Prof. Dr. CENGİZ GÜLEÇ
Alevilik, ansiklopedik anlamıyla, „İslam’da en belirgin özelliği Hz. Muhammed’in Ehl’i Beyt’i ve soyuna, yani Hz. Ali ve soyuna gösterilen sevgi ve yandaşlık olan siyasal ve itikadi grupların genel adıdır. Aynı şekilde Alevi sözcüğü „Ehl-i Beyt yandaşlığı“ anlamında kullanıldığı gibi, Hz. Muhammed’in soyundan gelenler için de kullanılmıştır. Hz. Ali ve Hz. Fatma’dan gelen bu soy genel olarak Alevi diye adlandırılmakla birlikte, sonradan Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere Seyyid, Hz. Hasan’dan gelenlere Şerif denilmiştir.
Alevilik işaret ettiği anlam bakımından eski değil, tersine oldukça yeni bir terimdir. Alevilik konusunda önemli araştırmalar yapmış olan ünlü Türkolog İrene Melikoff’a göre „Örf ve cemaat dışı (non-konformist) ve heterodoks bir islam mezhebini adlandırmak üzere ortaya çıkışı ancak 19. yüzyıla doğrudur. Bundan önce geçerli olan terim, Kızılbaşlık’tır ve ortaya çıkışı onları mahküm etmeğe yönelik Osmanlı fetvalarından anlaşıldığı kadarıyla 15. yüzyıldır. Fakat Kızılbaşlık sözcüğü, Osmanlı literatüründe giderek aşağılayıcı bir anlam kazanmış, özellikle devlete başkaldırmakla, bir tür sapkınlıkla ve dinsizlikle özdeşleştirilir olmuştur.
Melikoff’a göre Kızılbaşlık, Şii bir islamlık olmayıp, Safevi propagandasıyla Şiileştirilmiş ve Sufileştirilmiş olan Türkmenlere özgü bir din anlayışıdır. Temelde Oniki İmam’a bağlılık inancı korunmakla birlikte tecelli, tenasüh (ruh göçlü, bir reinkarnasyon) gibi inançlara da yer verir.
Anadolu’nun bir çok ezoterik-hermetik yani bâtini gelenekleri arasında en etkili ve yaygın olan başka bir öğreti olan Bektaşilik’ten de kısaca söz etmek uygun olacaktır. Bu terim, özellikle belirli çevrelerde tüm Aleviliği kapsıyormuşcasına kullanılsa da, tüm Alevileri gerçekte kuşatan bir terim değildir. Alevilerin tümü Hacı Bektaşı Veli’ye büyük saygı göstermekle birlikte, Bektaşiliğe karşı aynı ölçüde sıcak değildirler. Bektaşilik belli kuralları ve hiyararşik örgütsel yapısı ve disiplini olan, Sünni inançlara sahip kişilerin de belirli ritüellerden ve ikrar törenlerinden geçerek katılabilecekleri bir tarikattır.
Bektaşilik ve Alevilik arasındaki farkın, birinin baskın olarak şehirlerde ve tekkeler yoluyla örgütlenmesi (Bektaşilik), ötekinin ise Erdebil ocağı üzerinden kendini Hz. Hüseyin’e bağlaması gösterilirse de, ayırımların daha ciddi tarihsel kökenleri olduğuna ilişkin işaretler mevcuttur. Özellikle Bektaşi tarikatını tarih boyunca üstlenmiş olduğu rol, ayırımın en önemli nedenlerinden biri gibi görünmektedir. Bektaşi tekke kültürü gerek Osmanlı Devleti, gerek medrese sünniliğiyle uzlaşmış, kurulu düzenin bir parçası haline gelmiştir. İster sultanlar tarafından kurulsun, ister onların eliyle yaşatılsın, tekkelerin vakıfları vardır ve bu yolla Osmanlı düzeninden pay alır.
Birçok araştırmacıya göre, Bektaşilik daha çok sevgi, kardeşlik gibi konuları ve değerleri işlerken, Kızılbaşlık sürekli muhalif pozisyonunu korumuş ve herzaman radikal başkaldırıların kaynağı olmuştur. Dolayısıyla, Alevi muhalif bireyin selfi üzerinde yoğunlaşmak daha çok Kızılbaş geleneği üzerinde durmak anlamına gelmektedir. Bu kişilerdeki Alevi kimliği duygusunun ve buna ilişkin olarak özbenlik gelişmesinin ortadoks-sünni özbenlikten farklı gelişimi üzerinde durulacaktır.
Heterodoks bir öğreti olan Aleviliğin en temel iddialarından biri ve en önemlisi, ne evrenin ne de beşer benliğinin akıl yoluyla belli bir düzeyin ötesinde kavranamayacağı, belirli bir noktadan sonra söz ya da yazı ile aktarılamayacağı gerçeğidir. Akıl tıpkı dil gibi, karşıtlıklar yoluyla işler. Akıl için birbirini dışlayan şeyler vardır. A ise B olamaz. Çünkü A, B’yi dışlamaktadır. Bu dışlama ilişkisi, karşıtlar arasında bir mücadeleyi ve hiyerarşiyi de beraberinde getirir. Aklın kurucu öğesi olarak gerçekçilik, birliği ancak taraflardan birinin çatısı altında tanır, meşru kabul eder. Karşıtlar hep mücadele halindedir ve bu yüzden birliğe ulaşabilmek için taraflardan biri yenilmek, bastırılmak, yok edilmek zorundadır. Yoksa uyum ve beraberlik gerçekleşmeyecektir.
Bu anlayışın Tanrı ile kurduğu ilişki de, karşıtların kaçınılmazlığı sayıltısından, ön kabulünden beslenir. Evren ve Tanrı ayrı ayrı ve mutlaka karşıt varlıklar ve cevherler olarak mücadele içinde vardır. Dünyanın düzeni sanki Tanrı’nın düzenine karşıttır. Bu nedenle, Tanrı Dünyanın düzenini kendi düzenine uydurmak için durmadan müdahale etmektedir. Ortadoks sünni islamın da içinde yer aldığı tüm tek Tanrılı semavi dinlerin kozmogonisi bu anlayışa yaslanmaktadır. Bu karşıtlık ve uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için Tanrı değişik inanç ve dinlere göre ilahi mesaj taşıyan ve kullara aktaran, öğreten ve tanrısal düzenini kurmak üzere müminler topluluğunu örgütleyen elçi-peygamberler gönderir. Hatta Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, bir ruhban sınıfına tanrısal otoriteyi temsil hakkını bile verebilir. Dünyayı bir sınav yerine çevirerek, insanları kıyamet günü yazgısıyla adeta tehdit eder ve cehennemiyle de te’dip eder, cennetle de ödüllendirir. Herşey ve herkes O’na dönecektir. Asıl hesap orada, öteki dünyada görülecektir. Böylece ebedi birlik ve uyum bir daha bozulmamak üzere Tanrı’nın gözetimi altında sağlanacaktır. Bu anlayışta öne çıkarılan husus yokluk’tur. Taraflardan birinin yokluğu ya da düzenlenmişliği, belirlenmişliğidir asıl olan nokta. Ama bu düzenlenmişlik, taraflardan birisinin kendi varlığından kaynaklanan bir düzenlenmişliktir. Bu gerçekliğin birliğini ve tekliğini öne alan „çoklukta yokluğu eriten“ bir yaklaşımdır. Böylece bu gerçekliğin tek alternatifi, yok olması olabilir. Oysa heteredoksi evreni karşıtlıklar üzerine değil, çoğunluğun üzerine kurar. Karşıtlık yerine farklılık, çatışma yerine uzlaşma, düzenleyicilik yerine varoluştan kaynaklanan düzenin kendisi. Bir kere, karşıtların işlemek zorunda olduğu ve düzenlenmesi gerektiği reddedilince, ister istemez dışarıdan müdehale eden, düzenleyici Tanrı kavramı da reddedilir.
Düzenleyiciliğe yönelen ve ancak bu yolla işleyebilen akıl ve dil gibi olgular da belirli bir sınırdan sonra reddedilir. Bu kez dilin yerine farklı iletişim kanalları ve tarzları yürürlüğe girecektir. Bu kanalların başında müzik ve dans gibi, özellikle de Aleviler için özel bir anlamı olan Semah yer alır. Heteredoks birey aklın yerine aşk’ı koyacaktır. Çünkü akıl, ne kadar düzenleyici, bölücü, parçalayıcı ve tasnif edici ise, Nietzche ve tilmizleri postmodernist düşünürlerin önemle vurguladıkları gibi aşk aklın tersine bütünlükçü ve yargısızdır. Bu anlamda tüm Doğu uygarlıklarına ait mistik-felsefi öğretilerde olduğu gibi Anadolu bilgeliği diyebileceğimiz Alevi öğretisinde Tanrısal aşk ile beşeri-insan aşkı arasında hiçbir mahiyet ayrımı yoktur. Ancak, bir yanlış anlamayı önlemek için hemen belirtmek gerekir ki, heteredoks, aklı ve dili reddederken, mutlak reddiyeci bir tutum içinde değildir. Aşkın varlıkların (transendental) özünü kavramak için, başka bir deyişle felsefi düzeyde ontolojik bir kavrayışa ulaşabilmek için, aklı ve dili yeterli bulmayan heteredoks, tarihsel ve güncel gerçekliği kavramak için akıl ve dile gerektiği kadar önem vermeyi de ihmal etmez.
Bu çerçeve içinde, heterodoksinin Tanrı kavramı düzenleyicilik peşinde olmadığı için, insan yaşamına müdahele etmez. O, evrenin çoklu uyumunda kendini dışlaştırmış, mistik dille söyleyerek, „tecelli“ etmiştir. İnsan da işte bu evrenin bir parçasıdır. Düzen, bu dışlaştırmanın bizatihi kendisidir ve kendi olgunluk düzeyine denk düşer. Orada aşılacak bir gerçek ya da hakikat İKİSİ ARASINDA FARK VAR MI? Ya da bu dünya-öteki dünya karşılığı söz konusu değildir. Dolayısıyla heterodoks bilgenin, bu konuda çok değerli bir araştırma yapan Ayhan Yalçınkaya’nın „Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve Öznenin Siyasal Belirişi“ adlı yayınlanmamış yüksek lisans tezinde (Ankara Üniversitesi, Siyaset Bilimi/Sosyal Bilimler Enstitüsü 1994) belirttiği gibi heteredoks bilgenin hakikat’e ulaşması için gerçeklikten geçmesi gerekir, ama gerçek’ten vazgeçmesi gerekmez.
Yaradancı anlayışın bu şekilde reddedilmesi Edip Harabi’nin şu dizelerinde özlü bir biçimde anlatılmaktadır.
Daha Allah ile cihan yoğ iken
Biz anı var edip, ilan eyledik
Hakk’a hiçbir layık mekân yoğ iken
Hanemize aldık, mihman eyledik
Heterodoksi yaradancılığı reddettiği için yaratılmışlar arasında bir hiyerarşi ve farklılık gözetmez. Çünkü varlığın tümü BİR’i, birliği, hakikatı oluşturur. Her şeyin bir canı vardır. Heterodoksinin bu iç içe geçmiş, katlanmış zaman ve mekân anlayışında akıl ve aşk en önemli yetileri ve değerleri oluştururlar. Akıl, tarihsel gerçekliği kavramanın zorunlu aracı iken, aşk hakikatın anahtarını elinde tutar. An ise bu ikisini de bağrında taşır ve sıçrama noktasını oluşturur. Fakat hakikate sıçrandığında bile, bu dünyanın dışına sıçramış olmaz. Aksine yeniden ve derinliğine bu dünyaya farklı bir düzeyden inilmiş olur. Bu anlamda Alevilik’te bir yaşam anlayışı olarak asketizim (bir tür özgeci dervişlik, tüm beşeri ihtiyaç ve dürtülerden arınarak en saf haliyle aşkın-varlık’la bir olmayı amaçlayan çileci anlayış) sözcüğünün klasik anlamını içermemektedir. „Bir lokma, bir hırka“ anlayışı diye özetlenebilecek bu felsefe, dünyadan geçmeyi değil, verili, güncel gerçekliğe teslim olmamayı ifade etmektedir. Biri tarafından dayatılmış bir zorunluluğu değil, bilinçli bir seçimi, bir tercihi belirtmektedir. Doğal olarak, mülk ilişkisine karşı bir anlayış da vardır bu seçimde. Herşeyin bir can olduğunu kabul eden bu anlayış herhangi bir şeye „benim“ demenin önünü kesmektedir. Çünkü, „benim“ dediğiniz de sizin gibi bir CAN’dır, varlıktır ve bünyesinde BİR’i taşımaktadır. O’nun tecellisidir. Siz de bir BİR’siniz, O’da BİR. Bu noktada tüm Doğu mistik öğretilerinde temel bir kavrayış olarak insan-doğa-evren birliği (tevhid) ve tüm canlıların ve cansızların bu BİR’likten öz taşıdığı ve bu anlamda VAHDET olduğu inancının ortak olduğunu görmekteyiz.
Anadolu’da yüzyıllardır gelişerek yaşamış bulunan geleneksel mistik-dinsel tarikat ve öğretilerin ister ortadoks, ister heterodoks, türlerinde olsun çok fazla ortak özellikler olduğunu belirtmeliyiz. Özellikle kişiliğin olgunlaşması için gereken eğitim ritüelleri ve tevhid „varlıkların birliği ilkesi“ paylaşılan inançdır. Bu yönüyle düşünüldüğünde de Anadolu geleneksel kültürünün insan anlayışı ve self kavramının gelişimin kadim Doğu kültürlerine daha yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Bu durum 200 yıldır canlı ve tutkulu bir modernleşme sürecini yaşamanın sonuçları olarak laik bir toplum yaratma adına epeyce gerilediğini ancak son yıllarda yeniden dayanışmacı, cemaatçi anlayışın ve buna bağlı olarak kollektif-self duygusuna olumlu vurgunun yapıldığı ideolojik-ahlaksal öğretilerin yayıldığı da bir başka gerçektir. Ülkemizde Osmanlı devletinin son dönemlerinden başlayan ve uluscu devlet aracılığıyla laik-çağdaş bir toplum yaratma çabaları zaman zaman kimlik krizleri yaratacak boyutlara gelse de, toplumsal değişme serüveni duracak gibi görünmüyor. Çok kimlikli-çok kültürlü bir toplumsal yapıya giderek artan kabul ve hoşgörünün varlığı bu kırizin aşılabilmesinin ön koşulu gibi görünmektedir.