Mustafa Düzgün
Avrupa ülkelerinde, ağırlıkla da Almanya’da olmak üzere sayısal olarak bir milyondan fazla Alevi’nin yaşadığı tahmin edilmektedir. Bunların ezici çoğunluğu, hemen hemen tümüne yakını Türkiye çıkışlı olup bulundukları ülkelerde yerleşmiş durumdalar. Türkiye’de ise yaklaşık 25 milyon Alevi yurttaşın yaşadığı söyleniyor. Bir bütün olarak bu nüfusun Alevilik bilgi ve bilincini yükseltmek. inanç ve kültürünü koruyup geliştirmek, tüm Alevi kurum ve kuruluşlarının, özelikle de Alevi Akademisi’nin başlıca amacını oluşturur.
Görüldüğü gibi gerek sayısal bakımdan gerekse sahip olduğu inanç ve kültürün özellikleri, bu toplumun dünyaya bakışı ve tarihsel duruşu bakımından Alevi sorunsalı, dünya ve özellikle Türkiye için büyük bir önem taşımaktadır. Doğrusu, sorunun çözümünde bu denli gecikilmiş olması, hangi nedenler öne sürülürse sürülsün, hem büyük bir haksızlığa yolaçmış, Türkiye’ninse hiç yararına olmamıştır.
Türkiye, her ne kadar laik bir ülke olduğu iddiasında ise de, gerçekte Sünni İslam’ı devlet dini olarak benimsemiş bir ülke görünümüne sahiptir. Alevilik ve diğer bazı inançlara yasal planda varolma hakkını tanımaktan kaçınmış, hatta yasaklı saya gelmiştir. Osmanlı döneminde Şeyhülislam’ın yükümlendiği dinsel görevleri, Cumhuriyet’de, yine devletin resmi kurumları içinde yeralan, giderleri Devlet Bütçesi’nden karşılana gelen, Diyanet İşleri Teşkilatı diye, yine resmi bir devlet dairesi eliyle yürütüle gelmiştir.
Cumhuriyet yönetimi, hukuku, eğitimi, devlet yönetimini ve bizzat Cumhuriyet‚in kendisini Şeriat’ın etki ve belirleyicilik alanı dışında tutmayı başarırken; dini tercihini Sünnilik‚ten yana yapmaktan çekinmemiş; din eğitimi de dahil, sadece Sünni kesimin dinsel gereksinimlerini karşılamayı üstlenmekle yetinir olmuştur. Böylesi bir tercihe yolaçan nedenler ne olursa olsun bu durum, laiklik ilkesini sakatlamış, ülkenin çağdaş ve demokratik bir konuma yükselmesinin önündeki başlıca engellerden birini oluşturmuş; Alevi toplumunun yüzyıllardan beri karşı karşıya kaldığı ağır baskı ve haksızlıkların -ne yazık ki- Türkiye Cumhuriyeti döneminde de sürüp gitmesine neden olmuştur.
Alevilik, Osmanlı döneminde olduğu gibi hala yasaklı olmaya devam ediyorsa, ancak gizlilik koşullarında ve ağır bedeller ödenerek bugüne kadar gelebilmişse, inançsal ve kültürel değerlerimizin büyük bir bölümü hala sözel durumda kalmışsa, bunun vebali sadece Aleviler’in omuzlarında olmasa gerek. Üstelik sahip olduğu değerler ve dünya görüşü bakımından çağdaşlıktan, Cumhuriyet, demokrasi ve laiklikten yana açık ve kararlı bir tavıra sahipse –ki bu herkesçe kabul edilen ortak bir yargı halini almıştır- yürütüle gelen resmi politikalar ne derece isabetli olmuştur? Hiç olmazsa şimdiden sonra bu noktalar üzerinde düşünüp, ülkenin önünü açmak, Türkiye’nin gelecekte alması gereken çağdaş konum ve viziyona yönelik hesaplar yapmak gerekmez mi?
Devlet destekli Şeriat, Aleviler bakımından, baştan beri büyük acı ve sıkıntıların başlıca kaynağı olmuştur. Hatta sadece Aleviliğin ve Aleviler’in değil, çağdaş ve modern bir toplum yaratmadan yana olan tüm her kesin de önüne dikile gelmiştir. Düşün, sanat, edebiyat, felsefe alanlan, sevap ile günah arasında sıkışıp kalmış, besbelli ki bir bütün olarak kültür dünyası da bundan ciddi zarar görmüştür. Bilim, inanç, kültür alanlarında büyük ustalar yetiştiren Aleviliğin, böylesine kıskaca alınmasından, sadece Aleviler değil, esasen tüm ülke ve insanlık da bundan ciddi zarar görmüş, küçümsenmeyecek kayıplara uğramıştır.
Hızla küreselleşen günümüz ve geleceğin dünyasında, Türkiye’nin ve dünyanın alması gereken ya da zorunlu olarak alacağı vizyonun belirtileri, -süreç çok sancılı da geçse- daha şimdiden açık ve belirgin biçimde ortaya çıkmış bulunuyor. İnsan’ın en yüce değer olarak benimsenmesi, dini, dili, ırkı, düşüncesi ne olursa olsun tüm insanların eşit görülmesi, hukukun üstünlüğü, gerçekten laik ve demokratik bir ortamda, karşılıklı hoşgörü ve dayanışma içinde birlikte yaşama ve benzeri normların geleceğin dünyasının temel taşlarını oluşturacağı açık bir gerçektir. Böylesi bir geleceğe, Şeriat kültürü ve onun oluşturduğu anlayış ve değerlerle açılmak olanaklı mı? Açıktır ki Yunus Emre’ye, Hacı Bektaş Veli’ye, Pir Sultan Abdal’a, Mevlana’ya ve daha nice ululara sığınmak, açtıkları çığırdan yürümekten başka yol gözükmüyor… Çünkü, sahip çıkılacak evrensel değerler, evrene açılan pencere sadece onlarda, onların bizlere bıraktığı inanç ve kültürde vardır!
Cumhuriyet’in, çağdaş ve demokratik kazanımların korunup geliştirilmesi, ülke geleceğinin sağlam temellere oturtulması yönünden, Aleviliğin ve Aleviler’in sahip olduğu önem, artık sadece biz Aleviler’in değil, aklıbaşında tüm yurttaşların da dikkatini çekmeye başladı. Bu, sevindirici olduğu kadar, gelecek bakımından hayırlı bir gelişmedir de.
Henüz yasal güvence altına alınmamış olsa bile, yasakçı tutumun az da olsa gevşetildiğine, nisbeten hoşgörülü bir ortamın oluşmaya başladığına tanık olmaktayız. Sünni kökenli araştırmacı, yazar ve kimi politikacıların katkıları, gerilimin düşürülmesi, yadırgama ve iftiraların etkisinin azalması, Alevi yurttaşların güven ve umutlarının artması gibi yararlı sonuçlar doğurduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu ve benzeri olayların, sorununun çözümüne yönelik girişimleri kolaylaştıracağı ortada. Ancak bunun yetmediği, geçici bir rahatlama duygusunun ötesinde, fazlaca bir değer taşımadığı da bir gerçek. Kanunla getirilip, baskıcı uygulamalara yolaçan yasakların, ancak yeni yasal düzenlemelerle aşılabileceği, hakların tanınması ve gerekli güvencelerin hayata geçirilmesiyle güçlüklerin aşılabileceği gözardı edilmemeli. Bu yönde ise kayda değer herhangi bir adımın atıldığına tanık olunduğu henüz söylenemez. Üstelik hala, önüne arkasına başka bir sözcük eklemeden Cemevi kurulamıyorsa, “Alevi” ve ondan türetilen adlar yasaksa, hakimler bundan dolayı dernek kapatma kararı verebiliyorlarsa, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Aleviliğin çeşitli tehlikeler oluşturabileceğini ileri sürerek dava açıyorsa, sorun bütün vahametiyle hala ortada duruyor demektir…
Herşeyden önce Aleviliğin kökleri çok eskilere uzanır, 1400 yıla yaklaşan tarihsel, sosyal, siyasal, kültürel boyutları olan bir sorunlar yumağını kapsar. Türkiye Cumhuriyeti bunu Osmanlı’dan devraldı. Ancak bugüne kadar herhangi bir çözüm getirmediği gibi, bilinen tutum ve uygulamalarıyla kendisinden öncekilerle hemen hemen aynı paralelde yürüyor olmaktan da bir türlü vazgeçmedi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurum ve kuruluşlarıyla Alevilik için, 25 milyon Alevi inançlı yurttaşları için, bir an önce yapması gereken, kendisinden beklenen yasal düzenlemeleri en kısa zamanda gerçekleştirmek, toplumumuzu ve tüm Türkiye’yi rahatlatacak bir politika sergilemektir. Bu; gerçek anlamda demokratik ve laik bir yapılanmanın da, AB’ye girişin de, başlıca ön koşullarından birini oluşturmaktadır.
Alevilik; İslam’da “Hak-Muhammed-Ali Yolu” olarak ifade edilen, “Ehl-i Beyt, Oniki İmam” izinde yürüyen, “Horasan ve Anadolu Erenleri”nin hikmet ve katkılarıyla beslenip gelişen bir inancın adıdır. Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve daha nice veli, bilge, ozan ve feylesofumuzun ilham aldıkları, dayandıkları temel öz ve kaynak budur. Ve bu; inanç temeli üzerinde büyük ve zengin bir kültür hazinesinin oluşmasını sağlamış, tüm ağır baskı ve kırımlara rağmen toplumumuzun bugünlere erişmesinin başlıca ve temel dayanağı olmuştur.
Bu yazı kapsamında, ayrıntılara girmeden belirtmek gerekirse, yapılması gerekenleri şöyle sıralamak mümkündür:
1. Türkiye Cumhuriyeti, Aleviler’i Sünnileştirme ya da Şiileştirilme politikasını artık tümden ve açık yüreklilikle terk etmelidir.
2. Diyanet İşleri Teşkilatı, devletin resmi kurumu olmaktan çıkarılmalı, Sünni cemaatin bizzat kendi iradesine bırakılmalı. Resmi politikanın, Diyanet’i Devlet’in himayesinde tutmayı sürdürmeye ilişkin gerekçeleri artık inandırıcı olmaktan çıkmış ve Devlet’in, gerçekten laik bir tutum sergilemesinin zamanı gelmiştir.
3. Devlet de, kimi kişi ve çevreler de, Aleviliği ve Alevileri Diyanet zeminine çekme çabalarını terketmeli; bunun sorunu çözmek yerine daha da ağırlaştıracağını, üstelik Cumhuriyet’e, çağdaşlaşma ve demokratikleşme çabalarına zarar vereceğini görmelidir.
4. Alevilerin, Alevilik’de en yüce makam olarak bilinen “Ulu Divan” ya da bizzat Aleviler’in uygun görecekleri başka bir ad altında kendi merkezi, bağımsız dini kurumunu kurmalarına imkân ve fırsat tanınmalıdır.
5. Bunun önündeki engeller kaldırılmalı, gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı, yurttaşların düşünce ve inanç özgürlüğü Devlet’in güvencesi altına alınmalıdır.
Hiç kuşkusuz sorunun çözümü, 25 milyon Alevi ile birlikte tüm ülkeyi, demokratik ve laik yapılanmadan yana olan tüm herkesi rahatlatacak, Cumhuriyetimizi, demokrasi ve laikliği daha da güçlendirecek, birliği ve bütünlüğü daha da pekiştirecektir.
Kim Alevileri ve Aleviliği nasıl biliyor, nasıl görüyor, nasıl yorumluyorsa yorumlasın, bir hakkın tanınması ve milyonlarca yurttaşın hak ve hukukuna kavuşturulması, gerçekten demokratik ve laik bir yapılanmanın sağlanması, hem devletin hem de tüm herkesin kaçınılmaz görevlerindendir.