğu gibi İmamcı öğretinin de Şii İslam için ana öğreti olduğunu belirtmek gerekir. Şia inancına göre İmam, Peygamberin kızı Fatima ve Ali’nin soyundan gelmeli ve böylece de daima oğul babaya ardıl olacaktır. Şii mezhebinin hangi kolu olursa olsun bu öğreti hep merkezde kalır. Şii alt bölünmeleri (kolları) arasındaki farklılıkların çoğu, herzaman değilse de, bir önceki İmamın ardılı sorununda olmuştur.
Hanefiler (Sünni Hanefi mezhebinin kurucusuyla karıştırılmamalıdır. Bunlar da Kaysaniler, Muhtariler, Haşimiler vb.kollara ayrılır, İ.K.) Ali’nin oğlu Muhammed bin Hanifa’nın İmam olarak babasına ardıl olduğuna inanır. Benzer şekilde Zeydi Şiiler, Zeyneabidin’den sonra oğlu Zeyd’i İmam tanırlar. Zeydiler çoğunlukla Yemen’de yaşamaktadırlar. Aynı biçimde İsmaililer, İsmail’in, İmam Cafer Sadık’ın ardılı olduğuna inanır, oysa Oniki İmamcı Şiiler Musa Kazım’ın Cafer Sadık’tan sonra İmam olduğunu kabul ederler. (Yazarı tanımadığı anlaşılan Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Alevi-Bektaşiler de ardıl İmam olarak Musa Kazım’ı bilmektedir. İ.K.)
Oniki İmamcıların ilgili olduğu İmamlık zinciri , yeniden ortaya çıkması beklenilen 12.imamın (Mehdi’nin) gizlenmesiyle sona erdi. İsmaililerin bağlı olduğu İmamlık makamı ise İsmail’in soyu üzerinden üzerinden sürdü ve 21.imam Tayyib gizlenmeye çekildi, kayboldu. Fakat İsmaililer, Oniki İmamcılar gibi onun yeniden dünyaya geri döneceğine inanmazlar. Diğer taraftan onlar, İmamın soyunun süreceğine ve onun soyundan bir gün zamanın İmamı zuhur edeceğine inanırlar.
Ancak hemen belirtmeliyiz ki, İsmaililer de İmam Mustansir Billah’tan sonra, İmamlığın ardılı sorunu üzerinde ayrılık oldu. İsmaililerin bir bölümü Mustansir’in genç oğlu Mustali’yi yerine ardıl olarak atadığına inandılar, öbür kısmı ise büyük oğlu Nizar’ı İmam olarak kabul ettiler. İmam Tayyib Mustali koluna bağlıdır. (Hindistan’da Bohralar adıyla tanınan Mustali İsmailileri kolundan olan yazar nedense, 20 milyondan fazla nüfusla çoğunluğu oluşturan Nizari İsmaililerde Nizar’ın soyundan 49. İmam Kerim Ali Ağa Han ile sürmekte olduğundan sözetmemektedir. İ.K.)
Bu makalede biz asıl olarak, Mustaliler ve Nizariler’in ayrılmasından önceki İsmaililer tarafından yapılan Kuran yorumunu konu edindik. Druziler de temelde İsmailidirler ve Druzileri ayrı bir makalede işleyeceğiz. Onlar İmam al-Hakim’in ölümünden sonra İsmaililerden koptular. Druziler de, İsmaili görüşten temelden farklı olan kendi Kuran yorumlarını geliştirdiler.
İsma’ililer, diğer bütün Şiiler gibi, tavil olarak niteledikleri Kuran’ın gizli anlamı olduğuna inanırlar. Sünni İslam’ın tafsir literatüründe-yorum edebiyatında, tafsir ve tavil hemen hemen aynı anlamda-eşdeğer olarak kullanılır. Fakat Şii İslam’da her ikisi de ayrı anlama sahiptir; tafsir(yorum) Kuran’ın açık (zahiri), tavil ise gizli(batıni) anlamını gösterir.
Sünniler ve Şiiler Kuran’daki 3.Sure “Ali İmran”ın7.ayeti üzerinde farklı yorum yaparlar. Sünni yorumcular bu ayeti şöyle anlamlandırır: “…Hiçkimse onun tavil’ini bilmez, Tanrı korur, sadece Tanrı bilir. Rasikhun fi’al ilm (ilimde çok yükselmiş olanlar, büyük ulema) derki; ‘biz ona inanıyoruz, herşey Tanrımızdandır” Böylece, Sünni Kuran yorumcularına göre sadece Allah, tavil bilgisine sahiptir ve Rasikhun fi‘ al-‚ilm , bu (gizli) bilgiye sahip değillerdir; onlar sadece, bu (tavil) bilginin Allaha özgü olduğuna inanırlar.
Diğer yandan Şiiler, tavil bilgisine al-rasikhun fi‘ al-‚ilm tarafından da sahip olunduğuna inanırlar, fakat asıl (bu gizli ilime sahibolanlar) Ali ve Fatima soyundan gelen İmamlardır. Yani, sadece Allah değil, fakat aynı zamanda Peygamber, onun vasisi Ali ve soyundan gelen İmamlar da tavil bilgisine sahiptirler. Şimdi en önemli soru: nedir bu tavil? İsma’ili edebiyatında (genelde tüm Alevi literatüründe İ.K.) ilm al-ladunni (ilm-i ledun, gizli bilim) olarak ifade edilir; bu sözlü olarak Peygamberden vasi’sine (Ali’ye), vasi’den imama ve sonra bir imamdan diğerine geçer.
Eğer biz tarihsel olarak incelemeye gidersek, o zaman, tavil edebiyatının asıl sergilemesini çok daha geç, Abbasi döneminde buluruz. Gerçekten, İsmail’in (İmam) atanması hakkındaki tartışma ve arkasından gelen Şii toplumu içinde bölünmeler bu dönemde oldu. Yunan bilim ve felsefesi İslam dünyasına yayılmasından sonra İsmaili İmamları ve dailer, yani İsmaili inancına çağıranlar tarafından, Kuran ayetleri gizli anlamlandırma (tavil)yapılmaya başlandı.
Daha önce Rasail Ikhwanus Safa (Temizlik Kardeşleri Risaleleri) üzerinde ayrı bir makale yazmıştık. ( Konuyla ilgili olarak, bu sayfalarda yayınlanan İkhvanus Safa üzerinde yaptığımız, Asghar’ın bu makalesini de içine alan kısa çalışmamımıza bakılabilir. İ.K.) İsmaili literatüründe bu Risaleler’in çok büyük önemi vardır. Bu Risaleler, sistematik olarak tavil’i sergileme girişimi olmasa da, tavil ögelerini içermekte ve tavil disiplinini sergileme başlangıcı olarak alınabilir. İkhvanuss Safa’nın özellikle elli üçüncü Risalesinin tamamıyla tavil ile ilgili olduğu düşünülmektedir.
İsmaili dai’leri, özellikle Seyyidna Yakub al-Sicistani, Seyyidna Cafer Mansur al-Yaman, Seyyidna Kadi al-Numan, Seyyidna Hamiduddin Kirmani, Seyyidna Muayyad Şirazi, Seyyidna Hatim ve diğer birçokları bu seçkin ve örneği olmayan tek disiplinin gelişmesinde büyük rol oynamışlardır. İlm-i tavil’in (gizli/batıni bilimin) gerçekten sadece İsmaili mezhebine özgü olduğunu söylemek abartma olmayacak. Tavil ilmi, zamanın bütün mevcut bilgilerini/bilimlerini, -özellikle Abbasiler tarafından Yunan klasiklerinin Arapçaya çevirilmesiyle tanınmış, yaygınlaşmış bulunan Yunan bilimini- İslami öğretilerle birleştirmek için büyük bir girişimdi.
Kuşkusuz İsmaililer tavil İlmi’nin, popularize edilmiş Yunan bilimiyle geliştirilmediğine, ama daha da erkenlere gönderme yapıldığı gibi, İmamdan İmama geçen ilm-al Nubuvvet’in (Peygamberlik ilmi) bir parçası olduğuna inanırlar. Fakat tarihsel olarak konuşunca, İkhvanus Safa Risaleleri yazılmadan önce tavil’in kaydına rastlamıyoruz. Denilebilir ki, İsmaililer arasında tavil bilgisi, yalnızca Grek bilim ve felsefesinin başarısıyla ya da çağrısıyla karşı karşıya gelindiği zaman yazıya geçirildi.
Şiiler arasından Aşari’ler bu düşünsel mücadeleye çağrıyı, Yunan felsefesine toptan muhalefetle karşıladılar, üstelik onu reddetmek için onun araçlarını kullanarak. Oysa İsmaililer bunu, onun evrenin yaratışı (kuramı) dahil Yunan biliminden aldıklarını İslamın temel öğretileriyle (birleştirip) yaratıcı bir sentez yapma girişimiyle karşıladı. Böylece Aşariler ve İsmaililer, Yunan felsefesini düşünsel mücadeleye çağrısı ya da meydan okuması ve onun İslam dünyası üzerindeki büyük etkisini değişik karşılama yöntemleriyle yonttular. Bu etki hakkıyla değerlendirilmedi.
İsmaili tavil, akıl üzerinde yapılandırıldı. Arapça’da tavil sözcüğü, “birinci, asıl, ilksel olmak ya da sözcüklerin asıl-temel anlamını vermek” demektir. İşte İsmaililere göre de, Kuran’ın ayetlerinden her birinin, açık olanından başka temel, yani gizli anlamı vardır ya da ikinci bir anlama sahiptir. Onlara göre asıl mümin bilen, bilgi sahibi olan kimsedir ve o kimse Kuran ayetlerine, gerçek ve gizli (batıni) anlamıyla inanandır.
İsmaililer, bir Müslüman ile bir mümin arasında fark olduğuna ileri sürerler. Kelimeyi (Şehadeti) ezbere okuyan ve namaz kılma, oruç tutma, zekat verme, hacca gitme gibi bütün açık-görünen (zahiri) tapınmaları yerine getiren kimse Müslümandır. Ancak Mümin, Müslüman olmaktan daha fazlasıdır. Bir mümin sadece zahiri ibadetleri yerine getiren değil, fakat bu tapınmaların (rituals) anlamını, ne demek istediğini, amacını, aslı ve gerçek özüne, kısacası batıni (anlamda) inanan kimsedir.
İsmaililer, 49.surenin 14. ayetini şöyle yorumlamaktadır:
“ Çöl sakinleri derki: Biz inanıyoruz (amenna). Deki: Siz inanmıyor, fakat (sadece) dilden söylüyorsunuz; biz teslim oluyoruz (aslamna). Sizin kalblerinize henüz iman girememiş.”
İsmaili ilahiyatçılarının görüşüne göre işte bu ayet, İslam ile İman arasında, yani teslim olanlar (Müslümanlar) ve inananlar (Mümin) arasında açıkça ayırım yapar. Onlara göre sadece görünen, açıkta, zahir olan kabul edilmez, fakat ciddi inanç batındadır, yani gizli ve esas olandır.
Daha fazla ilerlemeden önce , batın ve tavil yönteminin ne olduğunuu anlamak gereklidir.Ve ayrıca sıradan insanların gerçek anlamlandırmayı ya da tavili bilmediğinin düşünülmesi önemlidir. Çünkü bilenler sadece seçilmiş ya da bilme yetkisi verilmiş pek az kişidir. Tavil’in içeriği sıradan müminlerden bile kesinlikle yol gösterici-eğitici bir sır olarak saklandı. Nedeni açıktı; İsmaililer, Ortodoks Müslümanlar tarafından heretik (sapkın) olarak görülüyordu. Hatta İmam Ghazali (ö.1111) batınilik üzerine bir kitap yazmış ve onları suçlamıştı. Onlar, doğru olmadığı halde, tenasuh ve hulul anlayışıyla Tanrının İmamda görünüm alanına çıktığı ve ruhların başka bedenlere geçtiğine inanmakla suçlanıyorlardı. Kahire’deki Al-Azhar Üniversitesi İsmaili Araştırmaları Bölümü Başkanı olan Dr. Kamil Hüseyin, böyle iddiaları tamamıyla reddetti. Fakat İsmaililer çoğunlukla kendi gerçek inançları hakkında yanlış anlayış içindedir.
Böyle suçlamalar korkusu yüzünden İsmaililer, batini tanrıbilim içindeki kendi inançlarını ve onu(batıni tavili) sadece seçilmiş ya da sırlar (bilme yetkisi) verilmiş az insanın açıklama yapacağını genel Müslümanlardan gizlemek zorunda kalmıştır. Batıni bilgi, kadın veya erkek sadece bir kişiye, inancı ve doğruluğu üzerinde güvence verdikten sonra açıklanırdı (ifşa edilirdi). Bugün bile sıradan Bohralar (Hintli Mustaili İsmaililer İ.K.), Sünni Ortodoks Ulemadan adet olduğu üzere (gelecek) bir korku olmadığı halde, herhangi bir tavil bilgisine sahip değildir.
İsmaililere göre mathal adı verilen bir bütün ideal sistem vardır ve burada yeryüzünde mamthul (ideali kavrayan, duyumsayan) dediklerini karşılayan, benzeyen, haber veren, temsil eden bir sistem (a corresponding system)vardır. Bunu anlamak için Tanrının, insan zihni tarafından kavranması asla mümkün olmayan çok üstün bir tümel (totaly) varoluş-mevcudiyet olduğunu bilmek gereklidir. O her şeyi bilir, akla uygun kılar ve sadece algılanamaz. Herhangi bir benzeri de yoktur. Tanrı evrenin yaratılışına etkin olarak da karışmamıştır. O sadece ukul‘u ( safi nurdan akıllar,intellects) yaratmıştır. Akıllar, ışıktan yapılmış hafif-narin yaratıklardır. Işığa karşıt olan madde ise kathif (ağır ve karanlık)dir.
Allahın ya da Ulu Varlığın, maddenin yaratılışında rolü yoktur. O, Seyyidna Yakub al-Sicistani tarafından Mubdi al Mubdiat (Yaratıcıların Yaratıcısı)olarak gösterilir. Onun rolü Ukul’un(Akıllar) yaratılmasıyla durur. Ve Allah sadece ışığı yaratmıştır, karanlığı değil. Hiçkimse karanlığın ve ağırlığın (kathafat) yaratılışını O’na atfedemez.
Madde Onuncu Akıl tarafından yaratıldı ve Onuncu Akılın adı ashir-i mudabbir (Onuncu akıl)dir. Ayrıca Onuncu Akıl, bütün maddeyi temsil eden kathafat (ağırlık ve karanlık) ve bu evrenin yaratılışından sorumludur ve yine karanlığı ve ağırlığı ışığa(nura) çevirmek de onun sorumluluğundadır. Onuncu Aklın yeryüzündeki karşılığı ya da temsilcisi Peygamberdir. Demekki Peygamber yeryüzünde Ashir-i Mudabbir’in Mamthul’dur; Onuncu Aklın, kathafat’ın (karanlık ve ağırlığın), latafat’ a (ışık, hafiflik) dönüştürmesine yardımcı olur.
Peygamber insanlara doğru yolu gösterir ve bu nedenle Kuran tarafından Muhammed siracan munirah (ışık veren lamba) olarak tanımlanmıştır. O insanlığı aydınlığa-ışığa götürmekte ve değiştirmektedir. Peygamberden sonra bu islevi yerine getiren İmamdır. Muhammed’den sonra herhangibir peygamber olamayacağı için, onun halefi kızı Fatima ve onun kocası Ali soyundan gelen İmamlardır. İsmaili inançlarına göre bu dünya, bir ruhsal yolgösterici ve yeryüzünde aktif bir temsilci ( mamthul of Ashir-e-Mudabbir) olan İmam’sız asla kalamaz. Bir İsmaili Dai bunu kanıtlamak için Ithbat-ul-Imamah (İmamlığın İspatı) risalesini yazdı.
Şu halde yeryüzünde Onuncu Aklın temsilcisi İmamdır ve bundan dolayı en yüksek saygıya hak kazanır. İmam Onuncu Aklın tüm niteliklerine-sıfatlarına sahiptir ve demekki Tanrının sıfatları yoktur ve O bütün nitelik ve niceliklerin, sıfatların üstünde ve onların ötesindedir. Bu sıfatlar Onuncu Akla ayrılmış, ona özgüdür. Bunun için yeryüzünde Onuncu Aklın temsilcisi olan İmam yeryüzünde bu sıfatlara da sahiptir.
Fatımi İsmaililerinin, karşıtları tarafından, Tanrının İmamın kişiliğinde zuhur ettiği, yani hulul inancı olarak yanlış anladıkları sıfatlar kuramı budur. Dr.Kamil Hüseyin, Seyyidna Muayyed Şirazı Divanı’na yazdığı Mukaddima’da (girişte) bunu ayrıntılılarıyla tartışmaktadır. İmamın kişiliği Tanrının değil, yukarıda gösterildiği gibi Onuncu Aklın karşılığıdır.
Fatımiler ya da Fatımi davasını sürdürenler için de söylendiği gibi İsmaililer tarihindairesel dönüşümleri-dönemleri kuramına (the cyclical theory of history) da inanmaktadırlar. Öyleyse, Onuncu Akılın görevi evrendeki tüm karanlığı ve ağırlığı (kathafat), aydınlığa –ışığa dönüştürmektir ve tarihin her döneminde karanlığın bir bölümü yeniden nura çevrilir; bu dönüşümler, maddenin tamamı nura dönüşünceye dek sürecektir ve artık bu evrende kathafat yoktur.
Evrenin her dönüşümünde ya da çağında bir Adem yaratılır ve Peygamberlik zinciri, dönüşüm içinde İmamlar tarafından yeri alınan son Peygamber Muhammed’le sona ermiştir. Fakat her çağda kaim al kiyamah (Kıyamet’in sahibi, Yargılama gününü getiren) olarak bilinen biri çıkar.
Qa’im al-Qiyamah ile dönüşüm sona erer ve karanlık cismin son bir bölümü bu dönemde ışığa çevrilir. İşte bu kurama göre, evrende cisim hiç kalmayıp ışığa-nura çevrilinceye kadar bu dönemler sürecektir. Öyleki artık ışık, latafat; ağırlığa ve karanlığa, yani kathafat üzerinde sonsuz yengi kazanacaktır. Evren tarihinin İsmaili dairesel dönüşüm kuramı kısaca budur.
Batıni ve tavil ilimlerini anlatan kitaplarından bazıları: 1) Saiyyidna Mansur al-Yaman, Kitab al-Shawahid wa al-Bayan, 2) Saiyyidna Qadi al-Nu’man, Ta’wil al-Da’a’im, 3) Saiyyidna Hamiduddin Kirmani, Rahat al-‚Aql , 4) Saiyyidna Mua’yyad Shirazi, Al-Majalis vb. Bu kitaplar batıni bilgileri ilgilendirdiği kadar, Fatımi davasını ya da en yüksek İsmaili başarılarını içermektedir.
Saiyyidna Kadi al-Nu’man’ın İsmaili hukuku üzerine yazdığı al-Da’a’im al-Islam ve Ta’wil al-Da’a’im kitapları çok tanınmıştır. İkinci eserinde Kadi Nu’man şeriat ögelerinin ve bütün söylenegelen biçimsel tapınmaların özgün (batıni) anlamlarının açıklamalarını yapar. Kadı Numan ilkönce, gerçek bir inananın zahir ile batın, yani açık olan-dıştan görülen ve bu şeriat ritüellerinin özgün (original) niyetinin-maksadının ne olduğu arasında denge tutturmak gerektiğini vurgulamıştır.
Kadı Numan zahir ve batın arasındaki denge üzerine bu vurguyu koymak zorunluğunu duydu, çünkü İsmaililer arasında bazı aşırılar, şeriatı iptal ettiklerini-kaldırdıklarını (ta’til al-shari’ah) ve batın ilmini bilenler için dışsal ya da biçimsel tapınmaları uygulamanın gerekli olmadığını ilan etmişlerdi. İsmaililerin bir aşırı kolu olan Karmatiler zahiri şeriatı uygulamayı kesmiş ve daha sonra Nizari İsmaililer de aynı şeyi yapmışlardır.
Daha önceki bir makalemizde işaret ettiğimiz gibi diğer Müslümanların beş şarta inanmalarına karşı İsmaililer, İslamın yedi şartı( seven pillars of Islam) olduğuna inanmaktadırlar. Eklenen iki şart Velayet-velilik (Ehlibeyt sevgisi) ve Taharet, yani temizlikir. Burada taharetin gerçek anlamı ruhsal temizlik-paklık, ruhu kirleten herşeyden uzak kalmaktır. Kadı al-Numan, Ta’wil al-Da’a’im’inde bu yedi koşulu tek tek tanımlamıştır.
İsmaililere göre birinci mutlak koşul velayettir. Kadı’ya göre İslamın her koşulu, Adem’den Muhammed’e kadar gelen peygamberlerden birini temsil eder. Adem Velayet’in temsicisidir; onun velayeti melekler üzerinde zorunlu kılındı ve meleklere onun önünde secde ettirildi. Secde gerçekte itaatı ifade eder. Ve bu velayettir. Adem bütün peygamberlerin ilkidir, onun velayeti de kendisni izleyen tüm peygamber ve İmamların velayetidir. Adem’i sevmemiş olanlar kurtuluşa ulaşamazlar.
İsmaili teolojisine göre ikinci koşul olan tahareti (ruhsal paklık, içsel temizlik) Nuh peygamber temsil eder. Nuh peygamber insanlığı paklaştırmak, insanoğlunun ruhsal temizliğini sağlamak üzere gönderilmişti. Adem’in zamanında ve sonrasında herne günah işlendiyse, Nuh onları temizlemek için geldi ve kendi şeriatıyla gelmiş olan o en büyük peygamberlerden biridir. Nuh ile birlikte gelen, su olarak temizliği simgeleyen Tufan, kirden-pislikten temizlenmek için gereklidir ve su batıni anlamda ilimin (son gerçekliğin bilgisi) karşılığıdır. Ruhsal temizliğe ulaşılması bilgi ve bilim aracılığıyla olur.
İslamın üçüncü koşulu salat’ı (dua etmek, namaz; yazarın transkripsiyonu salah İ.K.) Kadı Nu’man, Beytullah’ı (Tanrının evi) yapan İbrahim peygambere atfeder. Tanrı bu evi, Müslümanların dua ederken döndükleri yön olan Kıble yaptı. Hazreti İbrahim de peygamberler arasında büyük makama sahiptir ve Kuran’da hakikate doğru yönelmiş olan bir hanif olarak tanımlanır.
Musa peygamber de zekatın simgesidir. Musa, Firavun’a kendi nefsini temizlemesini (tazaka, Kuran 79, 16) istemiş olduğu söylenen ilk peygamberdir. Tanrı, Musa’yı, Firavun’a kendi kendisini paklaması (tazkiyah) için vaaz vermeğe-dua etmeye çağırdı. Zekat esas olarak paklanmak-temizlenmek için verilmeli. Bir kimseninin, fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine bir kısmını vermekle kendi varlığı-zenginliğini paklaması zekat aracılığıyla olur.
Savm (oruç) İsa peygambere bağlanır. Tavilde orucun anlamı, şeriat buyruklarının gizli gerçeği, yani batın hakkında konuşmamak sessiz kalmaktır. Tanrı’nın, “ben Tanrının merhameti için oruç adadım, artık herhangi bir adamla bugün konuşmayacağım”(19, 26)diye halkına söylemesini istediği kişi İsa’nın anası Meryem idi. Böylece görülecektir ki, bu ayet içinde sözedilen oruç tutma, doğrudan doğruya (batıni bilgiler hakkında) sessiz kalmayla ilişkilidir.
Benzer şekilde hac da son Peygamber olan Muhammed’le ilgilidir. Müslümanların hac ziyareti yerine getirmesini ve hacca ilişkin ritüeller (manasik) yapmasını isteyen ilk kez odur. İslamdan önce Araplar hac düzenlerdi, fakat Kuran’da Tanrı tarafından tayin edilmiş hac törenleri (manasik) mevcu değildir. Tanrı, İslam öncesi Araplar ve onları Kabe yanında dua etmeleri konusunda, “ve onların Beytullah yanındaki duaları, ıslık çalmak ve elçırpmaktan başka birşey değildir”(8, 35)demektedir. Kafirler Kabe’nin çevresinde çırılçıplak bir durumda dönerlerdi. Böye bir utanç verici uygulamayı kaldıran Muhammed peygamber olmuştu. Ayrıca onlar Kabe’nin bütün çevresine tapmakta oldukları putları da yerleştirmişlerdi. Bu putları da kırıp yokeden Muhammed idi. Ondan sonra Hac için törenler koydu.
İsmaililere göre, İslamın koşullarından sonuncusu cihaddır ve o İmamlar zincirinin yedincisyle ilişkilidir. İsmaililer (ya da Fatımiler), Fatımi İmamlar zincirindeki her yedinci İmama çok önem verirler. Yedinci İmama da natık (konuşan) adı verilir. Böylece her (yedinci olan) İmam, Tanrının izniyle onun buyrukları hakkında konuşacak ve onlara, kendi uğraşları-çabaları ya da dininiarındırmak için sürdürdüğü savaş(ım) aracılığıyla yeni bir yorum getirecek. Yukarıda sözü edilen Kaim al-Kıyamet de İmamlar zincirinin yedincisi olacaktır. Onun aracılığıyla (İslam ) ümmeti Muhammed’in şeriatı üzerinde birleşecek. Bu nedenle Muhammed Peygamber, İslamın iki şartının -hac ve cihad- ona ve onun soyuna bağlı olması anlamında, diğer bütün peygamberlerden üstün olmaya layıktır.
Saiyyidna Kadı Al-Nu’man, Ta’wil al-Da’a’im yapıtında ilim-bilim üzerinde şiddetle vurgu yapar. İlim İsmaili sistemin ana temelidir. İlim imana vezirdir. İman(inanç) ilimden gıdasını alır. Kadı Numan, bilimin hem zahire hem de batına uygulandığını söylemektedir. Böylece bir mümin, ancak iman ve ilim sayesinde gerçek inançlı kişi olur.
İnsan bedeni suyla sadece temizlendiği gibi, inananın ruhu da yalnızca bilgiyle arınır. Amval (maddi varlık, zenginlik) hak etmeyen ya da anlayışı zayıf olan kişilerin hizmetine verilmediği (sufaha, Kuran 4, 5) gibi, ilim de hakkı olmayan kişilere bildirilmez-tebliğ edilmez. Bu şekilde ilim aracılığıyla Tanrı tarafından seçilen-tercih edilen kimse, onu haketmeyen kişilere vermemelidir. Başka bir deyişle, batın ilmi yalnızca inancı çok güçlü olan ve sendelemeyen hakeden kişilere sunulabilir. Bu bilim sayesinde o daha fazla güçlü olacak; fakat hakkı olmayan kişiye verildiği takdirde onun inancı zayıflayabilir ve kuşkuları artabilirdi. Ancak bir kimse, tavil ilmini hakeden, anlayan kişiye bildirirken hasis ve haketmemiş olana da fazla cömert olmamalıdır.
Salat, yani dua-namaz sistemi özünde dava sisteminin kuruluşu anlamına gelir. Kuran’nın her neresinde salat’tan konuşulsa, “dua okumaktan” değil, fakat “dua düzenlemekten”(akim al-salah) sözedilir. Bu, gerçekte, Peygamberden sonra, inananlar toplumunun en yüksek temsilcisi olan imamın başkanlığında dava’nın yerleştirilmesi, düzenlenmesi anlamındadır. İnsandan uygun zamanda dua etmesi istendiği gibi, o kimseden uygun zamanda dava’nın yerleşip yürütülmesine enerjisini sunması ve onun için mümkün olduğunca çaba harcaması da istenir. Ruh kendisini dualarla zenginleştirdiği gibi, bir mümin, yani inançlı kadın veya erkek çabalarını, inananlar için dava’nın hizmetine vererek kendi kendisini zenginleştirir.
Kısacası bunlar İsmaili tavil bilgisinin ya da ilminin önde gelen özelliklerinden bazılarıdır. Bu kısa deneme içinde tam doğruları ayrıntılayamıyoruz. Burada ancak, temel özelliklerin altını çizme girişiminde bulunulmuştur. Fatımi dai’leri bu konu üzerinde, bilim adamlarına hazır bıraktıkları yüzlerce kitapyazmışlardır. Bu deneme , konuyla ilgilenenler için sadece bir giriş olabilir.( Asghar Ali Engineer, “Quran and Ismaili Tawil”, Eylül 1999, www.davoodi-bohras.com),
Çeviren: İsmail Kaygusuz