Bremen Belediyesi’nin inisiyatifinde gerçekleştirilen “İslam Haftası” büyük ilgi gördü. Alevi toplumunu temsilen Bremen Alevi Evi’nin katıldığı şenlikte, Hıristan, Yahudi, Budist kuruluşlarının yanısıra Milli Görüş gibi Sünni temsilcileri de yeraldı. Her kesime ayrı ayrı salonlarda ve ayrı saatlerde kendilerini anlatma olanağının tanındığı, isteyen herkesin katılıp kendileri dışındaki inanç grupları hakkında bilgi edinme firsatı bulduğu bu toplantılar, çok inançlı ve çok kültürlü toplulukların birarada yaşamalarını sağlama çabaları bakımından yararlı bir girişim oldu. Yetkililer bu çalışmaların önümüzdeki yıllarda da süreceğini belirtitiler.
“Hafta”nın açılışında Belediye Başkanı ve katılımcı grupların temsilcileri birer sunuş konuşması yaparak, düşüncelerini sergilediler. Arkasından sıra her kesime ait günün programlarına geldi. Alevi Evi’nin programı, 03.11.2002 günü, Konsul-Hackfeld-Haus Grosser Saal’da, saat 16.00’da Başkan Tekin Baytekin’in açış konuşmasıyla başladı. Sempozyum biçiminde hazırlanan programda Dr. Krisztine Kehl, Mustafa Düzgün, Dr. Hüsnü Kaya birer bildiri sundular. Ardından Bremen Yabancılar Temsilcisi’nin yaptığı övücü konuşma ve Bremen Alevi Evi Semah Grubu’nun semah gösterisi ile saat 20.00’de program sona erdi. Katılım ve ilgi son derece yüksek oldu.
3 Kasım 2002’de Almanya Bremen belediyesi’nin düzenlediği “İslãm Haftası”nda, Alevi Akademisi Başkanı Mustafa Düzgün’ün yaptığı konuşmanın özeti.
“Multi-kültürel” veya “çok-kültürlü” toplumlarda, değişik dinlere ve mezheplere mensup, farklı inanç ve törelere sahip insanların barış ve özgürlük koşullarında, birbirlerinin varlığına saygı göstererek, karşılıklı hoşgörü içinde sebestçe yaşamaları her bakımdan ciddi bir önem taşımaktadır. Bremen Belediyesi sorumlularının, bu konuya gösterdikleri ilgi ve duyarlılığı taktirle karşılıyor, kendilerini gönülden selamlıyoruz.
Hıristiyan cemaatlerinin yanısıra Yahudi, Budist ve diğer inançlara mensup kurum ve kuruluş temsilcilerinin de katıldıkları, bu geniş kapsamlı etkinliğin “İslãm Haftası” adı altında gerçekleştirilmiş olmasını yerinde ve gerçekçi bir adlandırma olarak değerlendirmek güç. Umarım önümüzdeki yıllarda bu darlıktan çıkılarak, “Dinler Haftası” gibi daha uygun bir adlandırmaya geçilir. Her halükãrda yapılan bu etkinliği son derece olumlu bir adım olarak karşıladığımızı, Almanya’nın diğer eyaletleri için de uyarıcı bir örnek oluşturmasını içtenlikle dilemekteyim.
Çok-kültürlü ya da farklı inanç ve kültürlere sahip kişi ve topluluklarla birarada ve dostça yaşama konusunda Aleviler’in en uygun ve elverişli topluluklardan biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Din, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmek, giyim-kuşam gibi değişik kılık ve kıyafetlere bakarak insanları yadırgayıp dışlamak, Aleviliği özümseyip bir yaşam tarzı haline getirebilmiş insanların tutumu olamaz. Elbette bu, sayıca fazla olmasa bile, Aleviler arasında da kendisiyle barışık olmayan, uyumsuz ve tutarsız kimselerin bulunmadığı anlamına gelmez.
13. yüzyılda yaşamış büyük ozan Yunus Emre, Aleviliğin bu konudaki görüşünü şu dizeleriyle ifade eder:
Yetmiş iki millete aynı nazarla bakmaz isen
Şer’in kapısında evliya olsan hakikatte asisin
“Yetmiş iki millet”ten kasıt, tüm dünyalılar, tüm insanlıktır. Irkı, dini, dili farklı tüm halklar, bu niteleme ile ifade edilirdi; Yunus zamanında. Her kim ki belirtilen bu özellikleri önde tutarak insanları ayırıyorsa, şeriat yanlıları veya yaşadığı ortamda “evliya” olarak itibar görse bile, hakikatte o bir “asi” olup yanlış yolda yürümektedir. Kimi nefeslerinde de Bin kere Hac’ca gitsen nafiledir diyerek işin önemini veciz bir şekilde vurgulamıştır. Çünkü Alevilik’te esas olan insan’dır. Onun sahip olduğu ırk, din, dil ve cinsiyet gibi özellikler işin özünü, insan gerçeğini değiştirmez ve de birini diğerinden üstün kılmaz.
Yine Yunus, ortodoks Müslümanlara seslenerek asıl değerin insana verilmesi gerektiğini öğütler.
Bir kez gönül yıktınsa
Bu kıldığın namaz değil
Yetmişiki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil
Aleviliğin Şah-ı Merdanı Hz. Ali de insanların soylarıyla övünmeleri için hiçbir neden bulunmadığını, çünkü balçıktan yaratıldıklarını, babalarının Adem ve analarının da Havva olduğunu belirtir. Ancak “cömerlik ve benzeri şeylerle övünebileceklerini” açıklar.
Bize göre, aslolan insandır ve tüm insanlar kardeştirler. Bu temel gerçeği görmek istemeyen kimse –nedeni ne olursa olsun- yanlış yola düşmüş, kötü ve tehlikeli bir illete yakalanmış biri sayılır.
Alevilik, insan hakkını yiyen, kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmaktan çekinmeyen, ezen ve zulmeden kimseleri hoş karşılamaz. Dışlar. Böylesi kişileri kendisinden saymaz.
Hakk’ın insanda tecelli etmesi ve onu kendi nefsinden yaratmış olması inancına bağlıdır. Hak ile insan arasında ciddi bir yakınlık görür. İnsan Hakk’tan gelmiş, Hakk’a dönecektir. Biz buna “Hak ile Hak olmak” diyoruz. İnsanı Hakk’a götüren, onunla bütünleşmesini sağlayan bağ “korku” değil, aşk ve sevgidir. Hak “insana şah damarından daha yakın” olup, mekãn olarak da insanın gönlünü seçmiştir. Bu yüzdendir ki Yunus, “Bir kez gönül yıktınsa / Bin kez Hacca gitsen nafiledir” demiştir. Yine “Biz yaradılanı severiz, yaradılandan ötürü” diyerek, insanla birlikte doğa ve bütün varlık aleminin de sevilmesi gerektiğini açıkça vurgulamıştır.
Bizim inancımızda, insanları “Gãvur ve Müslüman” diye ayırmak da yoktur. Bu bağlamda esas olan insandır ve o, Hünkãr Hacı Bektaş Veli’nin ifade ettiği gibi “Okunması gereken en büyük kitaptır”.
Hz. Ali, “insan”ı, onun sahip olduğu hikmet ve özellikleri dizelerinde şöyle ortaya koymuştur:
Derman sende, ama senin haberin yok
Derdin senden, ama sen görmüyorsun
Kendini küçücük bir beden sanıyorsun
Oysa koskoca bir evren dürülmüş içinde senin
Öylesine ap-açık, ap-aydın bir kitapsın ki
Gizli şeyler onun harfleriyle meydana çıkmada
Dışarıya, kimseye gereksinimin yok senin
Gönlünde yazılmış yazılar her şeyden haber verir sana.
Alevilik’te “insanı”n yerlisi-yabancısı olmaz. Dünya tüm insanların yurdudur. Şu ya da bu ulusa, dine, dile ve kültüre mensup olmak, aslolan “insan”ın bazı özellikleridir ve bunlar, insanı ayıran, bölen, karşıkarşıya getiren ögeler olarak algılanmamalıdır. Bu öge ve özellikler, insanoğlunun tarih boyunca içinde yaşadığı farklı coğrafi, iklimsel, sosyal ve kültürel koşullardan kaynaklanan, görünüşe ait biçimsel ayrılıklardır ve abartılmamalıdır.
Bu temel yaklaşımları içeren Alevilik, Alevi insanının başka inanç ve kültürlere sahip insanlarla birlikte yaşamasını, kısa sürede uyum gösterip birlikte yaşamasını kolaylaştıran bir etken olmuştur. Nitekim, Türkiye’nin yanısıra dünyanın çeşitli bölgelerinden Avrupa’ya gelen Aleviler, ne inançları, ne attitüdleri ve yaşam tarzları ne de giyim-kuşam anlayışları bakımından genellikle kayda değer herhangi bir soruna konu olmuş değiller. Gerçek böyle olmakla birlikte, bulundukları ülkenin dilini, dini ve sosyal geleneklerini öğrenmede, yeni çevre ile uyum sağlamada, doğal olarak bazı zorluklar yaşamış ve bazı sorunların ortaya çıkmasına neden de olmuştur. Bunun da aşılacağından kuşku duyulmamalıdır.
Burada entegrasyon konusundaki bazı yanlış yaklaşımlara da değinmek isterim. Bize göre entegrasyon; kişi ve toplulukların kendi dillerini terkedip unutmadan, yaşamakta oldukları ülkenin dilini de çok iyi öğrenmeleri; inançlarını ve kültürlerini bırakmadan bulundukları ülkenin bu alandaki çeşitli değerlerini yadsımadan, yadırgamadan anlayıp kavramaya özen göstermeleri; kendi yaşam tarzlarını sürdürürken herkesin yaşam tarzına karşı hoşgörülü ve anlayışlı davranmaları olarak algılanmalıdır. Oysa kimileri bunu yabancı, göçmen, dışarıdan gelen insanların söz konusu değer ve özelliklerini asimile edip ortadan kaldırarak, inanç ve kültür dünyasından silmek istemektedir. Bu yaklaşım ve politikalar, dünyanın ve insanlığın kültürel zenginliklerini heba etmekte, insanların yaratıcı gücünü ve üretkenliğini sekteye uğratmakta, insan temel hak özgürlüklerine, insani değerlere büyük zarar vermektedir.
Özcesi entegrasyon, dinsel inanç ve yaşam tarzı alanlarında seküler bir yapılanmanın benimsenmesi, demokratik ve insani değerlere ilişkin insan bilincinin istenilen düzeye yükseltilmesi, her bakımdan hukuka bağlı kalınması, birlikte yaşamanın da, inançsal ve kültürel zenginlikleri korumanın da, yurttaşların birbirlerinin varlığına ve gelişmesine rıza gösterip uyum içinde yaşamalarının da, en iyi ve en sağlıklı yolu olarak algılanmalıdır. Uyum içinde ve birlikte yaşamanın artık tek tek ülkelerin sınırlarını aşan bir olgu haline geldiği; soruna artık küreselleşme boyutları içinde bakmak gerektiği bir evrede, dar, katı, milliyetçi yaklaşımların artık haklı ve gerçekçi bir değeri kalmamıştır.
İslam deyince birçokAvrupalı’nın aklına hemen Şeriat ve Ehl-i Sünnet kesimi gelir. Batılı düşünürlerin “Ortodoks islam” olarak da adlandırdıkları Sünni İslam’ın sık sık fanatizme kaçan, kendisinden başka din ve inançlara karşı hoşgörüsüz davranan, hatta şiddete başvuran uygulamaları, dünyada ciddi endişelere, korku ve paniğe neden olmakta. Bu anlayışın elliden fazla devletin resmi dini olması, oldukça geniş bir alanda hüküm sürmesi, İslam’ın birbaşına Sünnilik olarak görülmesine, Şeriat’la özdeş kabul edilmesi sonucunu getirmekte. Oysa İslam’da “Hak-Muhammed-Ali yolu” olarak ifade edilen, Ali, Ehl-i Beyt, Oniki İmam ve bu kanaldan gelen Ocaklar’a dayanarak varlığını sürdüren Alevilik de var. Açıktır ki İslam’ı sadece Sünnilik ve Şeriat yaklaşımından ibaret sanmak ciddi bir hata ve bilgi eksikliğidir.
Evet Alevilik, yakın geçmişte ve günümüzde yeteri kadar popüler olamamış, dünyayı uğraştıran, korku ve kaygılara yolaçan olayların faili hiç olmamıştır. Bunun için de az bilinen, çok kez de hiç bilinmeyen, hatta İslam dışında görülen bir yaklaşımın adı olarak değerlendirilmiştir. Bir bakıma bu bizim de hoşumuza gitmiş. Dini fanatizme duyulan tepki ve antipatinin hedefi olmamak için bunu kendimiz ve olumlu imajımızın bozulmaması bakımından yararlı da bulmuşuz. Gerçek odur ki 1400 yıllık tarihimiz boyunca, Ortodoks İslam’ın en ağır şiddet uygulamalarına, kesintisiz süre gelen düşmanlıklarına ilk elde ve sık sık Alevilik ve Alevi toplumu hedef olmuştur.
Kerbela’da Hüseyin ve arkadaşlarını, Ebu Müslüm ve taraftarlarını; Hallac-ı Mansur, Fazlullah ve Nesimi’yi; Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde yüzbinlerce Alevi’yi; daha dün sayılabilecek yakın tarihlerde Maraş’ta, Çorum’da ve nihayet Sivas’ta insanlarımızı acımasızca katleden, tarihin bugününde bile ateşte yakmakta sakınca görmeyen Şeriat fanatizmi ile 11 eylül faciasının failleri, bizce bir ve aynı anlayışın sahipleridir.
Gerçek böyle olmakla birlikte, kendimiz bir yana, inançlarında samimi olan, şiddet ve saldırıyı benimsemeyen, sadece inandıkları gibi yaşamayı yeğleyen, yaşadıkları toplumda ve dünyada Şeriat kurallarını egemen kılmak istemeyen Sünni kardeşlerimizi de, söz konusu fanatizmin dışında görmek, onlardan ayırmak son derce önemli bir konudur ve buna dikkat edilmelidir.
Burada yeri gelmişken bir kez daha vurgulamakta yarar gördüğümüz bir diğer nokta da, kimse ne bizi Ortodoks İslam’la karıştırmalı, ne de onlara baktığı göz ve niyetle bize bakmalıdır. Biz her bakımdan ayrı ve kökten farklıyız.
1400 yıl boyunca yapıla gelen ağır baskı ve katliamlar dahi bizi Sünnileştiremedi. Bu saatten sonra ise artık hiç başaramazlar. Hele zamanın Arap gelenek ve göreneklerini Şeriat adı altında kalıplaştırıp dogmalar haline getiren, uygarlığın, bilimsel ve teknolojik gelişmenin bu denli ilerlediği bir milenyumda, zamanın ve çağın koşullarını dikkate alıp değişme ve değiştirme gereksinimi duymadan kendisini insanlığa dayatan Şeriat’ın değil kabul görme, yaşama şansının dahi tehlikeye düştüğü tarihin bu evresinde, hiç mi hiç başaramayacaklarını herkes açıkça görmelidir.
Alevilik; zamana ve çağa göre kendisini yenileyip uyarlamayı bilen bir anlayışın çığırı ve adı olmuştur.
Aleviler; yaşadıkları ülkelerde demokratik ve laik/seküler yapılanmadan, insan temel hak ve özgürlüklerinin tastamam uygulanmasından, sosyal hukuk devletinden yana olmuş ve olmaktadırlar.
Yurdumuz dünya, alanımız evren, milliyetimiz insan! Gelin hep birlikte dostça ve kardeşçe yaşayalım.
“Sevelim, sevilelim
Bu dünya kimseye kalmaz”