10-11 Haziran 2006’da Bremen’de gerçekleştirilen Alevi Akademisi Bilim Kurulu Sempozyumu’nda Bilim Kurulu Üyesi Dr. İsmail Kaygusuz’un sunduğu bildirge şöyledir:
Dr. İsmail Kaygusuz
Din ve dinsel inançlar ilk ortaya çıktıklarında, içinden çıktığı toplumun dinine, inançlarına ve sosyo/politik düzenine karşı tümüyle aykırı ve devrimci niteliktedir. Öznel ve nesnel koşulların oluşturulup tam olgunlaştığında, yıktığı inanç ve düzenin yerine kendininkini koyar. Ancak iktidar olduğunda, eski düzenin tüm kurumlarını ortadan kaldıramadığından tutunmak için kısa bir süre sonra çeşitli sosyal katmanlar ve sınıfların çıkar gruplarıyla uzlaşmaya girişir. Bu girişimlerin başlamasıyla eski aykırı ve devrimci gerçekliğini yitirip ortodokslaşma sürecine girmiştir.
İlk halifeler döneminde İslam dini, özellikle üçüncü Halife Osman (644-656)zamanında, Peygamberin yıktığı düzenden kalan, yani ortadan kaldırılamamış olan çıkar gruplarının aracı olmaya başladı. 661 yılında Emevi hanedan devletinin kurulmasıyla birlikte egemen yönetimin çıkarlarına uygun biçimde bir ortodoks İslam yaratılarak katı değişmez dogmalar geliştirilip tam anlamıyla baskı aracı durumuna yükseltildi. Hiç kuşkusuz, çeşitli biçimlerde uygulamaya sokulan her düşünce ve inancın, kendi karşıt gerçekliğini, aykırı gerçeğini yaratmış olması kaçınılmazdır. Bu diyalektik bir oluşumdur. Bu bağlamda İslam heterodoksizmi, yani egemen ortodoksizme karşıt olarak, din kurucusu Peygamberin yakınları Ali ve Ehlibeyt’in yüceltilmesiyle ortaya çıkıp, çeşitli dinsel ve felsefi inançlardan alınan ögelerle zenginleştirilip, kendi aykırı batıni gerçek(lik)lerini yarattı. Yönetimler de çıkarlarına uygun biçimde dogmalaştırdıkları İslam adına, aykırı inançsal gerçeklere bağlı olanları dinsizlik kafirlikle suçlayıp kırımlardan geçirdiler.
Hristiyanlık da Roma paganizmine, yönetimlerin zulüm ve baskılarına karşı aykırı inanç ve toplumsal gerçeklikleriyle ortaya çıkmış; ama Roma imparatorluğunun bilim, felsefe ve siyasal erkinin yüksekliği ve güçlülüğü, onun devletin egemen dini olmasını yaklaşık 400 yıl geciktirmiştir.
Muhammed’in Peygamberliğini duyurusundan altı yıl sonra, ilk kez Mekke’de tarihsel olarak 616’da kurulup tamamlanmış Kırklar Meclisi düzenine Medine’de eklenmiş olan “Kardeşlik Sözleşmesi” ile İslam, değişimi öylesine hızlandırmıştı ki, ortak kazanıp ortaklaşa yemeyi ve herşeyi paylaşmayı ve hatta kardeşleşenler arası veraseti bile getiriyordu. Alevilik toplu tapınması Cem’in en önemli kurumlarından olan Musahipliğin temeli burada atılmıştı. Demek ki Mekke ve Muhammed dönemi Medine İslamlığını farklı kategoriye sokmak ve iyi incelemek gerekiyor. Biz Aleviler İslam dini olarak bu ilk oluşum dönemini algılıyoruz, Hanefi İslam anlayışını değil.
Muhammed’in dünyadan göçmesini izleyen daha ilk on yıl içinde, Kırklar Meclisli ve yol ve inanç kardeşliği kuruluşlu Muhammed dönemi İslamlığın getirdiği düzenin toplumsal eşitlik kurallarından eser kalmadı. İslam dini, bezirganların, büyük toprak sahipleri ve fetihçi asker oligarşisinin eline geçmiş ve kuralları onlar koymaya başlamıştı. Peygamberin damadı ve amcası oğlu Ali, çevresindeki bir avuç şiasıyla/yandaşıyla barışçıl siyaset yöntemi uygulayarak Peygamberin kurduğu düzeni geri getirmek için harcadığı büyük fazla işe yaramadı. Öyle ki, Muaviye yandaşları ve Emevi/Abbasi tarihyazıcıları, onun İslami anlayışı ve uygulamalarına “Din i-Ali” yani “Ali dini” diyorlardı. [1] Ancak Peygamberin vefatından tam yirmi dört yıl sonra Abdullah ibn Saba, Salman-i Faris ve Abuzer Gaffari’nin düşünsel katkı ve propagandaları, Malik Ejder’in de askersel yardımıyla Ali adına halkı ayaklandırarak Küfe, Basra ve özellikle Mısır’dan getirdiği isyancı halk güçleriyle Halife Osman’ı alaşağı etti. Böylece 632 yılında hakkı gasbedilmiş İmam Ali, bu halk ihtilali sonucunda, Tanrının mazharı olduğu ve tanrısal gücü özünde taşıdığı inanç ve söylemler çerçevesinde Halifeliğe getirildi (656).2
Başlangıçtan itibaren bütün Alevi siyasetleri ve başkaldırıları Ali’nin ve onun soyundan gelenlerin adına yapılmıştır. Ve Muhammed dönemi Mekke ve Medine İslamlığındaki Tanrısal Demokrasi’ye hep özlem duyulmuş, simgeleşmiştir. O düzen geliştirilerek uygulanması istenmiştir. Eşitlikçi, adaletçi ve kardeşçe paylaşımcı kurumlarıyla, hiçbir ayırım yapmaksızın insanları bir gören inanç ve ahlak anlayışıyla Alevilik, işte bu dönem Mekke ve Medine İslamlığının devamı görülmekte ve bu nedenledir ki İslamın özü olduğu ileri sürülmektedir.
Özellikle Aleviliğin başlangıç sürecinde, Proto Alevilik (Ön Alevilik) diye adlandırdığımız, yaklaşık yüzelli-iki yüzyıllık dönem içindeki Alevilik inanç ve siyaset akımlarının hepsi de İslamdışı ögeleri alırken, onları gerçek temek kaynak olan Kurân’dan bazı ayetlere ve Peygamber’in çok yakın dostları ve Ehlibeyt İmamları aracılığıyla gelen hadislere bağlamışlar.
Aleviliğin özünde, Peygamber ailesinin, yani Ehlibeyt ve Oniki İmamların Tanrısal nuru taşıdıkları ve zamanın İmamı/Velisi olarak Tanrının bir mazharı olduğuna inanmak vardır. Tıpkı kandil, lamba, ampul, meşale gibi ışık veren bir aracın kendisi ışık olmadığı halde; ışıktan da ayrı olamıyacağı ve ışığın da bu araçlar olmayınca çevreyi aydınlatamıyacağı optik gerçekliğe benzetilmektedir Ali ve Ehlibeyt tanrısallığı. İnsan-ı kamil mertebesine ulaşmış ve Enelhak diyen büyük veliler de theosis’in yani tanrılaşmanın bu ışıksal bütünlüğe ermek olduğunun ayırdına varmıştır.
İnanç (inanma/iman), din demek değildir; dinin içinde inanç vardır, ama inancın içinde her zaman din yoktur. Dine inanmak kadar felsefeye, bilime, sanata da inanmak bağlanmak vardır. Dikkat edilirse din ve iman kavramları hep ayrı kullanılır. Alevilik de başlıbaşına din değil, ağırlıklı dinsel inanç yanıyla birlikte sosyal, felsefi ahlaksal inanç sistemidir; kişisel ve toplumsal yaşama biçim ve düzen veren kurallara (edeb-erkana) sahiptir. Aleviliği bir “kültürdür, kültürel anlayıştır” diye tanımlamak doğru olamaz. Çünkü “kültür” sözcüğü gerçekte sosyoloji ve sosyal bilimler sınırları içerisindeki din, inanç, mezhep dahil pek çok sanatsal, felsefi ahlaksal vb.birçok kavramları içinde barındırır.
Milyonların bağlı bulunduğu ve inandıkları herşeyi batıl ve sapkınlık gördüğü ve inanç olarak kabul etmediği için Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu Alevilik “kültürel eğilimdir inanç değildir, kültürel ögelerin belirgin olduğu bir anlayıştır” diye her demecinde yineledi, durdu..Öbür yandan da birçok Türk-İslamcı yazarlar, din bilgini ve tarihçiler çeşitli tanımlar içinde Aleviliği Sünniliği ılımlılaştırarak zahiri İslam anlayışında birleştirmek ya da Ehlibeyt ve Oniki İmam sevgisi çerçevesinde Şiileştirmek çabası içindedir.
Bununla da yetinmiyorlar; sözbirliği yapmışlarcasına bazı Alevi yazar-çizer siyasetşiler de dahil olmak üzere, bütün bu kesimlerden yükselen ortak bir görüş daha var: Aleviliğin yazılı kaynakları yoktur; Alevilik kültürü, inançsal kuralları sözel kaynaklarla beslenerek bugüne taşınmıştır! Bu kanı, bu iddia doğru değildir. Sözlü kaynaklar olarak bilinen inançsal söylenceler ve nefesler, deyişlerde anlatılanlar, verilen bilgilerin de tümü yazılı kaynaklara dayanır; kuşaktan kuşağa aşırtılmış elyazması kitaplardır. Egemen din ve inançların sapkınlık görerek yasaklamış, yaktırıp yokettirmiş olmasına rağmen tüketemediği çok sayıda kaynak kitapları vardır Aleviliğin. Bu görüşte ısrar eden diyanet ve ilâhiyat alimlerinin özel bir amacı vardır: İslamın batıni yorumuyla diğer birçok dinsel inanç ve felsefelerden bazı ögeleri synkretic (bağdaştırmacı) anlayışla bünyesinde uyumlu bir sentez oluşturan Aleviliğe reddiyeler yazmış ya da kendi düşünsel yapılanmaları çerçevesinde bu inancı yorumlamış bazı ortodoks din bilginlerinden, hatta medrese tahsili görmüş sıradan ortodoks müstensihlerden kalan bazı elyazmalarını Alevi yazılı kaynakları olarak yayınlayıp sunmak. Kısacası kafalarındaki “Sünnilikle Alevilik arasında bir fark yoktur, hepimiz müslümanız ve bir Allah’a ve Kuran’a bağlıyız” anlayışına uygun Aleviliği kabul ettirmektir.
Yönetimlerin dinine aykırı gelişen ve bu nedenle dinsizlikle, aşırılıkla, “kafirlik”le suçlanıp baskı altında bırakılmış bazı halk topluluklarının gizlenmek ve tapınmalarını gizli uygulamak zorunda kaldıkları özinançlarının ayrıntılarını kitaplaştırıp birer kutsal emanet gibi kuşaktan kuşağa aktarılarak yüzyıllar boyunca aralarında yaşatmış bulunmaktadır. Bu yapıtlarda inançsal bilgiler, yani o inancın teolojisine/tanrıbilimine ilişkin söylenceler ve ilkeleriyle birlikte, çoğu kez o inanç toplumunun karanlıkta kalmış menkıbevi tarihi de verilir. Bu kitap, özellikle o inancın propagandacıları ve önderleri, yani dai’leri, şeyh’leri, dede’leri, pir’leri vb.nin ellerindedir; onların içindeki bilgileri, kendilerine bağlı topluluktan da çoğu kez gizli tutarlar ve “kutsal sırlar”olarak kendilerine ulaştıklarına inandıkları için, ancak belirli aşamalarda azar azar verirler. Görünüşte, yönetiminde yaşadıkları devletin resmi dininin ritüellerini aksatmadan uygulamayı bile sürdürürler. Gerçekte bu durum, inanç topluluğunun bekası, yani yokedilmemesi için ta başından alınmış bir önlemdir; açıkçası zulüm ve baskıya bu çeşit ikiyüzlü yaşama (hypocritical living), yani takiye yöntemiyle direnme sadece Alevi inanç topluluklarından herhangibirine ait değil; Hristiyanlık, Musevilik, Zerdüştlük ve başka dinlerin heterodoks inançlı toplulukları da benzer direniş yöntemleriyle yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
1. Ummu’l Kitab; İmam Bakır’ın(ö.734/7) inançsal görüş düşüncelerini içeren kitap 8.yy.ın ilk yarısında yazılmıştır.
Ayrıca Ummu’l Kitab’da, günümüze ulaşmamış dört yazılı kaynağın adı geçmekte ve bunlardan alıntılar yapıldığını görmekteyiz:
a. İmam Bakır’ın kendisine ait olduğu söylenen Daka’ik sifati’n-nur wa’l-anfus (Nur Sıfatının ve Anfus’un (Nefsin) İncelikleri(f.2)
b. İmam Ali’ye atfedilen Kitabu’l-ikhbarat (Haberler/Hadisler Kitabı) (f. 162)
c. Yazarı bilinmeyen Kitab-i ma Ahli Beyt (Bizim Ehlibeyt Kitabımız) (f. 7)
d. Yazarı belirsiz Kitabhayi Nihani (Gizli Kitaplar) (f. 206)
2. Mufaddal bin Umar al-Jufi as-Sayrafi , Kitab al-Haft wa’l-Azilla; İmam Cafer’in batıni görüşlerini içermektedir
3. İkhwan as Safa Risaleleri
4. Jafar Mansur el Yaman (ö.914) Kitab al-Alim wa’l Ghulam,
Ayrıca özellikle 10.yüzyıla ait başlıca İmamiye kaynaklarının adlarını da vermemiz yerinde olacaktır. Bunlar büyük çapta İmam Cafer Sadık’ın ve sonraki İmamların batın, ve çoğuluk zahiri görüş, düşünce ve yorumlarından yararlanılarak yazılmışlardır. Hazırlayanlar Abbasi yönetimiyle ters düşmeyen ve hatta bazıları (vezirlik vs. gibi) devlet bürokrasisinde yer almış kişilerdir.
Oniki İmamcılığa ilk düşünsel ve inançsal çehresini veren yazarlar olarak, devlet adamı Abu Sehl İsmail bin Ali en-Nevbahti (ö.923) ve aynı aileden 1) Kitab Firaku’ş-Şia’nın yazarı al-Hasan bin Musa en-Nevbahti (ö.922). Abu Cafer Muhammed Yakub al-Kolayni’nin (ö.940-41) on altı bin yüz doksan dokuz hadisi içeren 2) Al-Usul Min al-Kafi. [3] Şeyh al-Saduk adıyla tanınan İbn Babeveyh’in (ö.991-92) İmamların yaşamı ve yine İmamlardan geniş biçimde sure ve hadis yorumları veren inançlar kitabı 3) Risaletu’ul İtikadat [4]
Heresiograf Sad bin Abdullah al-Aşari al-Kummi’nin( ö.951-52) 5) Kitab al-Makalat ve’l- Firak’ı.
II.Şah Abbas döneminin büyük din bilgini Usulilerin temsilcisi Muhammed Bakır Maclisi, 1687 yılından itibaren Şeyhülislam makamında ve ölümüne kadar Mulla-Başı olarak kalmış ve yukarıdaki İmamiye yapıtlarını temel alarak yazdığı dev eseri Bihar ul Envar ile Ortodoks Şii Caferilik tam resmiyet kazamıştır.
Ummu’l-Kitab (Ana Kitap) yüzyıllar boyu sisler içinde kapalı kaldı. 1898, 1911 ve 20lerde Türkistan, Pamir ve Shagnan’da Rus memurlarından A. Polovtsev, J. Lutsch ve İvan Zarubin tarafından birkaç elyazma kopyasından Ummu’l Kitab’ın tam metninin basım ve yayımı Wilademir İvanov’a kısmet oldu. İvanov yayımınde, Zarubin kopyasını temel alarak aldı. Bu Ummu’l Kitab kopyası 1966 yılında da Napoli’de Pio Filippani Ronconi tarafından tam olarak batı dillerinden İtalyancaya çevrildi.
Wlademir İvanow’un 1932’de yazdığı, “Notes sur l’Ummu’l -Kitab des Ismaeliens de l’Asie Centrale (Orta Asya İsmaililerinin Ummu’l Kitabı Üzerinde Notlar)”[5] makalesinde, baştan 15-16 sayfa içinde kitabı çeşitli yönlerden tanıttıktan sonra 41 sayfalık[6] bir özet sunmaktadır. Eski Fars dilinde ve 210 tabaka kâğıt (folyo) kullanılmış bu 10.yüzyıl elyazması yapıtın tamamını Türkçeleştirmeden onu anlatmak ve içeriğini sağlıklı biçimde anlamak kuşkusuz olası değildir. Ancak Fransızcadan çevirdiğimiz bu özet bize genişçe fikir vermektedir; içinde Anadolu’da yaşayan Aleviliğin, Ortodoks İslam’a aykırı düşen bir düzüne inanç ögeleri ve söylencelerini rahatlıkla görebiliriz
Kitabın ne zaman ve nerede yazıldığı sorusuna yanıt olarak giriş bölümünde yazarının kaleminden şu kısa açıklamayı buluyoruz:
“Bu kitap, Mekke kentinin Kureyş b. Haşim mahallesinde, Abdu’l- Manaf’ın evinde yazıldı; İmam Bakır’ın kitaplığında bulunuyordu, fakat oradan Jafer Jufi tarafından alındı ve Kufa’ya götürüldü. Harun zamanında (Abbasi Halifesi Harun al-Rashid/786-809 İ.K.) Ali ibn Abdi’l-Azim onu Irak’a, İran’ın kuzeybatı bölgesine taşıdı. Adı geçen kişi ölümü sırasında onu inananlara (muminan) ve onların elçilerine dai’lerine emanet etti” (folio 4 v.).
Yukarıdaki kısa açıklama çok belirgindir; bu kitabı, İmam Bakır’ın olduğu kadar İmam Cafer’in (ö.765)de çok yakın dostu olan Cafer el Cufi, Bakırın kitaplığından alıyor. Zaten kitapta anlatılan mizansen içinde kendisinin de adı geçmektedir. Ayrıca bu hagiografik mizansende öğretmen olarak çocuk İmam’a ders vermeye başlarken, kendisi öğrenci olma durumuna düşen Abdullah ibn Saba’nın, o döneme kadar yaşamış olduğu ve ‘Ali’yi Tanrı, Bakır’ı da peygamber olarak nitelediğine’ dair al-Kashi’nin (ö.951) “Ikhtiyar Ma‘rifat ar-Rijal”ında (vol. 1, s. 323) bilgi bulunmaktadır. Ayrıca, kitapta verilen Cabir b. Abdullah al-Ansari’yle İmam Bakır’ın yakın ilişkisi ve içeriğinde verilen Ehlibeyt Beşlisinin Tanrısal Nur’dan oluştukları vb. birçok bilgilerin al-Kolayni’nin kitabında, İmam Bakır ve İmam Cafer’den çevresindekilerin rivayetleriyle aynen anlatıldığını görüyoruz.7 Bunlar gösteriyor ki, İmam Bakır hayattayken hazırlanmış ve Ortodoks İslamın ve yönetimin gulat (aşırılar, kural ve sınır tanımayan taşkınlar) diye niteledikleri batıni inanç topluluklarının, yani Proto-Alevilerin tanıdığı bir kitaptır.
Soru 3 (f. 39) : Yaratıcı yerde midir yoksa gökte midir? Erdemleri ve nitelikleri nelerdir? Nereden ortaya çıktı? Neyi yarattı?
“Ya Cabir, diyor al-Bakır, bu soru çok zor, bırak onu, bir yana bırak; zira Yüce Tanrı’yı gizleyen örtüyü kaldırmak iyi bir şey olmaz, bu büyük bir günahtır. Bizzat onun açınımı, yani görünüm alanına çıkışı (zuhurati) olan hiçbir Peygamber ve Veli asla bu örtüyü kaldırmadı; hiç biri (hich kitabi wa zuhurati) bu konu hakkında açıkça asla herhangi bir şey yazmadı… Herkim bu gizemi, onu duymaya-dinlemeye layık olmayan birine anlatacak olursa, aynı anda onun ruhu bedenini terk edip, dinleyicisinin bedenine geçecektir. Bu, sözle anlatılamaz bir sırdır… Onu kâğıda yazacağım; Muhammed ve Ali adına, Salman ve Mikdad adına nacib’ler ve nakib’ler adına senden rica ediyorum onu yalnızca gözle sessizce okuyacaksın ve asla yüksek sesle okumayacaksın; bu sırra sahip olan inananlar da, zamansız açıklamayacak biçimde, onu kendileri için okumalıdır”(f. 40 v.)
“Şöyle yazdı İmam Bakır (f. 41): Ulu Tanrımız ve Yaratıcımız hem göklerde hem yeryüzündedir. Yani o, bazan yüce Sarayında (Diwanha’i bala) ve bazan da zamanın imamları (imamani zamani) ve inananların örtüsünün mikrokosmosu (küçük evren) içindedir.”
“Başlangıçta, ne gökler ne yer ne de yaratılmış şeyler varken, Beş Ebedi Nur (panj nuri qadim) gökkuşağında bir araya gelmiş beş farklı renge benzemekteydi. Onların renkli ışınlarından bir ışık boşluğu, tıpkı güneşten çıkan ışık gibi yayılıyordu (hawai mamandi aftab). Şimdi yer ve gökleri işgal eden her şey o dönemde bu yoğunluksuz (latif) havayla kaplıydı ve Beş Nur orada durmaktaydı (ba-sar istadand). Onlar arasında sonsuzluğun son Hududu’nun Nur’u (nuri ghayatu’l ghayat), nurdan bir Şahıs (shahsi nurani) biçiminde görünüyor (zuhur kard) ve onun bu Beş Nur’u, işitme, görme, tat alma ve konuşma (nutk) organlarını biçimlendiriyordu. Bu Beş Nur, insan biçimi görünümündeki Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’di ve onlar başka bir şeyden yaratılmadılar (az hich chiz payda na-budand). [8] ‘De ki, O Tanrıdır. Benzeri yoktur ve Tanrı ebedidir-sonsuzdur. O doğmadı ve doğurmadı; hiçbir şey ona benzemez’(Kur’an CXII, 1-4). Tanrısal Tahtın üstünden bu Beş Nur, beş organ olarak inananların kafalarının içine, beynine taşındılar (ba-sari mu’minani mi-gardand)…” Ve antropomorfik, yani ışıksal, nurani bir insan biçimli Tanrı tanımlamasına tanık olmaktayız:
“Onun sağ eli, her şeyi alan-tutan koruma ruhudur (Ruhu’l-hifz) ve güneşin rengindedir. Sol eli, bütün ruhların uzunluğu ve sonu ve sonralığı ile ilgilenen Ruhu’l-fikr, düşünce ruhudur ve mor renktedir. Tanrının başı, bin rengin parladığı Ruhu’l-azam, yani yücelik-ululuk ruhudur. Onun üstünde, ne yeryüzünde ne de gökte hiçbir şey yoktur…”
Dünyanın ilk ansiklopedik yapıtı, 9.yüzyılın ilk yarısında Arapça hazırlanmış İkhvanus Safa Risaleleri’nden günümüze kalan en eski elyazması nüshasının Farsçası 1211 tarihini taşıyan Berlin Belediye Kütüphanesi’nde bulunan nüshadır.[9] Arapça yazmanın ise en erkeni 1287 yılına tarihlenen İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde bulunmaktadır.[10] Dünyanın çeşitli ülkelerinde olmak üzere 90’a yakın kütüphanede tam ya da bazı bölümlerinin(Arapça-Farsça) elyazmaları mevcuttur.
Risalelerin tam Arapça metni ilk kez dört cilt halinde 1887-89’da basılmış; en dikkat çekecek önemde olanı ise 1928 Kahire baskısıdır.
İhvanus Safa ilk kez de Batı dillerinden Almanca’ya, 19.yüzyılın son yarısında Franz Dieterici tarafından çevrilmiş, yapıt Hacı Kalfa’nın Keşf ez- Zünun’da, hakkında verdiği bilgilere dayanarak 10.yüzyıla tarihlenmiştir.
Şimdiye kadar Risaleler tam olarak Batı dilerinden Amanca’ya çevrildi ve öyle kaldı. Aynı yüzyıl içerisinde, seçilmiş risalelerden İspanyolca, Almanca ve İngilizce’ye çok sayıda monografik çalışmalarla birlikte yayınlar yapıldı. Ayrıca Adil Awa, Alessandro Bausani, Abbas Hamadani, Yves Marquet, Sayyed Hasan Nasr, İan Netto, Samuel Stern, Mustafa Galip, Asghar Ali Engineer ve daha pek çok diğer bilim adamları, İkhvanus Safa ve Risaleler üzerindeki çalışma ve araştırmalarıyla katkılar sundular. Türk Üniversitelerinin ve araştırmacılarının bu önemli esere fazla ilgi göstermemiş olmaları düşündürücüdür.
İhvan us Safa Risaleleri’nin Tarihi ve yazarlarına gelince11
İlk önce İsmaili baş dai ’si Abdullah bin Kaddah ve arkadaşları tarafından başlanmış, sonra onların ardıllarıyla birlikte, İmam Muhammed b. İsmail, Abdullah b. Muhammed ve onun oğlu Ahmet Taki dahil birbirini izleyen gizli (mastur) İmamların koruması-gözlemi altında hazırlanmıştır bu dev eser. İhvan-ı Safa’nın bir risalesinde İmam Ahmet Taki’nin adı zaten geçmektedir. Ayrıca Tevhidi, İbn al-Kıfti, Şahrazuri gibi tarihçi ve filozofların yanı sıra Abu Süleyman Busti, Mukaddasi, Ali ibn Harun Zancani, Muhammed ibn Ahmet Narcuri ve Avfi’nin imzaları bulunmaktadır.
İmam Ahmed Taki Muhammed, 790 yılında doğmuş 828’de İmamlık makamına oturmuştur. Kedisi Salamiya’da, sadece Hüccet (baş dai) tarafından kim olduğu bilinen bir tacir kimliği ve kişiliği altında ömür sürdü. 838 veya 840 yılında ölen İmam Taki Muhammed’e Sahib al-Rasail ( Risaleler’in Efendisi) adı da verilmektedir.
İhvan us-Safa üyelerinin, Aşağı Mezopotamya’nın Basra liman kentinde yaşayan, edebiyat, din, felsefe ve bilim üzerinde tartışmalarda bulunan kişilerden bir çeşit Lonca gibi örgütlendiği anlatılır. Bu örgüt ilişkilerini ve çalışma yöntemlerini gizli tutar ve içine kimse kolayca kabul edilmezdi. Moral, yaş ve daha çok ruhsal niteliklerine göre dört derece içinde sınıflandılar. Birinci derece, tamamıyla öğretmenlerinin buyruğu altında yetişmekte olan 15 ile 30 yaş arasındaki gençlerden oluşuyordu. İkinci kademede, laik eğitim ve ayrıca felsefi bilgiler verilen 30 ile 40 yaş arasındakiler bulunuyordu. Üçüncü derecedekiler, o günün dünyasında geçerli dinsel hukuk (şeriat), bilim ve felsefeler üzerinde yeterli bilgiye sahip olan 40 ile 50 yaş arasındaki kişilerdi. Dördüncü kademedekiler ise, bütün bilgilerin üstünde nesnelerin/şeylerin gerçekliğine vakıf; ileriyi gören, geniş öngörü ve sezgi sahibi olduğu farzedilen 50 yaş üzerinde bulunanlardı. Felsefi, bilimsel ve inançsal toplantılar, her ayın başında ortasında ve bazan 25 ile sonu arasında olmak üzere üç akşam yapılırdı. Bu gizli topluluk arkasında, 52 risaleyi içeren “İkhwan as Safa Risaleleri” olarak tanınan dev bir ansiklopedi içinde başarılarının dimdik duran bir anıtını bıraktılar
11 Risale Dinsel bilimler üzerine.
14 Risale Matematik üzerine.
17 Risale Doğa Bilimleri.
10 Risale Psikoloji ve aklî bilimler.
a) Matematik; sayılar, geometri ve anstronomi, cografya, müzik, kuramsal ve uygulamalı sanatlar, ahlak ve mantık bilimlerini içerir.
b) Fizik bilimleri madde, biçim, hareket/devinim, zaman, uzay/boşluk, gökyüzü, nesiller, madenler, gezegenler, hayvanlar, insan vücudu, yaşam ve ölümün anlamı, mikrokosmos ve dil konularını içerir.
c) Metafizik, ruhsal akılcılık(psycho-rationalism) ve theology.
d) Psişik, akılcılık, olgu, makrokosmos, zihin, aşk, yeniden doğuş ve nedensellik konuları.
e) Din, inanç, dinsel yasalar(fıkıh) peygamberlik, velilik vb.
O aynı zaman genel Sufi düşüncesinin ve batıni tasavvufun büyük hazinesidir. Örneğin İkhvan der ki: “Ey kardeş bil ki, senin ruhun gizli güç olarak bir melektir ve eğer peygamberler ve imamların yolunu günü gününe şaşmadan izlerseniz Bir (Tannrı) olabilirsiniz”(Rasail Vol .4, s.122) Ve “bütün yaratıklar sonuçta Tanrı’ya dönecektir; öyleyse O, yaratıkların tüm varlığı, özü, ölümsüzlüğü ve mükemmelliğinin kaynağıdır.” (Rasail, Vol. 3, s. 285)
Kuran’ın batıni anlamına sıkça göndermeler bulunmaktadır(III, 511-514). Kuran’ın zahiri açıklaması, bilginin aşağı düzeyi olarak tanımlanır ve bu, körü körüne taklit etmeyi tercih eden sıradan insanlar için anlamlıdır, yani onlar içindir. Bilginin daha yüksek biçimi, batıni (esoteric, gizli) olandır. Eserde dil, din ve inançlara özgürlük tanınıyor ve birinin diğerine üstünlüğü tartışılmıyordu:
“Biliniz ki, gerçek her dinin içinde bulunur ve her dilde geçerlidir. Öyleyse yapılması gereken şey, en iyisini yapmanız ve kendinizi ona teslim etmeniz, yani gerçeğe yönelmenizdir. İnsanların dinlerine kusurlar, elsiklikler yüklemekle asla kendizi meşgul etmeyiniz; daha çok sizin dininiz kusurlardan arınmışmıdır onu görmeye çalışınız”(III, 501)..
“Akıllı, içgörü ve anlayış sahibi olan Kamil insan, sanki kökende İranlı, inançta Arap, dinde doğru yola yönelmiş bir Hanif, davranış biçiminde bir Iraklı, gelenekte Yahudi, rehberlikte bir Hristiyan, bağlılıkta Süryani, bilimde Grek, ileri görüşte bir Hintli, yaşam biçimiyle bir Sufi (gibi)dir; ahlaksal ölçülerinde bir Melek, fikirde tanrısal (rabbani), marifette ise tanrıdır, tanrıya benzer ve bu nitelikleriyle insan-ı Kâmil ölümsüzdür.” (III,376)
İkhvanus Safa özgürlükçülüğünün en övülmeye değer kanıtı budur ve bugünün özellik olarak post-modernist anlayışıyla eşdeğerdir. Bütün dinlere ve dillere saygı vardır ve kültür çoğulculuğu kabul görmektedir. Böyle bir özgürlükçülüğün asla düşünülmediği 9.yüzyılda bunlar yazıldı. Ikhwanus Safa, İsmaili Alevi hareketinin tebliği olarak tanımlanabilir. Burada, hareketin bir devrimci (ihtilalci) hareket ve mevcut düzenin, yani Abbasi İmparatorluğunun yıkıcısı olmayı amaçladığına dikkat edilmelidir. Hareket toplumun çeşitli kesimlerinin, soyluların, aydınların, köylülerin ve tüccarların desteğini de almaya uğraşıyordu. Bunu Risale’lerden birinde açıkça görürüz.
‘Kardeşler’ (İhvan) örgütü, toplumun farklı kesimleri arasında hücreler kurmuş olan ve sömürücü ve baskıcı zorba düzeni yıkmak için birleşip, hep birlikte eyleme geçen, bir devrimci hareketin önderleriydi.
Kısacası ‘Temiz Kardeşler’ devrimci örgütü Abbasileri, zorba ve zalimler, zayıf ve yoksul kesimlerin (duafa ve masakin) haklarını gaspedenler olarak suçlamaktaydı. Abbas soyluların Halifeliğe layık ve hakları olmadıklarını ileri sürüyorlardı. İkhvanus Safa Abbasiler’i, Adem’e secde etmeyerek Tanrısal İradeye karşı koyan Şeytan’nın vekili (khalifat al-İblis) olarak tanımlamaktadır. Abbas soylular, kendilerini halife olarak kabul eden insanlar için halifeydiler, çünkü ancak onlar birbirlerinin layığıydı.
Risaleler üzerinde yapılan inceleme çok açık gösteriyor ki, yazarlar, kendi zamanlarınınmevcut bütün bilimleri-bilgilerikileriyle birlikte Grek-Roma, Fars ve Hind bilim ve felsefeleri üzerinde çok geniş kavrayış sahibiydiler. Onların yapıtlarından yapılan çevirilerle Kuran ve İslamî bilgilerin sentezini yapmışlardır.
İhvan al-Safa’nın algıladığı yönetimi (biçimi) dawlah ahl al-khayr (Hayırlı Halk Devleti)dır. Bu rejimi, akıllı, bilgi ve hikmet sahibi insanlar ile bir din ve inanç üzerinde anlaşmayı uzlaşmayı geliştiren hayır ve erdeme layık rızalık toplumu oluşturacaktı (I, p-131). Bu hayırlı-erdemli ve cömertlik rejimini kuracak olanlar, bilimsellikte olduğu gibi dinsel konularda da bilgindir; peygamberlerin ve velilerin sırlarına ilişkin bilgiye içten yakınlığı vardır ve felsefe konularında ise çok iyi eğitimlidir. (IV, p-198). ‘Temiz Kardeşler’, kendi dinsel inanç, fikir ve bilgilerinin, bütün dinlere ait bilgileri de kapsadığını bildirmekteydi. (IV, p-5).
‘İhvan us Safa ayrıca insanları, kendi miras aldıkları (din) dahil olmak üzere, istisnasız tüm dinlere eleştirel gözle bakmaya çağırmakta. Onlara göre Şeriat, yani dinsel yasalar zahir ve batın, yani açık ve gizli olmak üzere iki yüze sahiptir. Zahir (açık) olan, onun aracılığıyla hasta ruhlarına derman bulan sıradan insanlar içindir ve güçlü zeka ve algılama sahibi insanlar, batıni yüzü oluşturan derin bilim ve felsefeyle kendilerini besler.(IV, p-46).
‘Kardeşler’, tapınmaların iki tip olduğunu söylemektedir: Biri ibadetin Şer’iattaki kurallı biçimi, diğeri ise Kardeşler’in(İkhvan’ın) “ibadat al-falsafiyah al-ilahiyyah” (tanrısal felsefe ibadeti) adını verdikleri tapınmadır. (IV, P-301 vd.). Bu tapınma tipini uygulayanlar, Kuran ayetlerini gerçek anlamını ve onun batıni (esoteric) özünü bilirler. Onlar batın ilminin sahibidirler. Böylece görülmektedir ki, ‘Temiz Kardeşler’ tapınmalarını, son gerçeklik bilimi-ilm al-haqiqah ve yüksek felsefi bilgiler içine yerleşmiş bilimin temel direklerine (al-rasikhun fi’l ‚ilm) uyarlamışlardır. Yine İkhvan as-Safa’ya göre, insan ruhunu özgürleştiren bilim, felsefe ve hikmettir ve onu tanrısal aşamalar içinde daha yüksek duruma uyumlu kılar.
Ses havada iki cismin çarpışmasıyla hemen ortaya çıkar. Her sesin hafifleyip değişen/geçiş sağlayan bir özelliği yani modülasyonu, kalitesi ve ona kendine özgülük veren bir formu/biçimi vardır. Hava sesi bütünüyle işitme duyusuna kadar taşır; o da beynin iç kısmında duran hayal edici merkeze gönderir.Ses oradan hemen akıl merkezine geçer. Sesler kendisini üreten maddelerin niteliklerini korur.
Müzik ve melodi
Müzik bir düzene sokulmuş (kompoze edilmiş) melodilerden yapılır. Melodi notalardan ve ölçülü vuruşlardan düzenlemedir. Notalar ve vuruş ise hareket ve dinlenme/durmalarla (sessizlik, es) yapılır. İnce sesler sıcaktır, kalın sesler soğuktur…
Vuruşların üç kuralı vardır:
1) Sabad: Bir vuruşu bir sessizlik izler; tan, tan, tan gibi.
2) Vatab: İki vuruşu bir sessizlik izler; tanam, tanam, tanam gibi.
3) Fasıla: Üç vurşu bir sessizlik izler; tananam, tananam, tananam gibi
Bu üç eleman şöyle birleştirilir:
Tan tanam (0.00); tanam tan (00.0); tan tananam (0.000); tanam tanam (00.00); tananam tananam (000.000) Ayrıca bu üç eleman içinde 10 formül oluşturulur 2+3+1 (00.000.0), 3+2+1 (000.00.0) vb.
[1] Bu konuda Wilferd Madelung’ın ‘the Succession to Muhammad’ yapıtı ve bu deyimin geniş yorumunu yapan Paris Ecole Pratique des Hautes Etudes’ün Din Bilimleri Bölümü hocalarından Muhammed Ali Amir-Moezzi’nin makalesine bakılabilir; Tarihten Teolojiye İslam İançlarında Hz. Ali, Hazırlayan: Ahmet Yaşar Ocak, TTK, 2005, s.25-52
[2] Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve Aleviliğin Doğuşu, İstanbul, 2005, s.13-29)
[3] Usul-u Kafi, Mütercim: Vahdettin İnce, Cilt: 1, Dar’ul Hikem, İstanbul- 2002
[4] Şii İmamiyenin İnanç Esasları, Çev. Ruhi Fığlalı, Ankara 1978)
[5] REI-Revue des Etudes Islamiques 6, 1932, s.419-481
[6] A.g.e. 437-478
[7] Bazı örnekler için bkz ve karş. Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el Kulayni, çev. Vahdeddin İnce, Usul-ü Kafi Cilt I, s.711,2(1269);s. 666, 7-(1191); s.667, 9 (1193)/ 10 (1194).İ.K.
[8] Mufaddal şöyle rivayet eder: Abu Abdullah’a(İmam Cafer) sordum: “Gölgelerde (Ruhlar âleminde?) iken ne durumdaydınız?” Buyurdu ki: “Ey Mufaddal! Biz Rabbimizin yanındaydık ve bizim dışımızda hiç kimse yoktu. Yemyeşil bir gölge içindeydik. Onu tesbih ediyor, Onu kutsuyor. Onun tekliğini dile getiriyor ve Ona hamd ediyorduk. O sırada ne kendisine yakın olan gözde bir melek, ne de bizden başka herhangi bir canlı vardı.( Usul u-Kâfi s. 666; 7-(1191). İ.K.
[9] Ms. Diez A Oct, Berlin Staatsbibl. Preussischer Kulurbesitz, Tarih:1211
[10] Ms. Esad Efendi 3638, Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul, Tarih: 1287
[11] İhvan us-Safa’ya ilişkin aşağıdaki bilgiler “İslam İmparatorlukları Tarihide İktidar Mücadeleleri ve ALEVİLİĞİN DOĞUŞU” kitabımızdaki ilgili bölümden (s.152-171) özetlenmiştir.