Hazırlayan: Kazım Balaban
Bismillahirrahmanirrahim.
1. Bu deklârasyon, Allah’ın Rasulü Muhammed tarafından Kureyş, Yesrib mü’minleri ve müslümanları ve bunlara tâbi olanlarla, onlara sonradan katılanlar ve onlarla birlikte savaş ve savunmayı teahhüt edenler arasında düzenlenmiş bir kitap / vesikadır.
2. Bu vesikayı deklâre edenler, diğer insanlardan ayrı bir Ümmet (topluluk) teşkil ederler.
3. Kureyşli Muhacirler, kendi aralarında adet olduğu üzere kan diyetlerini birlikte ödemeye iştirak ederler. Ve onlar savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini, mü’minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre ödeyeceklerdir.
4. Avr Oğulları, kendi aralarında adet olduğu üzere kan diyetlerini önceki şekilde birlikte ödemeye iştirak ederler. Her birim (grup) savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini, mü’minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre ödeyeceklerdir.
5. Hazrec Bin Haris Oğulları,
6. Saide Oğulları,
7. Cüşem Oğulları,
8. Neccâr Oğulları,
9. Avr Bin Amr Oğulları,
10. Nebit Oğulları,
11. Evs Oğulları,
12. (A) Mü’minler, aralarındaki ağır malî yükümlülük altında bulunan hiç kimseyi, çaresiz bırakmazlar. Ödemesi gereken savaş fidyesi veya kan diyetini, iyi ve makul bilinen esaslara göre ona verirler, (B) Hiçbir mü’min başka bir mü’minin mevlası (özel şartlarda anlaşmalı bulunduğu kimse) ile onun aleyhine ittifak yapamaz.
13. Kuralları uygulamada titiz davranan bütün mü’minler, aralarındaki saldırgan, haksız bir fiilin eylem hazırlığı içinde olan, bir cürüm, bir düşmanlık peşinde koşan veya mü’minler arasında bozgunculuk çıkaran kişinin üzerine gideceklerdir. Bu kişi, içlerinden birisinin biricik çocuğu da olsa hepsinin eli onun aleyhinde kalkacaktır.
14. Hiçbir mü’min bir kafir karşılığında bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhinde bir kafire yardım edemez.
15. Allah’ın zimmeti (himaye ve teminatı) tektir. Mü’minlerin sosyal statüsü en düşük olan birisinin verdiği teminat bile hepsini bağlar. Mü’minler diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlası (ahiddaşı) dırlar.
16. Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve aleyhlerine bir mücadele kampanyası başlatılmaksızın yardım ve desteğimize hak kazanırlar.
17. Mü’minlerin barışı tektir; hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir savaşta, diğer mü’minleri hariç tutarak bir barış andlaşması yapamaz; bu barış, mü’minler arasında birlikte ve adalete göre yapılır.
18. Bizimle birlikte savaşan her askeri birlik, birbirleriyle nöbetleşe görev yaparlar.
19. Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda dökülen kanlarının intikamını alacaklardır.
20.(A)Hükümleri uygulamada titiz davranan mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerindedirler, (B) Hiçbir müşrik, düşman bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi altına alamaz, bir mü’mine karşı O’nun yanında yer alamaz.
21. Bir kimsenin bir mü’mini öldürdüğünün sabit olması halinde, kendisine kısas hükümleri uygulanır. Maktülün velisinin rızası dışındaki hallerde bütün mü’minler o kişinin üzerine giderler. Ancak sadece kısas hükümlerinin uygulanması için yapacakları girişimleri kendilerine helal olur (daha ileri gidemezler).
22. Bu sahifede yazılı olanları kabul edip Allah ve Rasulüne iman eden hiçbir mü’mine, bir katile yardım veya yataklık etmesi helal olmaz. Kim böyle birisine yardım eder veya sığınma hakkı tanırsa, kıyamet gününde Allah’ın lanet ve gazabı onun üzerine olsun. Artık böyle birisinin ne özrü kabul edilir, ne de ondan bir fidye alınır.
23. Üzerinde ihtilafa düştüğünüz şey ne olursa olsun, iletileceği nihai merci; Allah’tır, Muhammed’dir.
24. Yahudiler, savaştıkları sürece, mü’minlerle birlikte savaş giderlerini öderler.
25. Avf Oğulları Yahudilerı, (bu konuda) mü’minlerle birlikte bir ümmet (bir topluluk) oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müslümanların dinleri kendilerinedir, (dînî vecîbelerini özgürce yerine getirme konusundaki bu hükme) hem kendileri hem de mevlaları (özel hükümlü ahiddaşları) dahildir. Ancak bunlardan haksızlık eden veya suç işleyen hariçtir. Böyle birisi, ancak kendisine ve ailesine zarar verir.
26. Neccar Oğuları Yahudileri de, Avf Oğulları Yahudileri’nin sahip oldukları haklara sahiptirler.
27. Haris Oğulları Yahudileri de.
28. Sa’ide Oğulları Yahudileri de.
29. Cüşem Oğulları Yahudileri de.
30. Evs Oğulları Yahudileri de..
31. Sa’lebe Oğulları Yahudileri de. Ancak bütün bunlardan haksız fiil ve cürüm işleyenler hariç tutulur. Onlar ancak kendi canlarına ve ailelerine zarar verir.
32. Cefne Ailesi, Sa’lebe Oğullarının bir koludur ve Onların tabi oldukları hükümlere tabidirler.
33. Şütaybe Oğulları da. Kesinlikle kurallara uyulacak, aykırı davranılmayacaktır.
34. Sa’lebe Oğullarının mevlaları (özel şartlarda kendilerine bağlı olan ahiddaşları) kendileri gibidir.
35. Yahudilere sığınmış ve bağlanmış olan kimseler, Yahudiler gibidir.
36. –(A) Yahudilerden hiç kimse Muhammed’in izni olmadıkça askeri sefere çıkamaz, (B) Bir yaralama olayında, onun intikamının alınmasına engel olunamaz. Fırsat kollayarak cinayet işleyen kimse, o cinayetiyle kendisini ve ailesini tehlikeye atmış olur. Ancak, zulm eden bir zalime karşı işlenmiş cinayet, bundan müstesnadır. Allah, bu kurallara en iyi uyanlarla beraberdir.
37. –(A) Kendilerine savaş açan olursa, bu yasaya (sahifeye/belgeye) tabi olan Yahudilerin ve müslümanların arasında tam bir dayanışma olacak, Yahudiler kendi savaş giderlerini, müslümanlar da kendi savaş giderlerini karşalayacaklardır. Her iki kitlenin, aralarında istişare, tavsiye ve samimi bir dayanışma olacak, bütün haksız fiil ve kötülüklere karşı en iyi yol izlenecektir, (B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir suç işleyemez. Zulme maruz kalana tam destek ve yardım verilecektir.
38. Yahudiler savaştıkları sürece mü’minlerle birlikte savaş giderlerini öderler.
39. Yesrib vadisinin içerisi, bu vesikaya bağlı olanlara haram (dokunulmaz) bir bölgedir.
40. Himaye altındaki kişi, kimseye zarar vermedikçe ve suç işlemedikçe kendisini himaye edenin haklarına sahiptir, O’nun gibidir.
41. Himaye hakkı, bu hakka sahip olanlar dışındakilerce verilemez.
42. Bu deklârasyonu (sahifeyi) onaylayan taraflar arasında bir olay veya kötüye gitmesinden korkulan bir anlaşmazlık çıkması halinde, çözüm için başvurulması gereken son merci, Allah ve Allah Rasulü Muhammed’dir. Ve Allah, bu yasada (sahifede) bulunan kuralları en titiz uygulayan ve onlara en iyi uyanlarla beraberdir.
43. Ne Kureyş ne de O’nlara yardım edenlere himaye statüsü tanınamaz.
44. Yesrib’e karşı ani bir baskın ve saldırı düzenlenmesi halinde, Yahudiler ve Müslümanlar arasında tam bir dayanışma olur.
45. –(A) Yahudiler, müslümanlar tarafından yapılacak bir barış andlaşmasına veya yapılan bir andlaşmaya katılmaya çağrıldıklarında, o andlaşmayı yapacaklar veya yapılan andlaşmaya katılacaklardır. Şayet O’nlar benzeri bir andlaşma yapmaya veya yaptıkları andlaşmaya çağıracak olurlarsa, müslümanlardan aynı mukabeleyi görme hakkına sahiptirler. Ancak, din konusunda savaşanlar, bundan müstesnadır, (B) Bu durumda her grup, kendilerine ait kısımdan sorumlu olacaklardır.
46. Bu yasanın (sahifenin) taraflarınca leh ve aleyhlerinde belirlenen bütün hükümler, gene bu yasaya taraf olanlarca tam bir iyi niyet içinde uygulanmak üzere Evs Yahudilerinin hem kendileri hem de mevlaları için geçerli hükümlerdir. Bu hükümlere uyulur, fesad çıkarılmaz, aykırı davranılmaz. Haksız çıkar sağlayan ancak kendisine zarar vermiş olur. Allah, bu yasadaki (sahifedeki) hükümlere en doğru ve riâyetkâr olanlarla beraberdir.
47. Bu Kitap (Vesika), bir zalimi veya suçluyu cezalandırmaya engel olmaz. Medîne’de ikamet edip kalan da O’radan (bir başka yerleşim bölgesine veya sefere) çıkan da güven içinde olacaktır. Ancak zulm eden ve suç işleyen bu güvenden müstesnadır. Buradaki hükümlere uyan ve bu hususta titizlik gösterenin ilk hamisi Allah’tır. Ve Allah’ın elçisi Muhammed bütün bunların takipçisidir.
Araştırmacı T.V. Arnold, Peygamberimiz’in kurduğu bu toplumsal birliğin önemini şu şekilde ifade etmektedir:
“Önceleri tek bir emire kesinlikle itaat etmemiş olan o Arabistan, birdenbire siyasi bir birlik haline geliverdi ve o mutlak amire kendisini teslim etti. Yüz kadar küçük sosyal gruptan meydana gelmiş olan ve sürekli olarak birbirleriyle karşılıklı düşmanlıklarda bulunan küçük-büyük nice kabilelerden Hz. Muhammed bir birlik meydana getirdi.”
Medine vesikasına göre tüm inançlar ve kabileler hiçbir baskı altında kalmadan istediği dini, inancı, siyasi görüşü ve felsefi seçimi yapmakta özgürdürler. Metin de, kabileler arasında buna rağmen bir sorunun olması durumunda baş vurulacak üst otorite Hz. Muhammed’dir ve metni imzalayan tüm guruplar Hz. Muhammed’in himayesi altındadırlar.
Alevilikte sürekli kullanılan “Rıza Şehri” kavramı bu şehirdir. Yan yana ve dostca yaşamayı kapsayan bu gönüllü beraberlik ve hoşgörü anlayışı, barış ve özgür ortam Alevilikte kutsiyetle anılır. “Rıza (razı olma)” ve “Rızalık (gönüllü olma, onaylı” kavramlarının dayandığı esas tarihsel veri budur:
İnsanların iç barışı gözeterek ve bir arada, tamamen gönüllülüğe dayanan, bu kente Alevilikte bu yüzden “Rıza Şehri” olarak kalplerde yer edinir. Bu sahiplenme Alevilikte insanı Tasavvuf kapısına götürür.
İslam kaynaklarına göre gerek Medine Vesikasını imzalayan bir kısım Medine’li kavimler ve gene aynı metini imzalayan bazı Yahudi kabileleri, İslamiyetin süreç içinde güçlenmesinden dolayı zaman zaman bu anlaşma metinleri dışına çıkmışlardır. Hatta bu konuda birçok ayetler bile vardır. “Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir. (Tevbe: 101), Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve yandaşlarına: “Bize katılın” diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunların pek azı savaşa gelir. (Gelseler de) size karşı pek hasistirler. Hele korku gelip çattı mı, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince ise, mala düşkünlük göstererek sizi sivri dilleri ile incitirler. Onlar iman etmiş değillerdir; bunun için Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’a göre kolaydır.(Ahzab: 18, 19)”
Ancak bütün bunlar genelin kendisi içinde bütünlüğe fazla etki yapmayan küçük istisnalar olsa gerek. Kaldı ki burada söylemek istediğimiz müslüman olmayan kabile ve gurupların samimiyetleri değil, Hak Muhammed Ali yolunu sürdüren samimi insanların olaya yaklaşım biçimleridir. Onlar içlerinden çıkan nifak tutumlarına ve ihanete rağmen kendi verdiği sözlere bağlı kalmış ve o şehre‚„Rıza Şehri“ deyimini günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Burada söylenmek istenen özü ve sözü bir olanların icraatları değerlendirmeleridir. Önemli olan İslamiyetin kısmen etkin olduğu zaman ve alanda oluşturulan bu ilk metnin bize İslamiyetin özü ile ilgili bir fikir verebilmesidir.
Aradan geçen tam 1326 sene sonra ve 2 Dünya savaşı yapan Dünya nihayet ortak bir metinde anlaşıyor ve 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini imzalıyor.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi elbette son derece gerekli ve çok geç oluşturulan bir anlaşmadır. Batı Dünyasının yaşadığı büyük bir hüsran sonrası, özellikle 2. Dünya Savaşının kayıplarını ve acılarını küllendirmeyi amaçlayan bu anlaşmanın temel esinti kaynağı olarak Medine Vesikasını, diğer bir anlatımla Rıza Şehrini gösterebiliriz.
Medine Vesikasında bir mutabakat imzalanmasına rağmen “İslamiyet neden bir türlü savaşlardan kendini kurtarmadı diye sorulabilir?”. Başka bir deyimle “Madem ortada bir Rıza Şehri mütabakatı var, o halde Hz. Ali neden savaştı?” soruları sorulabilir. Hatta “Hz. Ali ne için, niye savaştı?” diye düşünülebilir.
Bunlara verilecek yanıt net ve bellidir. “Rıza Şehri” mutabakatını Hz. Muhammed’in yaşadığı süre içinde Müslümanlar hiçbir zaman ihlal etmemişlerdir. Bu anlaşmanın iptali, başka deyimle ihlali, Peygamberin vefatından sonra başlamış ve giderek özelliğini yitirmiştir. İslam dininin özünden giderek sapmasının, Hilafet hakkı elinden alınan Hz. Ali’ye yapılan haksızlıkla başlaması ve bu haksızlıkların giderek artışını görmeyip, sadece Ehli Beyte yapılan haksızlıklarla sınırlı olabileceğini düşünmek veya öyle görmek insanı yanıltabilir.
Hz. Muhammed, Hz. Ali ve diğer Muhacirler Mekke’den Medine’ye göç etmelerine rağmen Mekke’lilerin zulmünden gene de kurtulamamışlardır. Mekke’liler, İslam önderlerinin öncülüğü ile oluşturulan bu birliğe, daha doğrusu Hz. Muhammed ve diğer inananlara sayısız zulüm ve haksızlıklar yapmış, bununla da yetinmeyerek buranın üzerine 3 defa savaş ilan etmişlerdir.
Bedir (624), Uhud (625), Hendek (627) savaşları hep Mekke’lilerin buraya yaptığı ve bu dini yok etmeye yönelik savaşlardır. Hayber Savaşı ve benzeri yöre kabilelerini kapsayan küçük ölçekli diğer bölge savaşları da dikkatle incelendiğinde, haksız olanlar hep diğerleridir ve müslümanların iştirak ettiği savaşlar meşru müdafadan ibarettir. Bu vesile ile dinde (İslamiyette) zorlamanın olmadığına en açık delil bu ünlü vesikadır.
Bu açıdan bakıldığında Alevi inançlarının ve bu inanca yol gösteren Hak Muhammed Ali ikrarının yüzyıllarca Rönesans yaşayan Batı dünyasından ve onun temel değerlerinden ne kadar ileride ve gerçekçi olduğu ve bir bu kadar da adaletli olduğu rahatlıkla görülür.
Medine Vesikası, başka bir deyimle Rıza Şehri anlaşması doğrudan Hz. Ali’ye ait değildir. Ancak içlerinde yoksulların, bilgisizlerin, kölelerin, çocukların ve çaresiz kadınların da bulunduğu ve toplam sayıları 90 civarında olan başlarında Hz. Muhammed’in bulunduğu Medine’li Muhacirler bu işe önderlik etmişlerdir. Onların içinde bu müzakereleri yürüten insanların sayılarının da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olduğunu da görürsek bu fotoğraf daha da netleşir. Bütün bunların yanında anlayışı ve inancı, Varlığı ve her şeyi Hz. Muhammed’den ayrı ele alınamayacak olan Hz. Ali’nin düşüncelerinin, Rıza Şehrini oluşturan irade olduğu rahatlıkla anlaşılır. Zira onu Hz. Muhammed’den ayrı ele almak ve düşünmek sanırız yanılgıların en büyüğü olsa gerektir.
Önümüze Hz. Ali’nin Valilere gönderdiği genelgelere, örneğin Mısır Valisi Malik Ejder’e mektupta yaptığı öneriler, nasihatler, demokrasi anlayışı ve telkinler ile Rıza Şehri metnini koyarak okuyalım.
Bu iki metine baktığımızda aralarında fazla bir fark olmadığını görürüz. Daha sonra da önümüze İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini koyalım ve karşılaştıralım.
Hz. Ali’nin ve onu var eden Nur’un ne kadar çağdaş ve ileri olduğunu, tüm dünya insani değerlerinin ondan ne kadar geri olduğunu görürüz.
Bütün bunlar bile Hz. Ali’nin ne kadar ulu bir Evliya olduğunu ortaya koyan gerçeklerdir. Bu vesile ile Hz. Ali’yi yeterince tanımayan ve onu sadece Hayber Kalesi Fatihi, Zülfikârın Sahibi, Mazlumların umudu… gibi göreceli doğru tespitlerin ne kadar eksik olduğu gerçeğini görür ve anlarız.