AABF Dedeler Kurumu’nun, yeni Tüzük uyarınca yeniden yapılandırılması amacıyla 12 Nisan 2003 tarihinde Köln’de yapılan toplantıda Akademi adına Mustafa Düzgün’ün yaptığı konuşmanın ana başlıkları:
Dedeler Kurumu gibi, ilgi ve çalışma alanlarımızın içiçe geçtiği, bu nedenle çalışmalarını yakından izlediğimiz, yeniden yapılandırılması konusunda görüş ve öneriler geliştirerek birlikte bir takım projeler yapıp uygulamaya çalıştığımız saygın bir kurumumuzun yeniden oluşumunda bize de görev düştüğü için kendimizi mutlu saymaktayız.
Alevi hareketi çetin ve karmaşık sorunlarla yüklü bir süreçten geçmekte. Yüzyıllardan beri süre gelen oyun ve tuzakları henüz tümden boşa çıkarabilmiş bir konumda değiliz. Dünyamız çok değişti, lakin karşıtlarımızın geleneksel tutumunda fazla bir şey değişmedi. Zaman zaman yüzümüze gülseler de, arasıra Alevileri Cumhuriyet’in, laiklik ve demokrasinin bekçisi gibi övgülerle yadetseler de, gerçekte hala bir arpa boyu yol alındığını söylemek güç. Ne herhangi bir hukuksal güvence ve gerekli yasal yapılanma sağlanmış, ne merkezi bir inanç kurumu oluşturulmuştur.
Ancak dünyada, Türkiye’de ve bizzat Alevi toplumunun kendi bünyesinde meydana gelen gelişme ve değişim, iktidarları, sorunun çözümü konusunda bazı adımlar atmaya zorlamaktadır. Ne ki izledikleri yol ve yöntemlere, benimsedikleri anlayış ve niyetlerine bakıldığında, hiç de samimi olmadıklarını, geleneksel hile ve tuzaklarından bir türlü vazgeçmedikleri de ortada.
Özcesi Alevi sorununu, halihazırdaki Diyanet zemininde ve Sünni ilahiyatçıların riyasetinde, tam bir çıkmaza sokmak için, çeşitli tuzakların hazırlanmakta olduğu hepinizin malumudur.
Bir süreden beri artık sık sık karşılaşır olduğumuz, “niyaz” yerine “namaz”, “secde” yerine “rekat”, “matem orucu” yerine “oruç”, “Perşembe” yerine “Cuma”, “ağız mühürünü bozma” veya “oruç açma” yerine“iftar” , “saura kalkma” gibi bir takım ifadelerin ikame edilmeye çalışılması hayıra alamet şeyler olmasa gerek. “Muharrem Matemi/Yası”nin giderek yerini “Muharrem Orucu”na bırakır hale gelmesi, başka deyişle “matem”in gizlenmeye çalışılarak “oruç”un öne çıkarılması endişe verici çarpıtmalar olarak değerlendirilmelidir.
Tüm bu olup bitenler, küçümsenip geçilmemeli. Ve de uzun vade de doğurabileceği olumsuz sonuçlar, yolaçabileceği kavram kargaşası ve ters çağrışımlar mutlaka dikkate alınmalı diye düşünmekteyim.
Bir diğer önemli nokta da Alevilerin Diyanet’in çatısı altına çekilerek, bu anti-laik ve anti-demokratik kurumun meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. AB’nin, Türkiye’de Devlet ve Din ilişkisinin normal olmadığını ileri sürdüğü, yeni ve demokratik bir yapılamanın zorunlu olduğunu ileri sürdüğü bu koşullarda, bazılarının Diyanet çevresinde dolaşmalarına, adeta onu güçlendirmeye çalışmalarına, ne anlam vermek gerektiğini ifade etmekte güçlük çekiyoruz. Kaldı ki Devlet’in Diyanet’in varlığını korumadaki ısrarı ve gerekçesi de artık önemini yitirmiş bulunuyor. Devlet Diyanet’i içine almakla ne Şeriat’ın yükselişini ve iktidarını önleyebilmiş, ne de din görevlilerini ve camileri kontrol edebilmiştir. Ülkede irticanın yükselişinde Diyanet’in payının ve vebalinin olmadığını kim iddia edebilir?
Devletin; bin dört yüz yıl eskilere uzanan Ehl-i Sünnet hattını benimsediği, o doğrultuda hizmet vermekle kendisini yükümlü gören bir kurumun, yani Sünni Diyanet’in, Aleviliğe ve Alevilere ilişkin görüş ve düşüncelerini değiştirmeye niyetli olmadığı her vesileyle belli olmuştur. Halihazırdaki iktidarın da farklı bir yaklaşımı yoktur. O da Sünni ilahiyatçıları toplayıp alevilere hiçbir yararı olmayacak, aksine işleri daha da karıştıracak konsepler oluşturmaya çalışmaktadır.
Alevilik’te dinsel görevleri yürütme yetkisi, Ehl-i Beyt soyundan geldiklerine inanılan, halihazırda Ocaklar üzerinden yürümektedir. Dede ve Babalar’ın istenen ahlaki değerlere, yeterli bilgi ve temsil yeteneğine sahip olmaları, taliplerince de taktir edilen kişiler olmaları zorunludur. Görüldüğü gibi Ehl-i Beyt soyundan gelmiş olmak, tek başına yeterli değil, söz konusu diğer özellikleri de kişiliğinde somutlaması gerekir.
Rehber, Pir, Mürşit, Mürşid-i Kamil gibi mertebelenme, “El ele-el Hakk’a” ilkesine göre belirlenmiştir. Bu görevler , “seçim” yoluyla değil, kendi iç-düzenlemesine bağlı olarak gerçekleştirilmiştir. Anadolu Aleviliğinde “Serçeşme” Hacı Bektaş Veli olup, bu kural yüzyıllarca önceye dayanmaktadır. Kural böyle olmakla birlikte, özellikle son elli yılda bazı bozulma ve aykırılıkların da yaşandığını görmezlikten gelemeyiz, gelmemeliyiz de.
Bununla birlikte Alevilik içinde yeraldığından kesinlikle kuşku duyulmayan Bektaşiliğin “Babagan” kolundaki mertebelenme önemli farklılıklar gösterir. İnanç önderinin Ehl-i Beyt soyundan gelmiş olması zorunlu değil, dinsel görevi yerine getirecek donanıma sahip olması yeterli sayılmaktadır. Ve bu görevi üstlenen kişi “Baba” olarak adlandırılır. “Babalar “toplanarak, “seçim” yoluyla bir Dede-Baba seçerler. Babagan kolunda dini hizmetler genellikle Babalar tarafından yürütülmektedir.
Tartışmaların yanlış bir zeminde ve uygun olmayan koşullarda, polemik düzeyinde sürmesinden üzüntü duymaktayım. Sanki birileri Bektaşileri Alevilik dışında görüyor ya da dışlamaya çalışıyor gibi bir izlenim ediniyoruz. Alevi toplumunu bu şekilde bölmeye kimsenin hakkı yok.
Yine; sadece Aleviler değil, tüm demokrat ve aydın kişilerin de övünerek sahip çıktıkları, Alevilik’teki “kadın-erkek” eşitliği kuralını bozmaya, revize etmeye de kimsenin hakkı yok. Onlar tarihimiz boyunca “Ana” ve “Ana-Bacı” olarak saygın görevler yapa gelmişlerdir. Üstelik Alevilik’te kadın; “yaratıcılık/doğurganlık ve eğiticilik” özellikleri nedeniyle “erkekten” de iki derece üstün görülmüştür. Erkek-eğemen toplumdan ve şeriattan etkilenerek, kadınlarımızı dinsel görevler alanının dışında göstermek, hem de insanlık tarihinin bu evresinde, anlamsız olduğu kadar ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir kötülük olarak da değerlendirilmelidir . Dilerim bacılarımız ve yandaşlarımız bu tür olumsuz yaklaşımlardan etkilenmezler…
AABF bir süre önce Tüzüğüne eklediği bir madde ile “inanç” kurumu olmayı kararlaştırdı. Gecikilmiş de olsa, söz konusu belirlemeyi yerinde ve önemli bir gelişme olmuştur. Esasen Alevi sorunu temelde bir “inanç” sorunudur ve çözümü de ancak bu temelde gerçekleştirilebilir. Siyaset ve diğer görevleri, Aleviler, yaşadıkları ya da yurttaşı bulundukları ülkelerin genel kurum ve kuruluşları bünyesinde yer alarak yerine getirebilirler. Bu anlamda Federasyon, Vakıf, Dernekler biçiminde örgütlene gelen halihazırdaki yapılar, bir an önce “inanç” kurumu olma yönünde yeniden yapılanma yoluna gitmeli. Bu, hem sorunun çözümünü kolaylaştırır, hem de inançsal ve kültürel gereksinimlerin daha etkin bir biçimde karşılanmasını sağlar.
Dileğim ve önerim, Almanya düzeyinde işlerin düzenli ve verimli bir biçimde yürütülebilmesi için AABF, AABF Dedeler Kurulu ve Alevi Akademisi en kısa zamanda toplanarak, gereksinilen projeleri birlikte ve dayanışarak yürütmenin koşullarını hazırlamalılar.