• İmam Bâkır’a Göre İmân ve İslâm

    İsmail Kaygusuz

    İmam Bâkır’ın (676-733/4) çağdaşı  ve dönemin Sünni din bilgini ve mutasavvıf olarak tanınan Muhammed bin Münkedir;

    “Hararetim bastığı bir saatte Medine dolaylarında gezerken, Muhammed Bakır’a rastladım. Pek  yorulmuştu, yanındaki iki kişiye dayanarak yürüyebiliyordu, adamakıllı da terlemişti. Ona, ‘Hâşimi ulularından olan senin gibi bir kişinin, bu saatte dünya için bu derece yorulmasını, hiç de doğru bulmuyorum’ dedim. İmâm bu söz üzerine dayandığı kişileri itti, doğruldu da bana dedi ki:

    ‘Vallâhi bu halde ölüm gelip çatsa, beni Allah’a edilen ibâdetlerden biriyle meşgul olarak bulur; çünkü bu halimle ben,  kendimi senden de halktan da çekmişim;  ailemin rızkı için çalışmaktayım.  Ben,  asıl Allah’a karşı rüşvet verir gibi bir (ibadet?) suçu işlerken, insana ölümün gelip çatmasından korkarım’dedi.

    “ Ben bu sözü duyunca; Allah sana rahmet etsin, dedim; sana öğüt vermek isterken, sen bana öğüt verdin.”

    Emeğiyle ailesini geçindiren ve çalışmayı büyük ibadet sayan; geniş öngörü sahibi ve zamanın en üstün din bilginlerinden olan İmâm Muhammed Bâkır’ın özellikle İslâm ve İmân konusundaki görüşlerini Arzina R. Lalani’nin  çalışması [1] ve yararlandığı kaynaklardan özetleyerek aşağıda sunuyoruz:

    İmâm Bâkır zamanında Fitna’dan ortaya çıkan teolojik tartışmalar daha da yoğunlaştı. Halk İmâmlığın geçerliliği ve İmâm’ın sahibolması gerektiği ‘inanan statüsünü’ sorgulamaya başladı. Bu durum kişileri, İmân ve İslâm’ın ne olduğu ve amel’in ( iş, eylem) İmân’ın bir parçası olup olmadığı ve de bir kişiye müslüman denilmesi için gerekenler hakkında yeni sorulara götürüyordu. Bu sorular, sırayla, insanın sorumluluğu ya da sorumluluğun yokluğu sorunu ve bu düşüncelere koşut, Kur’an’ın doğasına ( yaratılmış veya yaratılmamışlığı) ilişkin sorular olarak giderek arttı. Vurgular sözün/kelâmın (logos) tanrısal sıfatları üzerinde yoğunlaştı…

    Bu erken dönemde tartışılan ve üzerinde çeşitle ekollerin farklı düşündüğü ana sorulardan biri İmân (faith) idi. Sözü edilen sorunların çoğu İmân ile İslâm, sözcük anlamıyla inanç ile teslimiyet/boyun eğme arasındaki ayırım ya da ilişki olarak ortaya çıktı. Bir diğer konu ise İmân’ın derecelerinin varolup olmadığıydı. İmâm Bâkır Kur’an’ın,

    “Bedeviler diyorlar ki, ‘biz inanıyoruz’. Söyle onlara; ‘siz inanmıyorsunuz, sadece İslâmı kabul ettiniz, boyun eğdiniz; İmân kalbinize henüz girmedi’(K.49, 14)” ayetini temel alarak, İmân ile İslâm arasında açık bir ayırım olduğu görüşünü ortaya koydu. Ona göre İmân, İslâmı içine almaktadır, fakat İslâm’ın da İmân’ı içermesi gerekli değildir.[2] İmâm Bâkır’ın benzer bir sergilemesi, El Kadı El Numan’da [3] bulunmaktadır. Orada Bâkır, avucuna içiçe iki daire çizerek dış daireyi İslâm, iç daireyi  de İmân olarak gösterip, inancın kalpte gerçekleştiğini söylemiştir. Demek ki İmâm Bâkır’ın görüşüne göre, bir Mümin kendiliğinden müslümandır, ama bir Müslim’in (müslüman) Mümin (inanan) olması zorunluğu yoktur.

    İmâm Bâkır, İslâm dinini içselleştirmiş olan kimsenin İmân’ı da içselleştirmiş olup olmadığı sorulduğu zaman, farklılığı daha açık işlediği görülür. Buna olumsuz yanıt vermişse de şunu ekler; “o kişi küfür toplumundan, inançlı topluma girmiş ve inançlılarla işbirliği yapmıştır (qad udifu ila al-İmân).”

    Sonra Kâbe ve Mescid el Haram örneğini vererek soruyu sorana; eğer bir kişiyi mescidde görmüşse, onu Kâbe’nin içinde de gördüğünü kanıtlayıp kanıtlamayacağını soruyor. Soruyu soran kanıtlayamıyacağını söyleyince; Bâkır yeniden, ‘eğer bir kişiyi Kabe’de görmüş olsaydı, o kişinin mescidde olduğundan emin olabilir miydi?’ diye sormuş. Adam ‘evet’ diye olumlu karşılık verdiğinde, El Bâkır bu kez ona, İmân ve İslâm arasındaki ayrımın da aynı olduğunu açıklamıştır.[4]

    İmân ve İslâm arasındaki farklılığın geniş ayrıntıları, İmâm Bâkır’a yöneltilen bir başka sorudan çıkartılabilir: Eğer bir kimse Tanrıdan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed’in Tanrının elçisi olduğuna tanıklık getiriyorsa, onun bir mümin/inanan olup olmadığı sorulduğu zaman El Bâkır şöyle yanıtlamıştı: “O zaman, Tanrı tarafından insanlara yüklenen görevlere ne demeli?” İmâm’a göre, daha önce belirtildiği gibi yedi temel koşul vardır; fakat velâyet (velilik), diğer hepsinin önünde gelir ve böylece, gerçek İmân, doğrudan İmâm’ların velâyeti ile ilgilidir; yani İmâm’a olan inançtan doğar.  Açıkçası İmâm Bâkır’a göre İmân, İslâmdan bir farklılık olarak, zamanın İmâm’ına inanarak tam itaatla birlikte Tanrının peygamberleri, elçileri ve imâmlarına olan inançtır. İmâm Ali’den nakledilen hadislerden birinde “İslâm ikrar (verme)dır, İmân ise, İmâm, Peygamber ve Tanrı bilgilerini içeren bilgiye sahip olan marifet’tir”diye geçer.[5] Şu halde İmâm Bâkır’ın görüşleri, İmân’ın hem söz (kavl), hem de eylemi (amel) yansıttığı fikrine eğilim gösterir. Oğlu İmâm Cafer Sadık’ın tanımlamasına göre “İmân, dilden söylemek, içten-candan onaylamak ve Tanrının buyurduğu temel görevleri uygulamaktır (kawl bi al lisan, tastik bi al-janan wa amal bi al-arkân).”

    İmâm Bâkır’ın genç çağdaşı Ebu Hanife bu konuda farklı görüştedir. Ona atfedilen Wasiyya’nın birinci maddesine göre “İmân dille ikrar, içten onaylama (tasdik bi al janan) ve kalb bilgisidir (wa marifa bi al kalb).” Bu tanımlamada amel-eylem açıklaması yoktur. Hariciler, Mutezile ve Kaderiyye’ye göre de, uygulama (amel) İmân’ın ayrılmaz bir parçasıdır ve bizzat inancın yapılanması olarak görülür. Diğer yandan Murciler  amel’in İmân ile ilgisi olmadığı yönünde değerlendirir, yani konu dışı görürler. İmân’ın bir değişmezlik derecesine sahip olduğunu ve günahla da zayıflayamıyacağını belirtmektedirler.

    Murciler, ağır günahkâra ilişkin yargının ‘erteleneceğinin’ ileri sürmelerinden itibaren, İmân’ın tanımlaması sorunuyla yüzyüze gelmişlerdi. Öyle ki bu, bir kimsenin bütün olarak topluluğun üyesi olmasına karşılık oldu. Yani onların yaptıkları, amel’i (uygulamaları) İmân’ın dışında tutmaktı. Ebu Hanife ve onu izlayenlerin de aynı çizgide oldukları görülür. Gerçekten El-Aşari, kitâbında, Hanefilerin Murcilerin mezhebinden oldukları yargısına varır.[6]

    Öbür yandan El-Bâkır, inananlar arasında da farklı dereceler bulunduğunu düşünür. Bunu daha sonra oğlu İmâm Cafer Sadık, bazı inananların diğerlerinden daha iyi; bazılarının tapınmalar öbüründen daha fazla; bazıları diğer kimselerden daha ileri görüşlü ya da sezgisi daha güçlü olduklarını söyleyerek açıklığa kavuşturur.

    İmâm Bâkır’a göre müminin, inançlı kişinin özellikleri şunları içermelidir:
    “Tanrıya güvenme (tevekkûl); olayları yargılamayı (tawfid) Tanrıya bırakma; Tanrıdan gelene (qada), rızagösterme (rida) ve Tanrının iradesine teslim olma, boyun eğme (taslim).”

    Yine onun anlattığına göre, Peygamber bir gezisinde mümin olduklarını söyleyen bir bölük insanla karşılaşır. İnançlı olmalarının kanıtını sorar ve onlar da yukarıda açıklanan dört özellikten son üçünü söylerler.

    İmâm Bâkır’ın görüş ve düşüncesinde İmân, dört direk üzerinde bina edilmiştir: 1) Sabır, 2) Kesinlik(yaqin), 3)Adalet (adl) ve 4)Mücadele (jihad). Açıkçası onun için bir kişinin erdemli oluşu, doğrudan onun İmân’ına bağlıdır, inançlı oluşuyla ilgilidir. İmâm Bâkır’dan gelen diğer bir hadise göre “inancı mükemmel olan bir mümin, en iyi karaktere sahip olan kimsedir”.  Daha özel bir erdemden sözedersek, o özellikle, vücuda baş gibi olduğunu söylediği sabıra gönderme yapar ve Bâkır’a göre, bir kimsenin sabrı yoksa İmân’ı da yoktur. O, halka herhangibir şikâyeti engelleyen olgun sabırı tanımlar. İnancın derecelerinden doğan bir görünüm de İmân’ın durağan olup olmadığı fikridir. Yoksa, tam tersine İmân çoğalır, artabilir ya da uygulama/eylemin (amel) gelişmesi ve bilginin genişlemesi ve kapsamıyla azalabilir mi? Bu, İmân al ilm, yani İmân ilim (dinsel bilgi) üzerinde temellenir. İmâm Bakır, kendisi tarafından bildirilen çok sayıda hadislerde görüldüğü gibi, bilim  öğrenme/bilgi kazanılması üzerine yoğun biçimde vurgu yapar. Bununla birlikte İmâm Bâkır’ın görüşünde bilgi kazanımı kendi başına bir sonuç değil, fakat sonuca götüren bir araçtır. Onun için sadece bilgi elde etmek yeterli değildir; kazanılan bilgiye göre hareket etmek ve öğrenilenleri başkalarına öğretmek öemlidir. Demek ki, bilgi aracılığıyla eylem (amel) geliştirilebilir; eğer amel geliştirilirse, o zaman İmân/inanç artar ve daha güçlü olur; sırasıyla güçlü bir İmân, bir insanın bilgisine bağlıdır ve daha fazlası insanın amel’ini, hareketleri ve davranışlarını inceltir. Şu halde İmâm Bâkır’a göre İmân ve ilm, amel ve İmân hepsi birbiriyle (karşılıklı olarak) ilişkilidir.[7]

    Bir diğer kaynakdan İmâm Bâkır’ın İslâm ve İmân üzerindeki görüşlerini onaylayan bazı sözlerini de yorumsuz olarak verelim:

    “Kime ahmaklık verilmişse İmân ondan uzaklaştırılmıştır.”

    “İmân ikrar ve ameldir, İslâm ise sadece ikrardır.”

    “İmân, kalpte olan şeydir. İslâm ise sadece evlenme, miras ve canın korunması gibi zahiri hükümlerini uygulanmasına vesile olur. İmân İslâm ile ortaktır, ama İslâm’ın İmân ile ortaklığı yoktur.”

    “Dil hayır ve şerrin anahtarıdır. Müminin altın ve gümüşüne mühür vurduğu gibi, diline de mühür vurması uygundur.” [8]

    İmâm Cafer’e göre ise mümin, yani inançlı kişi şu sekiz özelliğe sahip olmalıdır: “Buhranda ağırbaşlı, belâda sabırlı, varlıkta şükredici, Allahın verdiği rızka kani, düşmanına (bile) haksızlık etmeyen, dostlarına yük olmayan, çalışmasından bedeni yorgun düşen ve insanlara zararı dokunmayandır.[9]

    [1] Early Shi’i Thougth, The Teaching of Imam Muhammed Bâkır, London, 2004.
    2]  Al Kolayni, al Kâfi vol.2, s.26.
    [3] Da’a’im al-İslâm vol. 1, s.16-17
    [4] Al Kolayni, al Kâfi vol.2,s.6-7.
    [5] El Kadı el Numan, Da’aim al Islam Vol. I, s.15-17.
    [6] Al-Ashari, Makalat-ı İslâmiyya, s.202.
    [7] Arzina R. Lalani, Early Shi’i Thougth, The Teaching of Imam Muhammed Bâkır, London, 2004, s.84-88.
    [8] İrşadı Müfid, s. 234; Fusul –ul Mühimme, s. 193; Menakıb-ı İbn Şehraşub, c.4, s. 197’den aktaran Kazım Balaban, Ehlibeyt’ten Dersim’e, Aydüşü yayınları, İst. 2006, s.98-1002.
    [9] Tuhef-ul Ukul, 388’de aktaran, Kazım Balaban, Ehlibeyt’ten Dersim’e, s.112.