• İslam Hukuk (Fikih) Okullari ve Caferi Mazhebi

    Hazırlayan: Dr. İsmail Kaygusuz

    8.yüzyılın ortalarından 9.yüzyılın ilk yarısını sonunda Ortodoks İslam mezheplerininin Sunnilik adı altında kuruluşları tamamlanmış, yani dört Sünni İslam hukuk anlayışı ortaya çıkmış; artık  bu dört farklı (şer’i) hukuk anlayışlarını kurucularının inanç ve görüşleri doğrultusunda geliştirip değişmez kurallara (dogmalar) bağlayacak olan din bilginlerinin (ulema)  çıkışı dönemi başlamıştır. Buna karşılık Ali ve Ehlibeyt yandaşlığı muhalefet olarak büyüyüp gelişerek çok sayıda kollara ayrılmış erken Şiiliğin ılımlı kesimi yönetimle uzlaşma içine girmiş. Ardından 9.yüzyılın sonlarından itibaren kendilerine İmamiye (Oniki İmamcı) demeye başlamışlardır. İmamiye, yüzyıllar sonra  sert bir ortodoks Şiiliğin temsilcisi Caferi mezhebine dönüşecektir. İncelediğimiz konuyla içiçeliği ve çok yakından ilişkisi dolayısıyla buna aşağıda genişçe değinilecektir. Ancak önce Sünni İslam hukuk okullarını kısa birkaç paragraf içinde vemek yerinde olacak. Bu paragrafları Paris’teki “Arap Dünyası Enstitüsü”nün(l’nstitut du Mode Arabe) web sitesinden (“Les Ecoles juridiques de l’Islam”, www.imarabe.org.com) özetledik.

    1. Sünni İslam Hukuk (Fıkıh) Okullarına  Kısa Bir Bakış

     Kuran herşeyi kesin bir biçimde belirleyip çözüm göstermediği için ilk yüzyılların Müslümanları, tamamlayıcı yasaları Muhammed’in ve onun sahabilerinin uygulama örnekleri içinde araştırdılar. Bundan başka, hukuk bilginleri Kuran’ı ve hadisleri tamamlamak için diğer bazı (adalet) ilkeleri soktular. Bir dönemin bilginlerinin, verilen bir sorun üzerinde  uzlaşması (icma), ortaklaşa çıkarsama (istislah), kişisel yorum (rey) ve karşılaştırmayla (kıyas) karara varmayı, bazıları tartışarak ya da aynı zamanda  diğer bazıları (bir çoğunu) reddetmesine rağmen, çoğunlukla kullanıldılar.  Muhammed, benzer bir dava, bir soruna karşı eğilimlerin çoğalması hakkında şöyle söylemişti: “Benim topluluğum-ümmetim içinde fikirlerin  ayrışması-farklılaşması, Esirgeyen-Bağışlayan Tanrının bir işaretidir.” Fakat, onun hadislerinden bir başkası, tartışmaların ve kavgaların sonucunu da saptıyordu: “Benim ümmetim asla bir yanlış üzerinde anlaşma yapamaz, karar veremez.”

    Özellikle yargılama ve yargı yöntemleri hedefinde dört yasa yapıcı ya  da hukuk okulu güçlendi. Bu okullar adlarını kurucularından almaktadır.

    1. a  Hanefi  Hukuk Okulu

    Bu okul, Abu Hanîfa al Nu’man ibn Sâbit’in (ö.767) öğretisi sonucudur. Hanefi hukuku kişisel yargı ve zamana uygunluğuna ( o anın yararına) ve haklılığa göre davada daha iyi bir çözüm için adım atmakta  araştırmada ısrarlıdır. Günümüzde bu okul Arap olmayan çok sayıda ülkelerde (Hindistan, Çin, Türkiye, Balkanlar, Afganistan, Pakistan).önde gelmektedir.

    1. b  Maliki Okulu

    İmam Mâlik ibn Anâs’ın (ö. 795) öğretisine dayanır. Bilginlerin uzlaşması ve anlaşmasına ilişkin araştırma yapmaya  eğilimlidir. Kuzey Afrika ülkelerinde çoğunluktadır

    1. c  Şafii Okulu

    İmam Muhammad ibn İdrîss al-Shâfi’inin (767-820) doktrinine dayanır. O hukuk kaynaklarının kullanılışını sistematize eder, kişisel fikri/görüşü ve hangi dönemin hukukçu bilgini olursa olsun onların  uzlaşım gücü ya da zorlamasına ayrıcalık tanımayı birbirinden ayırır. Bugün bu okul Güney Arabistan, Bahreyn,  Malezya takımadaları, Doğu Afrika, Dağıstan ve Orta Asya’nın bazı bölgelerinde geçerli bir yaygınlaıktadır. Ama, Mısır, Ürdün ve Lübnan’da daima ayrıcalıklı bir durumdadır.

    1. d  Hanbeli Okulu

    Ahmad ibn Hanbal (ö. 855) öğretisinden doğan bu okul akılcılığın ya da  yeniliğin her biçimine karşı çıkar. Geleneksel (hadis) kaynaklarına geri dönüşü öğütler ve  kuramsal teoloji ve batıni tasavvuf ilkelerine aynı düşmanlığı gösterir. Hanbeli hukuku özellikle Arap yarımadasında temsil edilir.

    Ortodoks görüş noktasından bakan bu okullar,  Kuran ve  Sünnetin yorum ve inceleme çalışmalarını (ictihatlarını) karşılaştırıp duraganlaştırır. Onların sistemlerinin tamamlanması sonunda  bu çalışmaların(ictihatların) artık kapılarının kesin olarak kapanmış olduğu düşünülmektedir.

    1. e Ve Diğerleri

    Bir sonuca  varmak için bir beşinci hukuk okulunu zikretmek  gerekiyor. Bu okul Şiiliğe aittir. Bu dört hukuk okulu, Abbasi yönetiminin ilk yüzyılı esnasında( içinde) İslamda birer mezheb olarak kurumlaştı. Özetlersek:  Muhammad İbn İdris as-Şafi’i’nin (Şafii okulu), Mâlik ibn Anas’ın (Maliki okulu), uzlaşma (icma) ve kişisel karar (rey) temelinde kurdukları Medine okulu; kıyas, yani karşılaştırmalı hüküm vermede ısrar eden Abu Hanifa’nın (Hanefi okulu) İran okulu; taklid üzerinde ısrarlı İbn Hanbel tarafından Hanbeli okulu!. Aynı zamanda, içlerinde en önemlisi Caferi ve Zeydi (hukuk okuları) olan pekçok Şii okulları da vardır. Aynı web sitesinde Şii İmamiye hukuk okulu hakkında da şu kısa bilgi geçildikten sonra bir sonuca bağlanıyor:

    “İmamiye okulu İmam Cafer Sadık’ın (ö. 765) öğretisinden doğdu. İslamda  Caferilik beşinci okul olarak düşünülmektedir. Bu Şii hukuk okulu da öncekiler gibi yasal kaynakları (Kuran’ı ve Sünneti, yani Peygamberin sözleri ve  eylemleri) tanıyor, fakat İmamların yorum yetkisi üzerinde ısrar ediyordu. İmamlarınki dışında, önceki örneklerin ve uzlaşmaların (icma) kullanılışını sınırlandırmakta.  İmamiye okulu, İran, Lübnan, Afganistan ve eski Sovyetler Birliği’nin bazı Cumhuriyetlerinde yerleşmiş durumdadır.”

    “İslam hukuk okulları konusunu bazı görüşlerle tamamlamak, sonlandırmak gerekirse:Bu okullar ya da  mezhepler, dinin kendisi değildir. Bir ülkede  aynı zamanda bir kaçı  mevcut olabilir ve bir müslümanın birinden diğerine geçmesine  hiçbirşey ters düşmez. İlke olarak yoruma bırakılan yerde farklılık gösterir. Şu halde, aynı hukusal sistemin merkezinde, aklın ve kişisel firkin önemi üzerinde  bütün bir alışkanlık dizisi  (serisi) sağlanabilir. Müslüman devletlerin çağdaş hukuku,  pozitif düzenlemelerle, bir veya birçok okullardan ödünç alınmış anlaşma koşullarını birleştirir   Buna karşılık, aynı zamanda Şeriatın katı uygulamasını zorunlu gören devletler şeri yorumlamaları eyleme  geçirebiliyorlar.”  (www.imarabe.org.com)

    2. İmam Cafer Sadık ve Caferi  Mezhebi Üzerinde Görüş ve Düşünceler

    Önce şunu belirtmek gerekir: Yukarıda kısaca değinilen Sünni ve Şii fıkıh okullarına adları verilmiş İslam hukukçuları ve bilginlerinin hiçbiri kişisel olarak bir mezhep (Arapça zahab’dan çekilen mezhep sözcüğü ‘tutulan-gidilen, izlenen yol; inanç ve felsefede okul’ anlamındadır) kurma çabasında bulunmamıştır. 8. yüzyılın ilk yarısından 9.yüzyılın ortalarına  kadarki yüzyıllık dönem içindeki halifelik yönetim çevresi, askeri aristokrasilerin ve etkili büyük toprak sahiplerinin siyasal ve toplumsal  çıkarları doğrultusunda mezhepler geliştirilip kurallara bağlanmıştır. Bu iktidar ve büyük çıkar güçleri değiştikçe onların tuttukları mezhebin yükselişi ve egemenliği sağlanmış. Bunların tuttuğu mezhebin yeni bilginleri yetişerek gelişmeleri tamamlamıştır. Ortodoks Şii İmamiye de aynı süreçlerden geçerek, özellikle  9.yüzyılın ortalarından itibaren (büyük Şii vezirler, eyalet valileri, askeri komutanlar yetiştirip) iktidara ortaklık yapabildiği sürece yetişen Şii bilginler aracılığıyla gelişmesini sürdürdü. Ama asıl İmamiye’yi mezhep olarak kurumlaştıran 10.yüzyılın başlarından itibaren güçlü Şii Nevbahti ailesi içinde yetişen bilginler oldu. Onların iktidara yakınlığı ve halifelikle uzlaşıya girmiş olmaları kurumlaşmayı sağladı. Şii Buveyh Oğuları’nın Bağdad’da iktidarı ele geçirmeleriyle İmamiye daha da güçlendi.  İmam Cafer Sadık’ın gizli yürüttüğü Batıni Şiilik tamamıyla yeraltına çekilmiş, yaşama mücadelesi verirken; Caferin takiyesi, yani görüntüdeki açık dinsel uygulamaları İmamiye mezhebi olarak İslam tarihinde yerini aldı.

    Oniki İmamcılığa düşünsel çehresini verenler,  bir devlet adamı olan Abu Sehl İsmail bin Ali en-Nevbahti (ö.923) ve aynı aileden Kitab Firaku’ş-Şia’nın yazarı al-Hasan bin Musa en-Nevbahti  olmuştur. (Prof. Dr. W.Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Fikri Teşekkülü, Çev.Prof.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, 2.Basım, İstanbul, 1998, s.338-343)

    2. a Malikiler ve Hanbelilerin İmam Cafer Sadık ve Caferi Düşmanlığı

    Geniş biçimde Maliki Sünni mezhebinin yaygın olduğu Kuzey Afrika’da ulema arasında  (özellikle) Şiiler ve Vahhabi Hanbelilerle  çekişme ve tartışma yaşanmaktadır. Şeyh Ahmet Al-Tijani (1739-1815) 18.yüzyılın ikinci yarısında Cezayir’de kurduğu ve Sudan dahil kuzey ve kuzey batı Afrika ülkelerinde yayılmış bulnan Tijani tassavufi tarikatı ılımlı Şiizme yakın, daha doğrusu Ehlibeyt ve İmamlara çok yakın durmaktadır. Tunuslu Tijani yazarlardan  al-Tijani Samavi’nin, birçok dinsel, mezhep ve tarikat web sitelerinde(www.oneummah.net/tasavvuf; www.allahuakbar.net/shiites; www.islamic-paths.org; www.fortunecity.com; www.imamali.i12.com; home.earthlink.net vb.)  tamamı yayınlanmış ve hakkında pek çok karşıt-eleştiri yazısı bulunan,  “Then I Was guided” (Böyle Yetiştirildim ya da Bana böyle yol gösterildi?) kitabı bu konuda ilgimizi çekti ve onu inceledik. Kitapta Muhammed’in sahabileri, özellikle Ebubekir, Ömer, Osman , Talha, Zubeyr, Muaviye vb.nin çok eleştirildiği ve Peygamberin  getirdiği İslamın tüm kurallarının onlar tarafından değiştirildiğinin eski Sünni ve Şii yazarların anlattıklarıyla belgelemesi; ayrıca onların eski, İslam öncesi inançlarına döndüklerini iddia etmesi Sünni ulemayı çileden çıkarmış; Al-Tijani’yi eleştirilerinde, kendisiyle birlikte Şii inancına da hakaretler yağdırmışlar.

    Khalid Askalani tarafından “Indeed, You Have Misguided”  (Doğrusu, Yanlış Yetiştirilmişsin) adını taşıyan bir karşı kitap yazılarak onun iddialarını eleştirinin ötesinde  saldırı biçiminde yanıt verilmiş. Ansar Al-Huseyin tarafından bu kitabın bazı bölümleri İngilizce olarak çeşitli Web sitelerinde bulunmaktadır.  Al-Tijani Samavi’nin ,  yirmi beş yaşlarında Necef Şii topluluğu önderi al-Sayyid al-Khui  ve Şii bilgini al-Sayyid Muhammed Bakır al-İbn Sadr’ın dinsel eğitim verdiği bir Necef Şii Okulu öğrencileryle tartışırken, onların(dolayısıyla hocalarının) Caferilik ve diğer mezheblere ait görüşlerini içeren bir paragrafı ele alıp ona karşılık veren Askalani’nin kitabından Ansar Al-Husain’in (aynı yazı Abu Suleyman adıyla da verilmiştir) Arapçadan çevirdiği İngilizce metni (www.islamicweb.com ) Türkçeye aktardık. Aşağıya aldığımız bu kısa yazıda, aynı zamanda Maliki’lerin Caferilik hakkındaki düşüncelerini bulmaktayız. Khalid Askalani’nin kitabından alınan bu bölüm, “Answering Al-Tijani In His Claim that Four Sunni Imams learned Knowledge From Imam Jaffar Al-Sadıq” (Al Tijani’nin dört Sünni İmamının, İmam Cafer Sadık’tan ilim öğrendiği iddiasına yanıt) başlığını taşımaktadır:

    “Al-Tijani, kitabında  bazı çocuklarla yaptığı tartışmayı anlatıyor:

    ‘ Oğlanlardan biri bana sordu, ‘Tunus’ta hangi Mezhep izlenilir?’. ‘Maliki Mezhebi’ dedim, genç çocuklardan bazıları güldüklerini farkettim, ama fazla önemsemedim. Bir soru daha sordu: ‘Caferi Mezhebini bilirmisin?’ ‘Hayır, dedim, bu benim için yeni bir isim. Ben dört mezhep bilirim ve onlardan başka İslamda mezhep yoktur.’
    ‘Benim yanıtım üzerine o güldü ve, ‘Caferi mezhebi İslamın özüdür. İmam Abu Hanifa’nın ondan ders aldığını, ilim öğrendiğini ve Abu Hanifa’nın, o iki yıl olmasaydı al-Numan bin Sabit mahvolacaktı, dediğini biliyor musun?’ Ben sessiz kalıp, yanıtlamadım. Çünkü daha önce hç duymadığım bir adı duymuş; fakat onların İmam Cafer Sadık’larının İmam Malik’in öğretmeni de olmadığına şükretmiştim; çünkü biz Hanefi değil, Malikiyiz. Oğlan konuşmasını sürdürdü: ‘Dört mezhep kurucusu birbirinden ders aldı; yani Ahmed bin Hanbal al-Şafii’den, al-Şafii Malik’ten, Malik Abu Hanifa’dan, Abu Hanifa da İmam Cafer Sadık’tan bilgi öğrendi; işte bunun için onları hepsi, büyük büyük dedesi Tanrının Elçisinin mescidinde ilk İslam Üniversitesini açmış olan İmam Cafer İbn Muhammed’in öğrencisiydi. İmam Cafer’e dörtbin kadar hadis uzmanı ve fıkıhçı öğrencilik yaptı.’

     “İddiaları yanıtlıyorum: Abu Hunayfah’nın (Hanifa) yaşamı hakkında birşeyler  okumuş olan herhangi bir kimse bilir ki, onun  Cafer Sadık’ın öğrencisi olduğu bir yalandır. Bilinen ve meşhur olan Abu Hanifa’ın döneminin en büyük bilginlerinin bazıları tarafından  eğitim aldığıdır ve özellikle onun öğretmenlerinden en seçkini İsmail bin Hammad Abu Süleyman al-Kufi’ydi. Bunlara ek olarak Abu Hanafi İbrahim bin Muhammed al-Muntashir, İbrahim bin Zeyd al-Nakhei, Ayyub al-Sikhtiyani, Al-Harith Rabia al-Madani, Salim bin Abdullah bin Omar bin al-Hattab’dan ve Suleyman al-Hilalay, Asım bin Kaleb gibi daha birçoklarından ders almıştı. (Abu Hanafi bütün bu kişilerin rahlesinden geçtiği halde gerçek olgunluğa ulaşamadığından dolayı  yukarıdaki sözü söylemiş olmalıdır! I.K.) “Cafer Sadık Abu Hanifa’ya ders vermiş olsaydı bile, bu onun Cafer’den bilgi elde etmiş olmasından fazla bir şey değildir; yani Abu Hanifa’nın bir Caferi olduğu anlamına gelmez. Bundan başka bir varsayım olarak söylüyorum, Abu Hanifa’nın Cafer Sadık’ın babasının (İmam Bakır) zamanında dinsel kararlar verdiği kabul edilmektedir.(Yazarın çelişkileri rahatlıka anlaşılabilir durumda: Abu Hanifa’nın Cafer Sadık’a öğrencilik yaptığı iddiasının yalan olduğunu söyleyen kişi, onun Cafer’den bilgi öğrenmiş olmasından sözetmez. Ayrıca insan bir konu üzerinde bir varsayım, bir tahmin ileri sürerken, onun peşinen kabul edildiği ve onay gördüğünü söyleyemez. İ.K.)  Ve al-Tijani’nin (kitabın yazarı  kastediliyor İ.K.) dört tanınmış Sünni okulunun Caferi okulunu izlediğini söylemesi oldukça alçaltıcı, rezilce bir sözdür.”

    “Ahmed bin Hanbal al-Şafii için okumadı, bir öğrenci olarak kuvvetli hadisleri kendisi için okudu, fakat onun yanında yeraldı(oturdu). Al-Şafii Malik hakkında “Al Muwti”yi okudu ve kitapta, Cafer Sadık tarafından nakledilen sadece dokuz hadis vardı. Ayrıca hiç kimse İmam Malik’in Abu Hanifa’ın öğrencisi olduğunu söylemedi, fakat  Malik’in Hanifa ile çağdaş olduğunu herkes söyler.(Bu iddialara karşılık  aşağıda görüşlerini okuyacağımız bir Hanefi yazar Muhammed Cemal Abdul Vahid Hanifa Kadiri,  Cafer Sadık’a ve Ehlibeyt mezhebine sahip çıkıyor:“ İmam Cafer Sadık’in ilmi de sadece İmam al-Azam Abu Hanifah ve imam Malik bin Anas’da bulunabilir; dolayısıyla da, kurulmuş bir mezhebe sahibolacak, yalniz İmam Cafer Sadık’ın bu iki öğrencisidir. Şu halde, gerçek “Ehli Beyt Mezhebi”, Hanefi ve Maliki Mezheplerinin içinde yerleşmiş, yaşamaktadır. Ehli Beytle kıyaslama her ikisi içinde de gelenekseldir, etkindir. Maliki Mezhebi Cafer Sadık ile ilişkilidir. Hanefi Mezhebinin ise Ehli Beyt arasından toplam dört imam ile ilişkisi vardır. İmam Abu Hanifa,İmam Cafer Sadık’tan ilim öğrenmesine ek olarak, İmam Muhammed Bakır ve İmam Zeyd bin Ali’den bilgi elde etmiştir”diye yazmaktadır.İK).

     “Şiilerin kendileri Abu Hanifa’nın,, bırakınız Cafer Sadık’ı, babasının da asla öğrencisi olmadığını ispatlayan en güvenilir kitaplarından naklederler. Onun yerine Şia, Abu Hanifa’nın kendilerinin düşmanı olduğunu ileri sürmektedir. Burada, bizim için Al-Buhari neyse, Şiilerin ona eşit gördükleri ustaları Al-Kolayni(ö.940), onların en güvendikleri “Usul al-Kafi” kitabında şunları anlatmaktadır”:
    ‘Sadeer anlattı: ‘ Barış onun üzerine olsun Abu Cafer’den işittim; çıkarken evin önünde durdu ve elimi tutarak şunları söyledi: ‘Ey Sadeer, halkın işi bu; onlar bu kayalara gelir ve onların çevresinde dönerler. Sonra da bize gelip, bizi velayetleri olarak tanır, yani bizim veliliğimize (inanırlar). ‘İnanan ve tövbe etmiş kimseler için en büyük bağışlayıcı benim Hayırlı iş yapanlar ve sonra itaatkar olanların(yol göstericilik yapanları) da bağışlayıcısıyım’ Tanrının sözüdür.  Abu Cafer göğsünü gösterdi ve ‘yolgösterme-rehberlik bizim veliliğimizde (vilayetimizde)’ dedi. Sonra ‘Ey Sadeer!,Tanrının dinine engelolan o kimseleri sana göstereyim’ diyerek, o anda camideki halka içinde bulunan Abu Hanifa ve Sufyan al-Thuwray’a doğru baktı ve sürdürdü: ‘Allahtan bize verilmiş rehberlik-yolgöstericiliğimize ve açıkçası kitaba, Allahın dinine engel olanlar işte bunlardır.  Eğer o bozguncular (pislikler?) evlerinde otursalardı (If those dirts sat in their houses),  o zaman, Ulu Tanrı ve onun Peygamberi hakkında onlara anlatacak birini bulmak durumunda kalan halk bize gelecekti. Ve onlara, Tanrıyı ve Peygamberi biz anlatacaktık.’ “Ve Al-Tijani (Samavi)’nin Cafer Sadık’ın dört binden fazla  hadis uzmanı ve hukukçu yetiştirdiğini söylemesine gelince, bu çok normal birşeydir derim. Şianın naklettiği şu bilgiye bakılırsa(!), neden olmasın?:

    ‘Kentin çevresinden gelen bazı insanlar, kendisiyle görüşmek için Cafer Sadık’tan izin isterdi. Al-Sadık da onların yanına girmesine izin verirdi. Böylece o insanlar huzuruna girer, ona sorular sorup bilgilenirlerdi. Bir keresinde bir oturumda otuz bin soru sorulmuş kendisine; (barış üzerine olsun) o henüz on yaşındayken bunların hepsini yanıtlamıştı.’

    O zaman bu bilginlere nisbeten dört Sünni İmamının ilminin değerinin ne olduğu (bellidir)!…”

    Khalid Askalani’nin son verdiği örneğin yorumu ve bilgisinin değerine saygısızlık,  Cafer Sadık’a karşı küçültücü, hatta düşmanca yaklaşımdır. Oysa Maliki mezhebinin Malik bin Anas’ın Ehlibeyte yakınlığı, dahası onun  762 yılında İmam Hasan’ın torunlarından Muhammed ve İbrahim kardeşlerin başkaldırılarını onaylaması yüzünden Abbasi yönetimi tarafından üçyüz kırbaç cezasına çarptırıldığı tarihsel olarak bilinmektedir.

    Kolayni’nin Usul al-Kafi yapıtından verilmiş bir önceki alıntıda   Cafer Sadık’ın öfkesine bakılırsa, al-Hanifa iki yıl derslerine katıldığı hocası Cafer Sadık’tan uzaklaşmış, hatta ona ihanet  etmiş sayılmaktadır. Anadolu Alevi-Bektaşi inanç topluluğu arasında elden ele dolaşan ve çok önemsenen, Ehlibeyti anlatan bir başka Şia kitabı “Tam  Hüsniye”de rastladığımız Abu Hanifa’ya ilişkin anlatılanlar da bunu onaylıyor. Kitap,Cafer Sadık’ın evinde ve onun eğitimi altında büyümüş güzel bir köle kız (cariye) olan Hüsniye’in Halife Harun al-Raşid’in (786-789) huzurunda dönemin Sünni bilginleriyle Muhammed, Ali, Sahabiler, Kuran, Ehlibeyt ve onların hakları üzerinde tartışmalarını içermektedir. Olasılıkla 1950’li yıllarda basılmış ‘Ayyıldız Kitabevi’ yayını olan kitabın 193.sayfasında Hüsniye, Hanifa’nın öğrencisi ve Hanefi mezhebinin kurallarını oluşturarak kuruluşunu tamamlayanlardan olduğu bilinen  Abu Yusuf’a şu sözleri söylemesi düşündürücüdür. :

    “Ey Ebu Yusuf, Resul’un Ehl-i Beyti hakkında söylenen faziletleri işittin  ve inkar da etmiş değilsin. İtikat ettiğiniz imam ve halifelerle hadisçilerin ve tefsircilerin dahi hareketlerini, işlediklerini işitip bildin. Ebu Hanife, ‘Ehlibeyt-i Resul tarikatına salik olanlar rafazi ve şiadırlar  onların katli helal (herhalde vacip olmalı İ.K.) ve malları helaldır, diye fetva verdi. Eğer o mezhepten tövbe etseler bile, yine şer’an had vurulup o vakit cenazesine namaz kılınır.’ …bu fetvayı hangi ayet ve hadislere tatbik ederek vermiştir? Bu fetvadan nice fitneler meydana gelip, kıyamete kadar nice adamların öldürülmesine sebep olmuş. Kendisi dahi lanet kazanmakla dünya ve ahiretten kovulmuştur”

    Acaba Cafer Sadık’ın Abu Hanifa’ya bu kızgınlığı ve onun da  -baskı ve işkenceyle yapmışsa bile ki öyledir- Ehlibeyt yandaşları için verdiği fetva, acaba  ikisi arasındaki siyasal görüş farklılığından olabilir mi? İmam Hasan’ın torununun oğlu Muhammed an-Nafs az-Zakiya ve kardeşi İbrahim’in  Alisoyluların siyasal önderi olarak harekete geçmeleri ve  762 yılında Abbasi yönetimine karşı Medine ve Basra’daki  yenilgi ile sonuçlanan başkaldırılarını İmam Cafer  onaylamamış, buna karşı Abu Hanifa ve Kolayni’de adı geçen diğer Sünni bilgin al-Sufyan ise onların tarafını tutmuş halkı Muhammed’i desteklemeye çağırmışlardı. Amcası Zeyd (743) ve oğlu Yahya’nın (744) başkaldırı hareketlerinden  uzak kalmış olması, ayrıca beş yıl sonra (749) Abbas soylu İbrahim adına  çalışmış olmasına rağmen Abu Muslim’in  kendisine önerdiği halifeliği “sen benim seçtiğim adam değilsin” diye geri çevirmesinden beri, zaten İmam Cafer Sadık’ın siyasal pasivizmi bilinmektedir. Buna karşılık Abu Hanifa’nın Zeyd ve Yahya hareketlerini de tuttuğu  tarihsel gerçekler arasındadır. Onun Muhammed ve İbrahim kardeşlere de destek vermiş olması, bu büyük ama iyi planlanmamış başkaldırıların bastırılmasının ardından tutuklanmasına neden oldu. Bize göre, ömrünün son yıllarını Abbasi zindanlarında geçiren ve orada ölen (767) Abu Hanifa, yönetimin istekleri doğrultusunda işkence altında bu tür bir fetva vermiş olabilir.

    2. b Ve İki Hanefi  Görüşü

    Bir Sünni İslam web sitesindeki (www.ummah.net/Al_adab) ‘the Myth of a Jaa’fari Madhhab’( Caferi Mezhebi Masalı) başlıklı makale yazarı Muhammad Jamaal Abdul Wahid Hanifa Qadiri’nin çelişkili düşünceleri arasında yer alan, Cafer Sadık’a ilişkin ve çoğunlukla Hanefilerin paylaştığı “Ehlibeyt Mezhebini kendilerinin temsil ettiği yönünde” görüşlerini  içeren iki kısa paragrafında ise şöyle deniliyor:  

    “…Çok iyi bilindiği gibi İslam Hukukunun (Şeriatin) dört imami (İmam al-A’zam Abu Hanifah, İmam Malik bin ‘Anas, imam Muhammad al-Shafii ve imam Ahmad bin Hambal), İslam hukuku, öğretisi ve ibadetine ilişkin bir çok kitap yazmışladır… İmam Cafer Sadık’in ilmi de sadece İmam al-Azam Abu Hanifah ve imam Malik bin Anas’da bulunabilir; dolayısıyla da, kurulmuş bir mezhebe sahibolacak, yalniz İmam Cafer Sadık’ın bu iki öğrencisidir. Şu halde, gerçek “Ehli Beyt Mezhebi”, Hanefi ve Maliki Mezheplerinin içinde yerleşmiş, yaşamaktadır. Ehli Beytle kıyaslama her ikisi içinde de gelenekseldir, etkindir. Maliki Mezhebi Cafer Sadık ile ilişkilidir. Hanefi Mezhebinin ise Ehli Beyt arasından toplam dört imam ile ilişkisi vardır. İmam Abu Hanifa,İmam Cafer Sadık’tan ilim öğrenmesine ek olarak, İmam Muhammed Bakır ve İmam Zeyd bin Ali’den bilgi elde etmiştir. İki dostu ve öğrencisi İmam Muhammed al-Şaybani ve İmam Abu Yusuf al-Ansari de İmam Musa Kazım bin Cafer al-Kazim’dan ders almışlardır…”

    “Ancak İmam Cafer Sadık İslam hukuku, öğretisi ve ibadetine ilişkin konularda herhangi bir kitap yazmadi; fakat Asmaa’ul Mu’aliufeen’de belirtildiği üzere; 1.) Taqseemi-Ru’ya, 2.) Jami’atu fil-Jafr, and 3.) Kitabul-Jafr adlarını taşıyan üç kitap İmam Cafer tarafindan yazılmıştır. Jafr sözcüğü “dört aylık kuzu” anlamındadır. Bilimsel terminoljide ise ‘jafr’, gelecekteki olayları önceden görme, yani kehanette bulunmayla ilintili bir daldır. Kamusul- A’lam’da, bu bilimle(jafr) ilgili ilk kitabın, iki yüzü Tanrıya dönük, bilimin kapısı Abu Talip oğlu Ali tarafından yazıldığı anlatılır. İmam Cafer’in hazırlamış olduğu üç kitaptan ikisi kuzu derisinden parçalar üzerine yazılmış olduğu için, bu kitaplar içindeki bilimin adına ‘Jafr’ denilmektedir.”

    Bir Türk Hanefisi, Uludağ Üniversitesi  İslam Hukuku Prof.ü Hamdi Döndüren ise kısaca ve  bilim adamından çok bir din adamının anlatımı içinde şunları söylemektedir İmam Cafer Sadık’ı anlatan kısa bir yazısında:

    “Ebû Hanife, imam Mâlik ve Süfyân-i Sevrî gibi büyük bilginler Câ’feri Sâdık’tan ilim öğrenmiş ve hadis rivayet etmişlerdir. Câ’fer-i Sâdık fazla konuşmazdı. Süfyan-i Sevrî, Câ’fer’i ziyarete gitmiş; uzun süre sustuğunu görünce konuşmasını rica etmiş; bunun üzerine Câ’fer söyle demiştir: ‘Allah’ın nimetine şükret; şükür, nimetin artmasına vesîle olur. Nimet verildiği zaman da istiğfara devam et. Devletin zulmüne karşı da Lâ havle velâ kuvvete illâ billah de.’  Ebû Hanife de, Hicaz’a gidip, iki yıl Câ’fer’in yanında kalmış, ondan çok seyler öğrenmis ve bu iki yil için ‘Eğer bu iki yıl olmasaydı Nûman mahvolurdu’ demiştir (Ebû Zehra,  s. 37-39). imam Câ’fer’in ilmi önce kesbî (dünyayı ilgilendiren, yaşamsal )olarak başlamış, sonra vehbî(Tanrı vergisi, tanrısal) ilimle desteklenmiş, ilhâma mazhar olmuştur. Bu yüzden imâmiye mezhebi mensupları, imamların ve bu arada Câ’fer-i Sâdık’ın hatadan sâlim olduğu inancındadır. Her biri yıldızlar gibi olan ashab-i kiram’ın bile görüş ve ictihadlarında zaman zaman hata ettikleri olmuştur. Sahabeden sonra gelen imamlarin ilham dışındaki sözlerinde yanılmasi mümkündür. Câfer-i Sâdık da insandır, masum değildir. (Çünkü Tanrının arzusu budur; Kur’an’da (33,33)“Ey Peygamberin ev halkı (Ehlibeyt)! Tanrının arzusu sizden günahları uzaklaştırma ve sizi tertemiz kılmaktır”diye buyurur. İmamlar da Ehlibeyt  soyundan gelen kutsal kişilerdir. Sünni din bilginleri Kuran’ın bu ayetini görmek istemiyorlar İ.K.) Çünkü ismet (masumluk) sıfatı yalnız peygamberlere mahsustur. Câ’fer-i Sâdık, ahlâk, fazilet ve takvada ileri idi. imam Mâlik onun hakkında söyle der: ‘O, üç halde bulunurdu: Ya namaz  kılar, ya oruç tutar, veya Kur’an okurdu. Hiç bir zaman temiz olmadan Allah’ın Rasûlü’nü ağzına almazdı. Boş yere konuşmazdı. Kendisini her gördüğümde kalkar, altındaki minderi bana verirdi.” (Ebû Zehra, s. 77).

    2. c  Şiilere Göre Cafer Sadık ve İmamiye-Ehlibeyt ya da Caferi Mezhebi

    Sufiliği öne alan ve tasavvufi inançlarını, şeriat uygulamalarıyla birlikte tarikatçı anlayışla   Aleviliğe yaklaşan bir tutum içindeki  bazi Şiiler Caferi Okulu (Caferilik) ya da Ehlibeyt Okulunu (mezhebi) genel olarak aşağıdaki biçimde  açıklıyorlar. Hiçbir değişikliğe uğratmadan  aşağıya aldığımız paragraflar Karacaahmet Derneğinin web sitesinde yayınlanmış Şeh-i Şah Pir-i Aşk Safevi’ye aittir. Kendisi biraz daha derinlemesine incelemesi gerekli olan Alevi-Bektaşiliği, Şiilik ve  Caferi mezhebi çerçevesinde değerlendirmektedir. Aleviliği Şiilik gibi  görmekle birlikte ,  babasından ve özellikle dedesinden  almış olduğu  eğitimden kazandığı geniş zahiri ve batıni bilgi birikimiyle tasavvufi yönü ağır basan henüz yirmiyaşın altındaki bu genç bilge, Şah İsmail Safevi soyundandır. Ancak kendisinin özellikle atalarından Şah İsmail Hatay’iyi (ö.1524) yetiştirip, Kızılbaş Safevi devletini kurmuş olan Anadolu Aleviliğinin Kızılbaş siyaseti tarihini ve inançsal uygulamalarını çok iyi inceleyip  öğrenmesi gerekmektedir. “Caferilik ve Caferiliğin Doğuşu” yazısının içinde “İmam Sadık (a.s)’ın İlmî Mektebi” alt başlığı altında şunları yazıyor:

    “O, Mescid-i Nebevî’de büyük bir Ehl-i Beyt okulu kurmak için babası İmam Muhammed Bâkır(a.s.)  ile birlikte çalıştı. Böylece İmam Muhammed Bâkır ve Cafer Sadık(a.s.) o dönemdeki fakih (hukukçu), müfessir(Kuran yorumcusu) ve muhaddislerle(hadis toplayıcılar ile) birlikte çeşitli ilim erbabına İslâmî ilimleri öğretmeye başladılar ve tefsir, hadis, ahlâk ve inanç gibi İslâmî ilimlerin yanı sıra, diğer mevzularda bile o dönemin büyük bilim adamlarının müracaat ettiği yegane merci hâline geldiler. İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık (a.s) İslâmî ilimleri yaymada o kadar çaba harcamışlardır ki, hiçbir İslâm büyüğünden tefsir, hadis, fıkıh ve ahlâk gibi İslâmî mevzularda bu iki imamdan geldiği kadar bilgi bizlere ulaşmamıştır. Büyük fakihler fıkhı bu iki imamdan öğrenmişlerdir, büyük muhaddisler hadisi bu iki imamdan almışlardır, büyük ilim ve irfan erbabı ilim ve irfan hususunda bu iki imam huzurunda diz çökmüşlerdir. Bu iki imamın gayretleri sonucunda ilim ve marifet ağacı her yere köklerini ulaştırmayı başardı. Bundan dolayı görüyoruz ki dönemin bütün büyük alimleri, fakihleri, muhaddisleri, kelâmcıları, filozofları ve hatta tabiat bilginleri bile, İmam Sadık (a.s)’ın yüce ilmi karşısında saygıyla eğilmiş ve onun ilimdeki yüce mevkiini itiraftan kendilerini alamamışlardır.”

    “Şunu da belirtmeliyiz ki İmam Sadık (a.s), kendi görüşüyle hareket eden bir müçtehit değildi, o sadece Peygamber (s.a.a)’in ve Ehl-i Beyt’in Allah Resulü’nden aldığı ilim mirasını taşımaktaydı. Müslümanlar, ondan fetva alıyor ve görüşlerine ittiba ediyorlardı. Onun mektebi, Peygamber’in sünnetlerinin devamı ve vahyin muhtevasının keşfi niteliğindeydi. İmam Sadık (a.s)’ın döneminde, birçok fıkhî ve itikadî mezhepler ortaya çıkmıştı ki, İmam (a.s)’ın bunlar karşısındaki tavırları, fikrî yönlendirme, ilmî tartışma ve şer’î eleştiri niteliğini taşımaktaydı.”

    “İmam Sadık (a.s)’ın ilmî çalışmalarında kullandığı yöntemi incelendiğinde başlıca iki hedefi güttüğü anlaşılmaktadır :İmam Sadık (a.s)’ın birinci hedefi, kendi döneminde yaygınlık kazanan sapık kelâmî ve felsefî fırkaların tevhide aykırı batıl inançlarına karşı İslâm’ın öz tevhit inancını korumaktı. İmam Sadık (a.s), tevhit inancının asaletini muhafaza edebilmek için tevhit inancıyla ilgili en cüz’î konuları bile açıklığa kavuşturmuştur.  İmam Sadık (a.s), tevhit inancını cebir ve tevfiz gibi sapkın düşünce akımlarına karşı savunabilsinler diye, Hişam bin Hakem gibi öğrencilerini felsefe ve kelâmda uzmanlaştırmış, münazara ve tartışma adabını onlara öğretmiştir. İmam Sadık (a.s)’ın, ilmî eserleri ve münazara yöntemine göz atan herkes bu gerçeği net bir şekilde görecek ve gerçek tevhidi tanıma şansı bulacaktır…”1

    Pir-i Aşk Safevi, çeşitli kaynaklardan gelen bilgilere göre dört bin kadar İslam bilgininin feyz alıp yetiştiği İmam Cafer Sadık akademisinin, yani Ehlibeyt okuluna ilişkin özellikleri şöyle bağlıyor:

    “…Ehl-i Beyt mektebinin başlıca özelliklerinden biri de, Ehl-i Sünnet mezheplerince, içtihat ilkeleri olarak kabul gören kıyas(karşılaştırma), istihsan(güzel bulma, beğenme), sedd-i zerayi(?) gibi ilkeleri reddetmektir. Elbette bu ilkeler, Ehl-i Sünnet mezheplerinin tamamı tarafından da ittifak edilen ilkeler değildir. Ehl-i Beyt mektebinde, Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber-i Ekrem’in sahih sünneti, fıkhî içtihatta(hukuksal uygulamada) en önemli iki temel kaynak olarak kabul edilir. Akıl ve Ehl-i Beyt alimlerinin icması ise, Kur’ân ve sahih sünnetin açık beyanlarının bulunmadığı yerlerde ikinci dereceden kaynaklar sayılır. Bu mektebin önemli özelliklerinden birisi de, Ehl-i Sünnet mezheplerinin aksine içtihat kapısının kapandığını reddetmesidir. Bu yüzden Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen alim, fakih ve filozoflarının İslâm düşüncesinin zenginleştirilmesi ve İslâmî değer ve ilkelerin savunulmasında önemli rolleri olmuştur…”

    “Burada şunu da vurgulamalıyız ki, bu okula Caferi mezhebi denilirken, onun da İslam camiası içerisinde ortaya çıkan Hanefi, Şafii, Maliki, Hambeli,  Zahiri, Sevri ve diğer İslami mezhepler türünden bir mezhep olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü mezhep, belli bir bilimsel kariyer ve koşullara sahip olarak içtihat derecesine ulaşan bir bilginin, İslam dini üzerinde ortaya koyduğu yorum ve fetvalar toplamına denir. Oysa bu okul, kendisini bağlı kıldığı İmam Cafer Sadık ve diğer İmamları müçtehit olarak kabul etmiyor. Çünkü İmamlarin Allah’ın  buyruğu ve Peygamberin açıklaması ile tayin edilen birer tanrısal  hüccet (tanık) olduklarına inanılır. Dolayısıyla da İmam Cafer Sadık da dahil olmak üzere,  Caferi Şiiler Oniki İmamın din konusunda yaptıkları açıklamaların, onların kendi içtihatları, çalışma ve uygulamaları sonucunda verdikleri şahsi fetva ve yorumlarına değil de, bizzat Tanrının Muhammed Peygamber aracılığıyla indirdiği dinsel öğretinin özü olduğuna inanır.”

    “Zaten bu okula ‘Caferi mezhebi’ ismini veren de okulun  kendi mensupları değil, İslam camiasında her hangi bir müçtehidin fetvalarına uyan diğer islami fırkalardır. Onlar, kendi yöntemlerine mezhep ismini verdikleri gibi, bu mektebin öğretilerinin daha çok İmam Cafer Sadık’tan geldiğini ve onun da kendilerinin bağlı olduğu müçtehitlerden biri gibi olduğuna inandıklarından, kendi mezheplerine kıyasla bu mektebe de Caferi mezhebi demişlerdir.”

    Pir-i Aşk Safevi’nin aynı makalesinden  özet olarak verdiğimiz bu son betimlemelere karşın, Muhammad Jamaal Abdul Wahid Hanifa Qadiri, yukarıda alıntı yaptığımız yazısında şunları söylemektedir:

    “Din eğitimi görmemiş olan bilgisiz Müslümanlarin çoğunu, İmam Cafer Sadık’tan sonra onun adına atfen “Caferi” olarak isimlendirilen mezhebe bir “Beşinci Mezhep” masalı gibi kabul etmeğe götürdü. Böyle bir mezhebin mevcut olmadığının farkında olmayan insanlar,  Müslümanlar tarafindan bir  “Beşinci Mezheb” kabul edilmez ve bu, bir İslam fıkıhı okulu kisvesi altında Müslümanlardan kabul görmesi için Şiiler tarafindan yapılmış bir girişimdir.  Oysa açıktır ki, “Caferi Mezhebi” sadece (yasal olarak  ya da)  bir İslam fıkıhı okulu olarak varolmadığı bir yana, İslam fıkıhçılarının  çoğu yapıtlarını kendilerine maleden ve onların üzerine Cafer’in adını koyan ulemasıyla  birlikte Şiiler trafindan yalnızca bir paravan gibi kullanılmıştır. Gerçekte eğer bir kimse İmam Cafer al-Sadık fıkıhını öğrenmek, tanımak istiyorsa, o zaman onun Hanefi ya da Maliki mezhebinden başkasına bakmasi gerekmez.”

    Görüldüğü gibi  herkes kendi inanç ve görüşlerine uygun kaynaklara ve hayal güçlerine dayanarak düşünce belirtiyorlar. Oysa gerçekte Pir-i Aşkı Safevi’nin açıkça belirttiği gibi Caferi okulu  ya da mezhebi mensuplarının inancına göre, Oniki İmamın, on ikisi de aynı statüye sahiptir ve hepsinin öğretileri aynı olup, Tanrının  ve elçisi Muhammed’in söyledikleridir. İmamların açıklamaları, Sünni müctehitlerininki gibi İslam üzerinde yapılan yorumlar ve oluşturulmuş kişisel  kurallar değil, bizzat Kuran ve hadise dayanan  İslamın kendi öğretileridir.  Konuya oldukça hakim durumda olan Safevi soylu genç bilge, Muhammed Bakır Maclisi’nin (1628-1699) Bihar al Anvar (Cilt II, s. 172-178) yapıtından derlediği İmam Cafer Sadık ve babası İmam Muhammed Bakır’ın bazı  sözleriyle bunu kanıtlamaktadır:

    İmam Cafer Sadık,

    “Benim sözüm babamın sözüdür; babamın sözü ceddim Zeynelabidin’in sözüdür; ceddimin sözü de Hüseyin’in sözüdür, Hüseyin’in sözü de Hasan’ın sözüdür; Hasan’ýn sözü ise Ali bin Abu Talib’in sözüdür; Ali’nin sözü  Resulullah’ın sözüdür ve Muhammed’in sözü ise Allah’ın sözüdür”diye buyurmuştur.

    Yine kendisine bir soru yöneltmiş bir kişiye şunları söylemiştir Cafer Sadık:
     
    “Andolsun Allah’a ki biz, kendi zevk ve isteklerimize, görüşümüze dayanarak bir şey söylemeyiz; biz Rabbimizin dediğinden başka bir şey de demeyiz. Eğer sana bir hususta bir şey söylediysem, mutlaka bu Resulullah’tandır. Biz kendi reyimizle bir söz söylemeyiz.”
     
    İmam Muhammed Bakır ise bunun için bir açıklama getirmiştir:

     “Eğer biz size kendi reyimizle bir şey söylersek, bizden öncekilerin saptıkları gibi biz de saparız; hayır, biz ancak Rabbimizin Peygamberi’nin bize açıkladığı şeyleri size söyleriz.”
     
    Sonra şöyle sürdürüyor konuyu İmam  Muhammed Bakır:

    “Eğer biz sizlere, kendi rey, heva ve hevesimize dayanarak bir şey söylersek, helak olmuş kimselerden oluruz; hayır biz, diğerlerinin altın ve  gümüşlerini toplayıp sakladığı gibi,  Resulullah’dan alarak toplayıp saklamış olduğumuz hadisleri söyleriz.”

    Yine İmam Sadık kendisine bir soru soran kişiye yanıt verdiğinde adam,

    “eğer bu konuda şöyle-böyle söylenirse, o nasıl bir görüş olur?” deyince;  İmam ona, “dur bakalım, ben bir hususta bir cevap verirsem, bu,  Peygamberin kendisindendir. Biz, şöyle-böyle olur şeklinde görüş belirtenlerden değiliz” cevap vermişlerdir.

    Ortodoks Caferi Şiilerin kendilerini tanımlamaları çerçevesinde  Pir-i Aşk Safevi’nin sözlerini yinelersek :
    “Ehlibeyt mektebi (ya da Caferi Şiilik), (gerçekte) diğer İslami mezhepler gibi, rey ve görüşe dayalı olan bir mektep değildir. Ehlibeyt mektebi, Resulullah’dan alınan İslam dininin hiçbir yoruma tabi tutulmaksuzın sunuluşudur”.

    3. Caferi Mezhebinin İki Yüzü: Ortodoks İran Şiiliği ve  Heterodoks Kızılbaşlık-Alevi-Bektaşilik

    3. a  Caferi Mezhebinin Birinci Yüzü:  Ortodoks İran Şiiliği

    Ancak yukarıdaki açıklamalar günümüz ortodoks Caferi Şiiliğin oluşturulması ya da ortaya çıkışını anlatmamaktadır.  Oniki İmamcı Caferi Şiiliğin tam anlamıyla şeriatçı-ortodoks  karakterle ortaya çıkışı ve Safevi Şahlığının resmi dini olması 17.yüzyılın sonlarında gerçekleşmiştir. Belki tek cümle ile diyebiliriz ki, Şah İsmail döneminde Kızılbaş sufiliği siyaseti çerçevesinde ad verilip oluşturulan Caferilik, Muhammed Bakır Maclisi’nin Şeyhülislam’lık ve ölümüne değin süren Molla Başı’lık yıllarında (1687-1693)bu yeni karakterine bürünmüştür. Belki bu değişimi ya da başkalaşım sürecini anlatmaya geçmeden önce, Anadolu Alevi-Bektaşilerinin mensubu olduklarını düşündükleri, Kızılbaş sufiliği siyaseti Caferiliğinin oluşumu ve onun simgesi olan İmam Cafer Buyruğu üzerinde geniş durmak gerekecektir. Ama biz bunu son bölüme bırakıp, sadece Buyruk üzerine yeni bir görüşü belirterek, üzerinde düşüncelerimizi söyledikten sonra Ehlibeyt mezhebinin ya da İmamiyenin ortodoks Caferiliğe dönüşümünü kısaca açıklamaya çalışacağız.

    Muhammad Jamaal Abdul Wahid Hanifa Qadiri (Muhammed Cemal Abdülvahid Hanife Kadiri)yukarıda birkaç alıntı yaptığımız yazısında, Caferi Mezhebi’nin bir İslam fıkıh okulu olarak varolmadığını ve İslam fıkıhçılarının  çoğu yapıtlarının üzerine Cafer’in adını koyan Şii ulemasının onu paravan gibi kullandıklarıbiçiminde kendi özel yargısını verdikten sonra, şu ilginç saptamayı yapıyor:

    “Şiilerin bugün ellerinde bulunan “İmami Caferi Buyrugu ” adını taşıyan kitap, Şii inancındaki dinsel uygulamalar üzerinde ilk kez yazan Cafer bin Hüseyin al-Kummi (ö. 951) adlı bir adam tarafindan yazılmıştır. Daha sonra, Abu Cafer Muhammed al-Tusi (ö. 1068),  Risala-i Jafariyya başlığının taşıyan ve bir bölümlük bir yorum içeren diğer bir kitap yazdı. İki Cafer (al-Kummi ve al-Tusi) tarafindan yazılmış bu kitapları ileri sürerek Şiiler kendilerine “Caferi” demektedirler. Böylece onlar İimam Caferi Sadık’ın doğrudan  kendisini izledikleri planını kurmaya girişmişlerdir. Oysa bu yol, sırasıyla Hanefi ya da Hanbeli, yani imam Abu Hanifa ya da imam Ahmed bin Hambal’a bağlı (daha önceki paragraflarda Malik bin Anas’a, diyordu. İ.K.) Müslümanların yoludur . Şiiler, ‘jafar’ ve ‘jafr’ sözcüklerinin benzerliğini kötüye kullanarak, yazarları Cafer al-Kummi ve Cafer al-Tusi olan bu kitapların İmam Cafer Sadık tarafindan yazıldığını ileri sürmektedir. Caferi Mezhebi, sadece bir kelime oyunudur.”

    Abdülvahid Hanifa Kadiri’nin Türkçe adıyla “İmam Caferi Buyruğu”ndan sözetmesi, İran’da bu kitabın nüshalarına rastlamış olduğunu gösteriyor. Ancak kitabın  içeriği Türkçe olsaydı, yazar bunu açıklamak ve belki Şiilerle karıştırarak Türkiye’deki Alevi inançlı toplumdan da sözetmek zorunda kalacaktı.

    Türkçe “İmam Cafer ya da Şeyh Safi Buyruğu” adı altında     derlenmiş buyruk metinlerinde en azından bazı bölümlerin “Farsçadan Türkçeye çevrildiği ya da anlaşılsın diye Türkçe söylendiğini” belirten cümlelere rastlanmaktadır. Örneğini “İmam Cafer-i Sadık Buyruğu”, (Derleyen: Ali Ocaklı, İstanbul, 1989, s. 235): ‘Naadı Ali’ bölümünün son paragrafında, “…Ali Aba’nın silsilenamesidir. Bunu Farisi lisan üzere buyurmuştu. Horasan erenleri Rum’a kadem bastıklarında, Farisiden Türkiye tercüme eylemişlerdir. Ve bunu tarikat erenleri canı gibi aziz saklayalar…” denilmektedir. Buradaki Horasan erenleri nitelemesi, Safevi Kızılbaş yönetiminin Anadolu’ya gönderdiği  görevlilerdi, yani hadim dedikleri hizmet sahiplerinden başkası değildir. Ayrıca “Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu”, (Der. Mehmet Yaman, İstanbul, 1994, s.53): “Farsça bilmeyen talipler için üstat Hatayi buyurmuştur ki; ‘Hatayi hal çağında/Hak gönül alçağında/Yüzbin kabe yapmakta/Bir gönül alçağında’.

     Hanife Kadiri’nin İmam Cafer Buyruğu’nun, Cafer adlı iki Şii yazarın yazılarından derlendiği ve Şiilerin bu kitapların İmam Cafer tarafından yazıldığını ileri sürerek kendilerine Caferi adını taktıkları savı doğru değildir. Üstelik yazarın birinci Cafer olarak bildirdiği, Kitab al-Makalat ve’l- Firak’ın  yazarı al-Kummi, Sad bin Abdullah al Aşari’dir; Abu Cafer Muhammed bin Yakup al-Kolayni (ö.940-41) ile karıştırmıştır. Ancak Caferilik ya da Caferi mezhebi deyiminin kullanılışı ile İmam Cafer Buyruğu’nun sıkı ilişkisi vardır ve bize göre ikisi de Safevi Kızılbaş siyasetinin ürünüdür.

    Buyruk’ta  “ Eğer sorsalar, ikrar-ı tercüman nedir?” sorusuna şu yanıt verilmektedir: ‘Cevap: Şah-ı Merdan kuluyum, Al-i aba nesliyim, İmam Cafer Sadık mezhebindenim. Rehberim Muhammed, mürşidim Ali’dir.”( İmam Cafer-i Sadık Buyruğu, Der. Ali Ocaklı, s.225) İmam Cafer Buyruğu’nun elde bulunan Farsçasını görmediğimiz için, Türkçe mevcut metinler dikkatlice incelendiğinde, bu kitabın hazırlanmasınıda Abu Cafer Muhammed  Kolayni(940-41) ve Abu Cafer Muhammed bin al-Hasan al-Tusi’nin(1067-8)  kitaplarından, başta İmam Cafer Sadık olmak üzere İmamların Kuran ayetlerinden yorumları, hadis nakilleri ve kendi sözlerini seçkiler yaparak  yararlanıldığı anlaşılır.
     
    Ayrıca erken Türkçe Buyruk metinlerinin içinde Ortodoks Şii ögelere rastlanmaz ve bunlardaki Caferilik de batıni anlamdadır; Caferi Aleviliktir  Aşağıda daha ayrıntılı anlatacağımız gibi 17. yüzyılın ortalarından itibaren, İran’da Şii ulemanın usuli ve akhbari tartışmaları sonucunda Ortodoks Caferi Şiilik resmileşmiş. 10.yüzyıldan sonra İmamiye ya da İsna aşariye (Oniki İmamcılık) mezhebi olarak kurumlaşmış olan ortodoks Şiiliğe, Caferilik adı altında dönüş yapılmıştır. Bu dönemden sonra Anadolu’ya gönderilen Buyruk’larda şeriat ağırlığını hissettirmeye başladı. Ancak Safevi soylu Şahların siyaseti gereği,  Anadolulu Kızılbaşları kendilerinden tamamıyla uzaklaştırmamak için  kitaptaki batıni ögeler atılmamıştır. Buna karşılık İran içlerinde Horasan’da kızılbaş katliamı ve koğuşturmalar sürdürülmüş. Kızılbaş Türkmenler,  İsmaililerle birleşerek yeraltına çekilmiş ve onlar da Caferi Şii takiyesi uygulamak zorunda kalmışlardır.     

    Yukarıda İmamiye’nin çıkışı ve kurumlaşmasına ilişkin şunları söylemiştik:

    Asıl İmamiye’yi mezhep olarak kurumlaştıran 10.yüzyılın başlarından itibaren güçlü Şii Nevbahti ailesi içinde yetişen bilginler oldu. Onların iktidara yakınlığı ve halifelikle uzlaşıya girmiş olmaları bu kurumlaşmayı sağladı. Şii Buveyh Oğulları’nın Bağdad’da iktidarı ele geçirmeleriyle (945) onların koruması altında İmamiye daha da güçlendi. İmam Cafer Sadık’ın gizli olarak yürütmüş olduğu Batıni Şiilik artık tamamıyla yeraltına çekilmiş, (İsmaili Aleviliği olarak) yaşama mücadelesi verirken; İmam Caferin takiyesi, yani görüntüdeki zahiri, yani açık dinsel uygulamaları İmamiye mezhebi olarak İslam tarihinde yerini almıştı.

    17. yüzyıl içinde Ortodoks Şiiliğe, Caferilik adı altında dönüşü sağlayan büyük çapta  o dönemde yetişmiş aşağıdaki yazarların yapıtlarının yeniden ele alınıp yorumlanması olmuştur demekle yanılmış olmayız. Bu yapıtlarıve yazarları
    şöyle sıralayabiliriz:

    Oniki İmamcılığa düşünsel çehresini veren yazarlar olarak,  devlet adamı Abu Sehl İsmail bin Ali en-Nevbahti (ö.923) ve aynı aileden Kitab Firaku’ş-Şia’nın yazarı al-Hasan bin Musa en-Nevbahti (ö.922).

    Abu Cafer Muhammed Yakub al-Kolayni’nin (ö.940-41)  on altı bin yüz doksan dokuz hadisi içeren  Al-Usul Min al-Kafi.

    Şeyh al-Saduk adıyla tanınan  İbn Babeveyh’in (ö.991-92) İmamların yaşamı ve yine İmamlardan geniş sure ve hadis yorumları veren inançlar kitabı    Risaletu’ul İtikadat (Şii İmamiyenin İnanç Esasları, Çev. Ruhi Fığlalı, Ankara 1978) ve Men la-Yehzuruhu’l- Fakih.

    Heresiograf Sad bin Abdullah al-Aşari al-Kummi’nin( ö.951-52) Kitab al-Makalat ve’l- Firak’ı. 

    Şeyh al-Taifa olarak tanınan Abu Cafer Muhammed bin al-Hasan al-Tusi’nin (ö.1067-68) At-Tazhib ve al-İstibsar’ı Ortodoks Oniki İmamcı, yani Şii İmamiye fıkıhı ve öğretisinin belli başlı adlı yapıtlarıdır.

    (Prof. Dr. W.Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Fikri Teşekkülü, Çev.Prof.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, 2.Basım, İstanbul, 1998, s.338-343;  Aşk Safevi, ayn. Makl.; Farhad Daftary, The Ismailis: their History and doctrines, Cambridges 1992, s.86, 127, 250-252; 59, 92-93 )

    3. a1  17. Yüzyılın Başlarından  İtibaren İran’da Şii Şeriatının Güçlenmesi, Ortodoks Şii Kümeleşmesi ve Her Türlü Sufiliğin Ezilmesi

     17. yüzyıl İran’da Ortodoks Şiiliği, İmamiye mezhebinin Caferilik adı altında  egemen olmasında etkili olan yetkin bilgin ve din adamları ortaya çıkardı: Şii hukuku (fıkıh) üzerinde birçok kitaplar yazan Mir Damad namıyla tanınmış olan Mulla Muhammad Amin Astrabadi, Akhbari olarak bilinen bir düşünce akımı kurmuştur. Bu akım ictihad doktrinlerine inanan Şii düşüncesine karşıydı. Akhbari Şii grubu sadece Kutsal Kuran, Hadis ve diğer yetkin kaynak olarak Oniki İmamların sözlerine bağlıydılar. Tam tersine Usuli olarak tanınan diğer Şiiler Kuran, Hadis ve Kıyas’a inanmaktaydılar. Birbirleriyle tartışma halindeydiler ve onların bu karşılıklı tartışma (polemik) yazıları İran’da zamanın büyük bir iş alanı oldu. İşte bu dönemde, Muharrem ayında rawda-khani anma törenleri (İmam Hüseyin’in şehit edilmesinin anılması) ve mersiye (matem ağıtları) okunmasının başladığı bilinmektedir.

    Bunlara ek olarak ilm al-kalam (theology), hikmat (akılcılık ve felsefe), irfan (gnosis) ve  Sufilik düşüncesine de hız kazandırıldı. İran felsefe ve akılcı düşüncenin gelişmesi için verimli bir topraktı ve bu dönemde tanınmış Şii bilginler yetiştirmiştir; örneğin, Mir Dad (ö.1631), Muhammad Bakır Maclisi (ö.1699), Mulla Sadra (ö.1640), Mohsin-i Fayd Kashani (ö.1680), Abdur Razzak Lahiji (ö. 1661), Rajab Ali Tabrizi (ö. 1699) vb.

     Roger Savory  “Iran under the Safavids” (New York, 1980, s. 91) kitabında,
    “1501’de Safevi Devletinin kuruluşundan, 1588 yılında Şah Abbas I’in tahta çıkışına kadarki dönemin bir değişim ve deneyim olduğunu  görmüş olduk; Safevi düzeninin özgün Sufi örgütünü devlet yönetimi yapılanmasında birleştirmek için bir girişimde bulunuldu, deneme yapıldı”diye yazmaktadır.

    Bize göre  Savory’nin bu saptaması yerinde olmasına rağmen, adlandırmasında eksiklik bulunmaktadır. Başından beri Kızılbaş Safevi yönetimi yapılanmasında birleştirilmek, daha doğrusu devletin yaşamına geçirilmek istenen ya da denenmiş olan Ortodoks Şii Sufizmi ve onun örgütü değildi. Batıni Alevi inanç ve felsefesi, Alevi-Bektaşi Görgü Cemlerinde uygulanan tapınma kurumları ( Sorgulama, Dar’a, Musahiblik, Sitemden geçirme vb.) tümüyle devletin yaşamına geçirilerek bir Kızılbaş yönetim düzeni oluşturulması denendi.

    1501’den 1508’e kadar Şah İsmail’in saltanatı döneminde ve 1524’den 1533/4’e kadar Şah Tahmasp’ın ilk yıllarında, bu devleti kuran Kızılbaş Türkmen boyları dedebeglerinin oluşturduğu Ehli İhtisas kurulu, Şah Vekili (vekil-i nefs-i nefis-i humayun ) başkanlığında bunu başardı. B.S. Amoretti’nin belirttiği gibi,

     “Kızılbaşlık bir halk dinsel inancı olarak, başkaldırıcı ve örtülü komünistik doğasıyla Anadolu’dan İran’a geçmiştir…Onların başlarında bulunan, yüksek ayrıcalıklı Kızılbaş Sufilerin her lokması şefaat etme özelliğine sahipti. Ehli İhtisas Kurulundan Halifeler Halifesi, genel toplantılarda-cemlerde günahlarını itiraf edip pişmanlık duyanları, Anadolu Kızılbaşları ve Bektaşilerin ayin ve geleneklerine uygun biçimde (tarık) çubuğuyla vurarak, (yani sitem çektirerek İ.K.) bağışlıyordu. Günahkarların bağışlanmaları için yalvaranların secdeye kapanmaları tarikat-yol usülünce yapıldığı açıktı.”

     Amoretti bu satırları, Şah Tahmasp’ın ilk yıllarında, onun sarayını ziyaret etmiş olan Venedik Cumhuriyeti elçisi Michele Membre’in günlüğünden (Relazione..s.48) almıştır. Görüldüğü gibi Kızılbaş-Alevi-Bektaşi, yani Batini sufiliği sözkonusudur. (Geniş bilgi için bkz. B.S. Amoretti, “Pre-Safavid religious Topography” The Cambridge History of Iran Vol. VI, yeni basım, Cambridge-1993, s.632 ve 637’den aktaran İ.Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam,İstanbul 1996,s.204-208; 260-278) Kızılbaş yönetimin ise niteliği de açıktır; Karmatilerden ve erken Alamut İsmaililerinden, Babai ve Bedredinilerden sağılıp gelen, şahın ve padişahın değil “dünya mülkü halkındır”, iktidar onunla paylaşılmalıdır siyasetinin devlet yaşamına geçirilmesi…

    Tahta çıkarıldığından bir yıl sonra 1589’da, kendisine yardımcı olan Kızılbaş önderlerini öldürten Şah Abbas I, Kızılbaş güçleriyle birlikte yönetimdeki Alevi-Kızılbaş inanç örgütlenmesini de uzaklaştırmış ve onlar hakkında korkunç bir  koğuşturma başlamış bulunuyordu. Onun yeni hayat verdiği ve yönetimle birleştirmeyi denediği ılımlı olarak nitelenen Ortodoks Şii  sufizmi örgütlenmesiydi. Onu sufi ögeleri yönetim yapısı içine eklemlemesi ve koğuşturmaların sonucu olarak, Anadolu’ya dönmeyip İran’da kalan  bir kısım  Kızılbaşlar bu ılımlı Sufizmin içinde göründüler.  Hatta İsmaili dailer sufi hırkası içinde dolaşarak  vaızlarını vermeye başlamışlardı. Ayrıca çoğu Kızılbaşların, İsmaili İmam Nizar II(ö.1628)  zamanında gizlice İsmaililiğe geçmiş olduklarına ilişkin birçok  kanıt bulunmaktadır. Hatta İmam Nizar’ın oğlu ve ardılı İmam Sayed Ali’ye (1628-1660) de onlar kendi aralarında  Sayed Abul Hasan Beg diye çağırıyorlardı. Sayed Ali Şah’a, “Seyid Hasan Beyin Babası” diye  oğlunun adıyla seslenmelerinden anlaşılıyor ki; Safevi yönetiminden dışlanıp koğuşturulmakta olan Kızılbaş Türkmenler, İmam Hasan Ali Şah’ın (1660-1694) İmamlık döneminde de, kendi inançlarından farklı olmayan İsmaililikle yoğun bir biçimde buluşmuş ve birlikte hareket etmeyi sürdürmüşlerdi. Bu durumun Anadolu’ya yansımamış ve İsmaili dai’lerin Alevi-Bektaşilerle  buluşmamış olduğu  elbette düşünülemez.

    Şah Abbas I’nin 1629’da ölümüyle birlikte ılımlı Sufiler de koğuşturulmaya ve öldürülmeye başlandı, Hankah’larının (tekkeleri) tamamı yıktırıldı. Roger Savory aynı yapıtında (Iran under the Safavids, New York, 1980, s. 237) şu kısa bilgiyi geçmektedir:

    “Şah Abbas I’nin ölümünden sonra  Sufilerin toplumsal itibarı düşmeye devam etti. Oysa Sufi coşkusu/gayreti ve inancı (aslında Kızılbaşlık, yani batıni sufiliği demesi gerekiyordu İ.K.) Safevileri iktidara taşımıştı. Sufilik, 17. yüzyılda müctehid (ayet ve hadisten kıyas yoluyla hüküm çıkaran) Muhammed Bakır Maclisi tarafından, murdarlık ve cehennem kötülüğünün büyümesi olarak suçlandı.”

    Şah Safi (1629-1642) ve Şah Abbas II’ın (1642-1666) saltanat yıllarında sufiler her köşede araştırılıp ortaya çıkarıldı ve (devlet) din servislerinin bir eylemi olarak ölümle cezalandırdı. Nimetullahçı Sufiler dahi bağışlanmadı ve Horasan ve Kirman’da Ataullahiler adıyla tanınan İsmaililerin katliamından önce, İmamları Sayed Ali Şah (1628-1660) onlara, kıyım belasından uzak kalsınlar diye krallık ordusuna katılmalarını buyurdu. Böylece Horasan ve Kirman’da oluşturulmuş olan İsmaili birliği Safevi ordusu içinde küçük bir Ataullahi alayı olarak tanındı.

    İmam Hasan Ali (1660-1694) İsmaili davasını, İran’ın değişen durumuna göre yönlendirdi. Örneğin, İsmaili dailerinin Pir Mihrab Beg, Pir Ali Asghar Beg ve Pir Ali Akbar Beg gibi yerel ad taşıdıkları bilinmesine rağmen, haklarında fazla bilgi yoktur. Bununla birlikte Dai adlarının sonlarındaki Türkçe “beg” sözcüğü gösteriyor ki, onların  İran’ın Türkmenler tarafından iskan edilmiş bölgelerinde inançsal hizmet vermekteydiler; İran’daki Kızılbaş çevre ile çok yakın ilişki içinde bulunuyorlardı.

    Günümüze ulaşan İsmaili kaynakları aracılığıyla bu kırık-dökük bilgilerin temelindeki gerçek şudur: Kızılbaş Safevi Devletinin kuruluşundan, İranlı feodal aristokratların Şahların çevresinde kümeleşip, ortodoks Şiiliği devlet dini yaparak sufiliği yönetimden uzaklaştırıncaya kadar Kızılbaşlar,  İsmaililerle birlikte hareket ettikleri gibi, Şah Abbas I’nin ölümünden sonra başlayan Kızılbaş ve sufi kıyımlarında da yaşamları biribirine karışmıştır. Aynı ilişkinin Anadolu’da da sürmüş olması, olasılılıkların ve kuşkuların ötesindedir. 

    17.yüzyılda  Şah Abbas I’nin ölümünden sonra Şii fıkıh anlayışının iki yönde geliştiğini görüyoruz: Çoğunluk, birinci ilkelere, bütün şeriat kaynaklarına (usul) değişmez referanslar olarak ağırlık veriyordu; yukarıda kısaca değindiğimiz gibi bu kaynaklar Kuran, Peygamberin sözleri (hadis) ve ( müctehidlerin) kıyas hükümleriydi. Bu gruba Usuli denilmekteydi. Fakat karşı çıkan, onları protesto eden bir hareket yükseldi; bu hareket şeriatın bağımsız bir kaynağı olarak (görülen) akıl ve mantığın geçerliliği üzerinde kuşku duyuyordu; Peygamber ve İmamlardan duyulup gelen haberlerin (akhbar) yoğun kullanılışına çok önem verilmekteydi. Onun  için bu grup akhbari adıyla tanınıyordu. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri, bir bütün olarak, dinsel sınıfların etkisinin büyüyerek artmış olmasıdır; zira onlar, Usuli ve Akhbari kümeleşmelerin içsel farklılıklarından  ayrı olarak, politik denetlemelerden de serbest kalmışlardır. Bu dönemde ortaya çıkan güçlü dinbilginlerinin tipik örneği Muhammed Bakır Maclisi, 1687 yılından itibaren Şeyhülislam makamında  ve ölümüne kadar Mulla-Başı olarak kaldı. Dikkat çekici önemli  nokta, Usuli ve Akhbari Şii grupların sadece Sufilerin katledilmesinde ortaklaşa hareket etmeleridir. Bizce işte bu ortaklaşa hareket içinde, ılımlı Sunnilikten de fazla şeriatçılığa yönelmiş bir Ortodoks Şiilik olarak Caferilik (mezhebi) benimsenip, tam anlamıyla İran Safevi devleti yönetimine yerleşti.