• Aleviliğin ilk yazılı kaynağı Ummu’l Kitab’ın geniş özeti

    Hazırlayan: Dr. İsmail Kaygusuz

    Wlademir İvanow’un 1932’de yazdığı, “ Notes sur l’Ummu’l –Kitab des Ismaeliens de l’Asie Centrale(Orta Asya İsmaililerinin Ummu’l Kitabı Üzerinde Notlar)” (REI-Revue des Etudes Islamiques 6, 1932, s.419-481) makalesinde, baştan 15-16 sayfa içinde kitabı çeşitli yönlerden tanıttıktan sonra 41 sayfalık(s.437-478) bir özet sunmaktadır. Ancak İvanow’un kitap hakkındaki tanıtıcı değerlendirmelerinin bir çoğu bugün kabul görmemekte ve tarihlemesi  de doğru değildir.(Bkz. İsmail Kaygusuz, “İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve ALEVİLİĞİN DOĞUŞU”, İstanbul, 2005, s. 85-94… Bu  makalenin fotokopisini bulup bana gönderen, kendisi istemediği için adını veremediğim ABD Üniversitelerinin birinde Ekonomi Profesörü olarak çalışan değerli dosta çok teşekkür ediyorum.)

    Eski Fars (Pehlevi) dilinde ve 210 tabaka kağıt(folio) kullanılmış bu 10.yüzyıl elyazması yapıtın tamamını Türkçeleştirmeden onu anlatmak ve içeriğini sağlıklı biçimde anlamak kuşkusuz olası değildir. Ancak Fransizca’dan çevirdiğimiz aşağıdaki özet bize genişçe fikir vermektedir; bu kitabın Anadolu’da  yaşayan Aleviliğin, Ortodoks İslama aykırı bir düzüye inanç ögeleri ve dogmalarının kaynağı olduğunu rahatlıkla görebiliriz Kitabın ne zaman  ve nerede yazıldığı sorusuna yanıt olarak giriş bölümünde şu kısa açıklamayı buluyoruz:

    “Bu kitap, Mekke kentinin  Kureyş bin Haşim mahallesinde, Abdu’l- Manaf’ın evinde yazıldı; İmam Bakır’ın kitaplığında bulunuyordu, fakat oradan Jafer Jufi tarafından alındı ve Kufa’ya götürüldü. Harun zamanında (Abbasi Halifesi Harun al-Rashid/786-809) Ali ibn Abdi’l-Azim onu Irak’a, İran’ın kuzeybatı bölgesine taşıdı. Adı geçen aziz kişi ölümü sırasında onu inananlara (muminan) ve onların elçilerine, dai’lerine emanet etti” (folio 4 v.).

    Örneğin,W. İvanow bu bilgilere dayanarak tarihsel değerlendirmeyi şöyle yapmaktadır:

    “Ali İbn Abdi’l-Azim’in Şii büyüklerine ilişkin biyografi kitaplarında adı geçmemekle birlikte, (babası) Abdu’l Azim b. Ali eş-Şehid b. Al-Hasan b. al- Zeyd b. Al-Hasan b. Ali b. Abi Talib’in, hem Umdatu’t-Talib’te (Taşbaskı/tarihsiz, Bombay, s. 77), hem de Bahru’l Ansap (Taşbask., Bombay, 1335, s. 121) kitabında adı geçmekte ve mescid es-Shajara’da türbesi bulunmakta ve Tahran civarındaki Şiiler tarafından  ziyaret edilmekte, büyük saygı görmektedir. Eğer  kitabımızda zikredilen Ali onun oğluysa, olasıdır ki 10.yüzyılın birinci yarısına doğru yaşamıştır. Bu bilgi kitabın yazımı için  terminus post quem’dir, yani bu tarihten sonra yazılmıştır.(s.422-23)

    Oysa aslında  sadece yazmanın Farsça’ya çevrilişinin terminus post quem’i olabilir. Yukarıdaki kısa açıklama çok belirgindir; bu  kitabı, İmam Bakır’ın( ö. 734/5) olduğu kadar İmam  Cafer’in (ö.765)de çok yakın dostu olan Cafer el Cufi, Bakırın kitaplığından alıyor. Zaten kitapta anlatılan mizansen içinde kendisinin de adı geçmektedir. Ayrıca bu hagiografik mizansende öğretmen olarak çocuk İmam’a ders vermeye başlarken, kendisi öğrenci olma durumuna düşen Abdullah ibn Saba’nın, o döneme kadar yaşamış olduğu ve ‘Ali’yi Tanrı, Bakır’ı da  peygamber olarak nitelediğine’  dair  al-Kashi’nin(ö.951)  “Ikhtiyar Ma‘rifat ar-Rijal”ında (vol. 1, s. 323) bilgi bulunmaktadır. Dahası, kitaptaki Cabir b. Abdullah al-Ansari ve İmam Bakır’ın  yakın ilişkisi ve içeriğinde verilen  Ehlibeyt Beşlisinin Tanrısal Nur’dan oluştukları vb.birçok bilgilerin al-Kolayni’nin kitabında İmam Bakır ve İmam Cafer’den, çevresindekilerinin rivayetleriyle aynen anlatıldığını görüyoruz. (Bazı örnekler için bkz ve karş. Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el Kulayni, çev. Vahdeddin İnce, Usul-ü Kafi Cilt I, s.711,2(1269);s. 666, 7-(1191); s.667, 9 (1193)/ 10 (1194) Bunlar gösteriyor ki, İmam Bakır hayattayken hazırlanmış  ve proto-Alevilerin, yani Ortodoks İslamın ve yönetimin gulat (aşırılar, kural ve sınır tanımayan taşkınlar) diye niteledikleri batıni inanç topluluklarının tanıdığı bir kitaptır.  Onu, ölümünden sonra  oğlu İmam Cafer tarafından Kufa’ya  dai göreviyle gizlice gönderilen el-Cufi götürmüştür.

    Bu arada bir başka önemli noktayı belirmekte yarar bulunmaktadır. Ummu’l Kitab”da  dört yazılı kaynağın adı geçmekte ve bunlardan alıntılar yapılmıştır. Ancak bunların hiçbiri günümüze gelmemiş bulunuyor:

    1. İmam Bakır’a ait olduğu söylenen Daka’ik sifati’n-nur wa’l-anfus (Nur Sıfatının ve Anfus’un(Nefisin) İncelikleri(f.2)
    2. İmam Ali’ye atfedilen Kitabu’l-ikhbarat (Haberler ya da Hadisler Kitabı) (f. 162)
    3. Yazarı bilinmeyen Kitabi ma Ahli Beyt (Bizim Ehlibeyt Kitabımız) (f. 7)
    4. Yazarı belirsiz Kitabhayi nihani (Gizli Kitaplar) (f. 206)

    W. İvanow’un Ummu’l Kitab’ın Farsça’dan yaptığı Fransızca Özetin Çevirisi

     Sergilenen bu özette mümkün olduğu kadar, yalnız kitabın asıl ve özgün fikirleri  belirtildi; çok daha önemli olanlar  ise olduğu gibi çevirildi (bu paragraflar tırnak içinde gösterilmiştir). Yapıtın geri kalanı, çok kere ilginç dolaylı söylemler, yani imalar bile, yer darlığından  çok kısa özetler durumunda verildi.

    Kısaca özetlenmiş ya da kasten bırakılmış  pasajlar, yinelemeler, mecazi ve şematik çelişkilerdir. Ayrıca bazı sözcüklerin yazılış düzenlemesine giren harflerin kabbalistik anlamları hakkında yapılan açıklamalar da  belirtilmemiş. Kurgulanmış bu düşüncelerin yalnızca sonuçları verilmiştir.

    Kitap “çerçevesi çizilmiş hikayeler” adını verdiklerimizle, kurgusal yapıtlarda ve Pers folklorunda sıkça bulunanlarla başlıyor. Transkripsiyonu(çeviriyazı) tanınmıyacak kadar (deforme olmuş)bozulmuş kısa bir Arapça Tanrıya ‘hamd ve şükran’ duasından(doxologie) sonra, yazar Farsça açıklama yapmakta (folio 2 v.) ve bize yapıtın içeriğini çok tuhaf bir biçimde sunmaktadır:

    “Bu kitaba Ummu’l Kitab(Ana Kitap) adı verilmektedir, zira o bütün kitapların ve dünyada mevcut tüm bilgi-bilgilendirme-tanıtma  biçiminin aslıdır,  içinde aynısıyla bulunur. Adı Ummu’l Kitab’dır, çünkü onu kim okursa okusun, kısa bir zamanda, diğer hiçbir bilgiye artık gereksinim duymayacak kadar bir düzeyde kendini yetişmiş bulur. Bu yapıta Ruhu’l Kitab da denilir, çünkü o bütün kitapların ruhudur ve onların tüm düşüncelerini içermektedir.vb..”

    Biraz ileride (f.3 ) kitaba, Tanrısal Işık’ın özü açıklaması benzeri Nuru’l-kitab gibi; Wasi’ul makalat(Vasinin sözleri); Sab’ul –mucadalat(güç mücadeleler); Raci’u’d-daracat(yalvarılan dereceler-makamlar); Başru’l-mubaşarat(İlk/başlangıçtaki İnsanlar); Aşara’l –makalat(on(da birlik) sözler); Sabu’u’z-zuhurat(zuhur etme zorluğu); Kitabu’l- macazat(mecazlar kitabı) vb. başka başlıklar da verilir. Bundan hemen sonra  en üst kısımda (f.4 v.),  kitabın Irak’ta ele geçiriliş tarihi ve onun hiç bir düşmana gösterilmemesi öğüdü zikredilmektedir. Şimdi artık asıl metinden sözedelim.

    Giriş f. 6 v.(6.tabaka/sayfa ön ve arkasından)’dan başlıyor: İmam Muhammed Bakır okuma öğrenmesi için (fara azadi) beş yaşındayken okula gönderilmiş. Öğretmeni Abdullah Sabbah ona elif harfini öğretir ve arkasından be harfi üzerine konuşmaya başlar. Birden çocuk der ki, elif’in anlamını derinliğine öğretmeden be’yi okutamazsın. Öğretmeninin onu açıklamaya muktedir olamadığını görerek kendisi bunu yapmaya koyulur.  “Ehlibeyt’in, bizim kitabımız” dediği kitaba göndermeleriyle yapılan açıklamaları tam anlamıyla kabalistik (harflerin gizemleri) ya da mutat düşünceler üslubu içindedir(f. 7-8). Bu açıklamaların üzerlerine kurulmuş olduğu evrenin yaratışıyla ilgili(cosmogoniqes) ve felsefi düşünceler kitabın son bölümlerinde ayrıntılı olarak verilmektedir.

    Abdullah Sabbah  korku içinde,  İmam Bakır’dan be ve te’nin anlamlarını açıklamasını talebeder. Açıklamalar aynı biçem içinde olur; elif mi yoksa be mi birinci gelir? Hakikat içinde birinci olan be harfidir; o Ali’yi bildirir, oysa elif Muhammed’i gösterir. Zahire göre elif  birinci, fakat hakikat içinde, Batın’da be ikincidir. Hemen, hakikat içinde birinci yapanın, müminin (inananın, bağlı olanın) kanıtını- sözünü(nutk) simgeleyen be’nin altındaki nokta olduğu açıklaması gelir( f. 10).

    Soruluyor: Hangisi daha büyüktür, elif mi yoksa deve mi? (1) al-Bakır, deve (cim) aracılığıyla anlatılan ruh ve elif ‘le kastedilen kişilik (şahıs) ile insan varlığında (bulunan) ruhlar arasındaki ilişkiyi açıklar (f. 11-12 v.) Sonra bir çeşit kıyaslamayla aynı harfler, evrenin yaratılışına ilişkin(cosmogonique) düşüncelere göre açıklamaya geçer (f.12 v.-14). Arkasından çocuk İmam (Bakır), aynı mecazi (allegorique)üslup içinde makrokosmos(büyük evren) ve mikrokosmos(küçük evren, insan) arasındaki ilişki üzerinde durur( f.14 v.-19). Abdullah bütün bunları işittikten sonra İmam Bakır’ın önünde secdeye kapanır ve kendisini kaybeder. Kendine geldiği, ayıldığı(nı sandığı) zaman artık İmam Bakır’ın değil, fakat bizzat Peygamber’in  önündedir; hemen sonra aynı durumda Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’i görür (f.19 v.-22). Bütün bunlar ona ışıklardan(nurdan) görüntüler olarak gözükmüştür (2) ve bu görünüm sona erince Bakır’ı yeniden görür. O zaman kendisini “Mekke kentinin orta yerinde” bulur ve oradan bizzat kendisi Mekke, Medine halkına, Arab ve Acem Irakı halklarına, Fars ve Kirman halkına ve de Basralı ve Küfelilere İmam Bakır’ı Tanrı olarak ilan eder(f .22). Bu durum  insanlar arasında kaynaşma uyandırdığından, onları kışkırttığından, Ali Zeynelabidin ve al-Bakır onun cezalandırılmasını emreder (f. 23).

    Bundan sonra İmam Bakır’ın kendi yaşlarındaki arkadaşları  (ham-bal wa hamsal) Cabir İbn Abdullah Ansari,  Cafer Cufi ve Şa’şa’a ibn Şuhan (3) , onun çevresini sararak, Abdullah Sabbah’ın  sadece gerçeği söylediğine güvence vermiş-pekiştirmişler; ama o öldürülüp, cesedi yakılmıştır. Yine de onların (arkadaşların) hepsi aynı düşünce ve inançlarını (seçeneklerini) açıkça itiraf etmeğe-söylemeye hazırdır. İmam Bakır’ın açıklaması, Ulu Tanrı’nın (Maliki Taala) el- Kaim’in kişiliğinde görünüm alanına çıkmadan önce, şeriat döneminin(dawr-i shariat) ve bu altı bin yılı süresince  perdeyi kaldırmanın büyük tehlike (parda bar giriftan az ma) olduğunun altını çizer (f. 23-24).

    O sadece Ali’nin kişiliğinde tanrısal dışavurumu, yani Tanrının kendisini gösterdiği anı (au moment de la manifestation divine en la personne d’Ali); Küfe’de bir minarenin önünde secdeye kapandığını ve ceza olarak onu yeniden yerinden kaldırıp düzeltmediğini anlatır. Böylece Abul Khattab da Ali’nin tanrılığını halka ifşa edince, zamanı gelmeden inancını itirafından ötürü, Ali onun cezalandırılmasını emretmiş ve cesedi yakılmıştır(f.24-25). *

    Hemen arkasından İmam Bakır, Kur’an’dan XIX ,12-13 ayetleri zikreder ve birdenbire Fatima’nın hayaleti duvardan görünür. İmam Bakır’ın üzerine üfler ve bununla çocuğun tanrısallığı kanıtlanır. Bu arada  (daha önce öldürülmüş bulunan) Abdullah açıkça Ali’nin tanrılığını söyler. Oğlu Talib ya da Abu Talib de babasının örneğini izleme ve şehid olma iradesinini-istemini açığa vurur( f.24-26 v.). Burada yazar şu açıklamayı eklemektedir:

    “Suriye’de, Damas eyaletinde (Şam ve Şamat) Fidai ya da Talibi  denilen bu mezheb (madhhab), Talib’in kurduğu ve İsmaili mezhebi de, Cafer Sadık ve İsmail’in evlatlarının sevgisi için hayatlarını veren Abul Khattab’ın evlatları-çocukları tarafından kurulan mezheptir; (4)   o, devirler dönünceye, çağlar geçinceye kadar duracak, hep yaşayacak.. ”(f. 26 v.-27) 

    Burası giriş adı verilebilecek bölümün sonudur; yazar olasılıkla bunu, olasılıkla tarihi dramatize etmek ve aynı şekilde kitapta açıklanan soyut temel fikirleri okuyucuya sunmak için ekledi. Önemsiz-şişirilmiş görünüşteki düşüncelerin (ileri) sürülüşünde, özellikle harflerin anlamı konusunda dikkatli okuyucu, yazarın olayı ileri sürerken o denli ilkel olmadığını görecektir. İşte bu nedenle biz bu Farsça versiyonun, doktrinin-öğretinin halka uygun(halkça sevilen) bir bir sergilemesini, soyut okuma metinlerine alışık olmayanların kullanımına sunmak için özel olarak yazıldığını  düşünüyoruz.

    Yapıtın ana kısmı buradan (f. 27) itibaren, öğrencilerin (müritlerin) sorduğu sorular ve İmam Bakır’ın verdiği yanıtlarla başlamaktadır.

    Soru 1 (f. 27). _ Küfe’de minarenin Ali’nin önünde secdeye varması hikayesinin anlamı nedir?

    Yanıt. _ Tanrısallığın Ali’nin kutsal kişiliğinde görünüm alanına çıkması (zuhuri İlahi dar wilayati Ali) ve onu kabul eden (inanan) bütün yaratıklar iyi ve yararlı(olan)lardır; kabul etmeyenler (inanmıyanlar) kötüler ve zararlılardır.

    “Başlangıçta, Ali’nin kutsal kişiliğinde Tanrının açınımı (mazharı) göklerde gözüktü. Herkes on(a)u kabuletti (inandı) ve o zaman bütün parlak yıldızlar, ay , güneş melekler (malaika)  göründüler. Sonra tanrısal Mazhar(Ali) yüksek yerlerde-tepelerde gözüktü: tasdik eden dağların-tepelerin (qabul kard) tümünü koyun sürüleri, değişik meyva ağaçları veya hastalıkları tedavi eden-her derde deva bitkiler kapladı; pekçok madenler ve değerli taşlarla doldu; onlar yabanıl kuşlar ve hayvanlardan arındı, insanlara yararlı oldular. Kabul etmeyenler ise kayalıklara, yenilmeyen dikenli bitkilerle ve yırtıcı hayvanlar vb.. ile kaplı doruklara dönüştü…”

    Birinci sorunun yanıtı aynı stilde sürmekte ve denizlerden-ırmaklardan, çöllerden, hayvanlardan, madenlerden(jawahir, cevahir) ve şehirlerden  konuşulmaktadır(f. 28-30).

    Soru 2 (f. 30 v.). _ Bismillah  formülünün-söyleminin anlamı? Neden bu Kur’an’da her surenin başına yazılır? Neden onun her işin-eylemin başında tekrarlanması zorunludur?

    Yanıt (f. 30 v.).  _  Bu ifade, “hudutların hududunun çizgisi” (satri ghayatu’l ghayat)üzerindeki Çok Yüce Tanrı tarafından yazıldı.O “bütün yüceliklerin üzerinde”dir ve bu, O’nun kendi üyeleri-organları (jawarihan) yaptığı oniki ve yedilerin kanıtıdır. O  kendisinden yukarıda, bin renkli ışıkla-nurla dolu geniş bir boşluk-uzay olan bir deniz (bahr) yarattı ve onun altında  “Tanrısallık” (ilahiyyat) adını verdiği bir başka deniz yaptı (f. 31). Denizlerin arasına o ölümsüz, yaratılmamış yedi ve oniki  nuru-ışığı yerleştirdi; onlardan kendi görme ve işitme (organlarını) yaptı.

    “Bu iki deniz (darya), Çok Yüce(Tanrının) berzahı ve iki deniz boşluğundan(bahr) (oluşuyordu); onların inci ve mercanları bu krallar(malakan, melikler), bu melekler (malaikatan), bu başkanlar (naqiban, nakipler) ve bu soyu pak olanlar-soylular(najiban, necipler)dı. Ve bir göksel saraydan(diwan) başka birine bağ-asılı duran bu parlak örtüler ve bu kandiller inananların kalblerini birleştirmektedir”(f. 31)

    Bu açıklamayı koşut  bir açıklama izler: insan vucudunun yapısıyla karşılaştırma; örneğin beyin “beyaz(lık) deniz(in)e”(bahru’l-bayza) denk düşer-uyar;  bilinç(li) ruh-can(ruhi natıqa), o beyaz beyin içinde oturan  Çok Yüceliğin(Tanrı’nın) karşılığıdır vb. (f. 32-33). “Tanrının organlarının” on ikisini simgeleyen eller ve parmaklar, “Beyazlık denizi” ile “Sonsuzluk sınırının kubbesi”(qubbai ghayatu’l-azali) arasında yeralır.

    Bu sonuncusu, yani kubbe Yüce Tanrı’ın çadırıdır(chatri Maliki Taala). O (kubbe) başını koruyan ve bin renkli  büyük boşluğun (sifr) “yüce ruh”(ruhu’l-azam)tur. “Tanrı, beyaz denize egemendir ve bu Tanrının Tahtına hükmeder. Onun yukarısında “huriler, saraylar, ışıklar, kandiller, oğlanlar (ghilman) ve yeni doğmuş çocuklar(wildan) bulunur.” (Kur’an, LXXVI, 1-31)

    Hemen arkasından Besmele formülünün kabalistik (harflerin gizemi çerçevesinde)  çözümlemesini (analizini) okuyoruz (f.33-34). Formül halkın inanışından-düşündüğünden çok daha önemlidir; o Tanrı’nın Tahtı (arsh)dır. Bu insanın anlama gücünü ve anlayışını aşan bir gizemdir ve bizzat onların örtüsü (hicab) altında gizlenmiş olan Tanrı’nın yedi ve dokuz seçilmişini(seçkini) simgeleyen bir gizdir. Onlar 28 “pak soylunun”(najiban, necipler) nurları ve hayat-can veren ve onu gökyüzüne ve yer üzerine taşıyan 4 meleğin (chahar malakani jan-dih wa jan sitani as(u)man  wa zamin) (f. 35) nurlarıdır. (5)

    Bu açıklamanın-ifşaatın büyük gizemi üzerinde birkaç uyarıdan sonra, (Besmele) formülünün kısımlarının kabalistik anlamı verilir (f. 35-38 v.).  Çok Yüce Tanrı’nın yedi “organı, üyesi” Muhammed al-Mahmud, Ali al-Ala, Fatima al-Fatir, Hasan al-Ahsan, Hüseyin ar-Rafi’al-Ala, Abdullah al-Ali,  ve Abu Talib al-Atlab’dır(f. 36); bunlar başka  hiçbirşeyin varolmadığı  yukarıdaki yedilerdir. Bin renk ışıktan nurlanan bu “beyaz(lık) deniz(in)de” görünüm alanına çıkarlar,

    Ve diğer oniki nur, onların önünde sıralanmış (barabar saf kashida) Peygamber’in ailesinin(ehli beyt) oniki üyesidir. Onlar eşi ve benzeri olmayan bu sarayın (divan)  sakinleridir. Bu Yediler ve Onikiler yedi meleğin (malaikatan), yani Salman, Mikdad, Abu Zar, Ammar, Abu Hurayra, Abu Candab ve Abu Kumayl’ın örtüsü (hicab) altında gizlenirler. Arkasından beyazlık denizinin 12 nakib’iyle, 28 soylu (najib), iki yetim (yatim) (6)  ve dört yakın melek (malaki mukarrab) anlatılır. Onlar bu  nakib’lerin hicab’ları içerisinde bulunur, fakat gizlidirler. Bu oniki nakib Tanrının sevdikleri, seçtikleri ve beyazlık denizinin muhahafızlarıdır; (7) yani Erkan-i Hakk (arkani Haqq) (8) dörtler ile birlikte  bu sekizler 12 Nakib’dir ve Muhammed’den Abu Talib(Atlab)’a kadar yedi melek Tanrısal Tahtın seçilmişleridir, böylece (hicab’larıyla İ.K.) iki kere yedi, yani ondört seçkin melek eder.

    “Biz oniki nur, Peygamberin  ailesinin(Ehlibeyt) üyeleriyiz; işte, Tanrı tahtı’nın Yedi ve Onikilerinin anlamı ya da anlatımı” bundan ibarettir. Daha yukarıda anlatılan Yedi Nur, zamanın İmamlarının, ve inananların yüzlerine (bar dini mu’minan wa imamani zaman hamigardand) vurur.(9) Onlar yedi ve oniki erdeme (khaslat, haslet) sahiptirler ve eğer aralarından bir teki eksik olsa, insanoğlunun bedeni mükemmel olmaz(f. 38). Bunun arkasından gelen anlatım da  Besmele’yi biçimlendiren harflerin anlamının kabalistik açıklamadır.

    Soru 3 (f. 39) : Yaratıcı yerde midir yoksa gökte midir? Erdemleri ve nitelikleri nelerdir? Nereden ortaya çıktı? Neyi yarattı?

    Bu sorunun yanıtı, kitabın en ilginç kısımlarından  birini oluşturur. Yanıt, bu bilgiyi oluşturan büyük esrar-gizem üzerinde uzunca bir uyarıyla başlamakta:

    “Ya Cabir, diyor al-Bakır, bu soru çok zor, bırak onu, bir yana bırak; zira Yüce Tanrı’yı gizleyen örtüyü kaldırmak iyi birşey olmaz, bu büyük bir  günahtır. Bizzat  onun açınımı, yani görünüm alanına çıkışı (zuhurati) olan hiçbir Peygamber ve Veli asla bu örtüyü kaldırmadı;  ortaya çıkan hiç bir yasa (şeriat)  getirici ya da Veli (hich kitabi wa zuhurati), bu konu hakkında asla herhangibir şey yazmadı…Herkim bu gizemi, onu duymaya-dinlemeye layık olmayan birine anlatacak olursa, aynı anda  onun ruhu bedenini terkedip, dinleyicisinin bedenine geçecektir. Bu, çok büyük felaketin acısı altında açıklanamaz ve sözle anlatılamaz bir sırdır… Onu kağıda yazacağım; Muhammed ve Ali adına, Salman ve Mikdad adına  najib’ler ve nakib’ler  adına senden rica ediyorum onu yalnızca gözle sessizce okuyacaksın ve asla yüksek sesle ezbere okumayacaksın; ona sahibolan inananlar da,  zamansız açıklamayacak biçimde, onu kendileri için okumalıdır”(f. 40 v.)

    “Ve şöyle yazdı(f. 41): Ulu Tanrımız ve Yaratıcımız hem göklerde hem yeryüzündedir. Yani o, bazan yüce Sarayında (Diwanha’i  bala) ve bazan da zamanın imamlar ı(imamani zamani) ve inananların örtüsünün mikrokosmosu (küçükevren) içindedir.

    “Başlangıçta, ne gökler ne yer ne de yaratılmış şeyler varken, Beş Ebedi Nur (panj nuri qadim) gökkuşağında(birleşmiş) biraraya gelmiş beş farklı renge benzemekteydi.  Onların  ışınlarından  bir ışık boşluğu(havası), tıpkı güneşten çıkan ışık gibi yayılıyordu (hawai mamandi aftab). Şimdi yer, ve gökleri işgal eden herşey o dönemde bu yoğunluksuz(latif) havayla-boşlukla kaplıydı ve Beş Nur orada durmaktaydı (ba-sar istadand). Onlar arasında kesintisiz son Hudud’un Nur’u (nuri ghayatu’l ghayat), nurdan bir Kişi (shahsi nurani) biçiminde görünüyor(zuhur kard) ve onun bu Beş Nur’u, işitme, görme, tad alma ve  konuşma(nutk)  organlarını biçimlendiriyordu. Bu Beş Nur,  insan biçim görünümündeki Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’di ve onlar başka birşeyden yaratılmadılar (az hich chiz payda na-budand). [1] ‘De ki, O Tanrıdır. Benzeri yoktur ve Tanrı ebedidir-sonsuzdur. O doğmadı ve doğurmadı; hiçbir şey ona benzemez’(Kur’an CXII, 1-4). Tanrısal Tahtın üstünden bu Beş Nur, beş organ olarak inananların kafalarının üzerine taşındılar (ba-sari mu’minani mi-gardand).”

    “Bilinçli ya da Konuşan ruh (Ruh-i natıq) da onların arasındadır (bar miyan nishasta) ve en yukarılardan yükseklerden en aşağılara uzanan hudutlarıyla Evreni yaratan, herşeyde-bütün cisimlerde  ve bütün isimlerin önünde zuhur eden(ba-har  nami wa jismi zuhur kard) gerçek Tanrı odur.”

    “Bu, onun Tanrısal özündeki-cevherindeki Ruhtur (ba-ilahiyyat); onun nurdan-ışıktan biçimlenmesi (ba-nuraniyyat) ise Güneştir; ruhlar dünyası içinde o biliçli/konuşan ruhtur-candır(natıqa) ki, bu beyaz denizi tam orta yerinde ‘oturur’; o inananın beynidir, o şimşek, bulut kümesi ve ayın rengine sahiptir (f. 42 v.). Tanrı kişiliğinin(shahsi) görünüşü-görüntüsü(mu’ayana) işte böyledir.”

    “Onun sağ eli, herşeyi alan-tutan  koruma ruhudur(Ruhu’l-hifz) ve güneşin rengindedir. Sol eli, bütün ruhların uzunluğu ve sonu ve sonralığı ile igilenen Ruhu’l-fikr, düşünce ruhudur ve mor renktedir. Tanrının başı, bin rengin parladığı Ruhu’l-azam, yani yücelik-ululuk ruhudur. Onun üstünde, ne yeryüzünde ne de gökte hiçbir şey yoktur.”

    Ayni şekilde(f. 43), kristal renkli (buluri safid) Ruhu’l-akbar, yani Büyük Ruh;  alev sarısı ve lal taşı parlak kırmızısına sahibolan Ruhu’l- akl, yani akıl Ruhu vardır; “bu  iki Ruh göklere ve yeryüzüne yayılır, bu yaşamın da gelecek yaşamın da içine saçılmıştır”. Tanrının iki kulağı “Tanrının parlaklığı (ya da gürleyişi) ve sonsuzluğunun ögesi/doğasıdır”(mazaji ghayati wa tabishi ilahi). Onlar canlı varlıkların sesini duyar, onları bütün göklerin(küreler/kubbelerin) ve yerlerin (sarayların)  bu ruhuna taşır (har diwan wa dargah). Tanrının iki burun deliğinden (f. 44) biri bilim-bilgi  ruhudur (Ruhu’l ilm) ve akik kırmızısı, diğeri Ruhu’l Jabarut, büyüklük ruhu  portakal rengindedir (zangar-rang). Tanrının dili, Ruhu’l Kuds, yakut kırmızısı renginde Vilayet ruhu’dur; bütün şeyleri(eşyayı) yaratan odur ve böylece hemen sonra kalb, iki ayak ve sekiz biçimde(hasht chihra) ya da jawahir vb.olarak zuhur eden/görünüm alanına çıkan Beş Nur’un biçim verdiği  Tanrı Tahtı konusunda (tanımlar sürer).

    Soru 4 (f. 46 v.). _ Tanrının ne nitelikleri ne de sıfatları olduğunu ileri sürerek sapmış olan değişik insanların açıklamaları ne anlama geliyor?

    Tanrı İblis’e-Şeytan’a gözükür: O, ‘Sen bizim Tanrımız değilsin; Gerçek Tanrı (Khuda) vardır ve o göktedir, benzeri yoktur’(f. 47 v.) Bu Kur’an’ın “De ki, Tanrı birdir…”ile başlayan surenin(CXII) açıklamasıdır. “Fakat bizim konuştuğumuz Tanrı sadece Bir değil, tinsel biçim altında Ruh’tur ve de Nur-Işık dünyasında (ba-nuraniyyat) Güneş’tir, zira güneş Tanrı’dan gelir (ki u az Khuda’st).(10) Nur, insanın beyni olan Tanrı tahtına  kadar bir diğer gökten (diwan) gelen nur ile birleşir, o bir bağ bir yol gibidir ve (bedenden) ruh ve ışık kaybolup, Gerçeklik (Tanrısal?) madenine dönerlerken, onlar  yeniden bir bedene dönüş yaparlar.”(f. 48)

    Gördüğümüz gibi bunlar soruya yanıt değil; (11) bu yer ya kayboldu ya da yazar İblis’in öyküsünün özetlendiği(f. 74 v.-75) yapıtın başka yerlerine tam bir anlatı olarak koymayı seçti.

    Soru 5 (f. 48 ). _Göksel saraylarda ya da Divan’larda bulunanlar ve sakinleri(?)

    Orada bulunan Nurların ve Tanrının göksel sarayları-divanlarının onlarla ilişkisi vardır. “Sonsuzluğun son sınırında, beyazlık denizini yukarısında bir perde(parda’i ghayatu’ l-(ghayati)-azali)  bulununur ve Yüce Tanrının  kişiliği ve aynı şekilde Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin ( Abullah al-Ali ve Abu Talip al-Atlab’la birlikte) bu göksel sarayların üyelerini oluştururlar. Bu beş melekten gelen beş nur beyazlık denizinin kısımları olur; Cennetin ağaçları, onların dalları ve yaprakları gibi Tanrı’nın gözkamaştıran parlak nurundan (nuri tabishi ilahi) meydana gelmişlerdir.(12)

    “Ve Tanrısallığın simgesi olan arslan, burak ve beyaz şahin(doğan), yüce Huma (devlet kuşu) ve Düldül bu ağaçların tepesinde Tanrıyı zikrederek, hamd ve sena ederek oturmaktadır”…

    “Burak Muhammed’in nurundan, Düldül Ali’nin nurundan, arslan Fatima’nın nurundan, şahin Hasan’ın ve hüma da Hüseyin’in nurundan yaratılmış, meydana gelmişlerdir.”

    “ Beyaz(lık) deniz(i) onların varlığı ile güzelleşir; orası diğer saraylardan (diwan) bir çok kere(kat) daha fazla büyüktür…”

    “Ve yetiştirilmiş Düldül, inananlara Tanrı’ya nakib’lere ve nacib’lere giden giden yolu gösterir; Burak’ın nuru bu yedi meleğin üzerinde  parıldar; arslan ve şahin Tanrının gözkamaştırıcı parlaklığı ve nurunda meydana gelmiş yüz bin kanadını çırpar ve bu nurdan ve şimşekten kubbeyi (sarayı) doldurur.”

    “Hüma(devlet kuşu) kanatlarının gölgesini nakib’lerin ve nacib’lerin üzerine örter-yayar. Ve yaşam suyunun (ab-ı hayat) seli oraya akar ve ‘geniş gölge ve su yayılır’(Kur’an XVI, 29-30)”(f. 50)

    “Bu beyaz kubbenin (13) altında yakut kırmızısında bir perde bulunur ve orada Tuba ağacının beş dalından çıkmış beş kişi görünür(f. 50 v.), aynı çekilde bu beyaz saray içinde, öncekindeki gibi, herşey ezeli ve ebedidir. Bir gökkuşağı gibi birleşmiş 124 bin renkli nur beyaz(lık) deniz(i) tarafından üretilmiştir ve 124 bin beyaz nur (halinde) bu yakut taşı rengindeki perdenin (hijab) altına inerler.”

    “Yüce Tanrı (f. 51), bu saraylar (diwan) içinde büyük sayıda nur, ruh, ay ve güneş ışıkları ve ışıktan ağaçlar yarattı. O, bu perdenin (hicab) altında, alevden/yalımdan bir diğer örtü serdi ve bu örtünün/perdenin içinde, yakut renkli perdeden dışarı çıkmış olan beş şahıs zuhur etti. Bunlar Cibril-Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail ve Surafil idi ve orada (f. 51 v.) yine yakut kırmızısı perdeden  inip gelen 124 bin nur(kandil) göründü…Bu nurların hepsi onların alev rengini alırlar ve yalıma benzeyen bu deniz, beyaz kristal üzerine ışık yayan bir ateş gibidir. Onun güzelliği ve gözkamaştırıcı parlaklığı açıklanamaz; bu sarayda o kadar nur ve ruh var ki tanımını yapmak, betimlemek olanaksızdır”

    Öncekinden portakal rengi bir perde/örtüyle ayrılmış olan dördüncü küre-göksel saray, aynı plan üzerinde kuruludur Beş Ebedi Nurun  görüntüleri burada, “beş pırıl pırıl yüz” (panj surati nigarin) biçiminde ortaya çıkmaktadır. Onlar, insanoğulları tarafından akıl-us(akl), düşünce (nafs), anlayış-kavrayış (fath?fahm), dikkat(jadd) ve hayal-kurgu (khayal) adlarıyla çağrılan meleklerdir.(14)

    Beşinci küre, yani göksel saray (f. 52 v.) zümrüt yeşili örtünün altında bulunur. Aynı şekilde beş büyük nur (panj nuri buzurg) orada görünür, fakat onların adları verilmemektedir. Bu göksel saray, çok güzel şarkılarıyla Tanrıyı öven (meth ü sena eden) kuşlar ve muhteşem nurlarla doludur. Altıncı  küre (f. 53) menekşe rengindedir ve güzel kokular,  akan çaylarçaylar ve nurla doludur. Burası cennet,  Jannatu’l Firdaws’dir. Bu görünüm içinde adı verilmeyen  beş büyük nur ve  huri adı verilenler ise köşklerde otururlar.

    Cennetin ırmakları söz(nutq), bilim(ilm) vb.kavramları simgeler(f. 53 v.-54).Yedinci göksel küre (f. 54) güneş ışığı rengindeki diwan’dır. Buradaki beş nurun adları  verilmemiştir. “Bu diwan  tanrısal nur denizi gibidir ve 124 bin güneş bu denizde devinim içindedir-hareket halindedir; onların ışığı-nuru aşağıdaki bizim dünyamıza ulaşır-çarpar.

    Sekizinci perde (f. 55) ay ışığı rengindedir; göksel saray aylarla doludur ve beş büyük nur Bihisht’in, yani cennetin  Ridwan’lar, yani kapıcısı meleklerdir.

    “Ay ışığı rengindeki bu çadırın altında olan dokuzuncu diwan (f. 55 v.) lazuli taşının laciverd rengindedir; “o beş nurdan Huma” görünüme çıkar. Bu yıldızlar  ve bu gezegenler bütün haclarını onun çevresinde  tamamlar ve 124 bin nur  o mavi perdelerden gelip peygamberlerin,  velilerin ve wasilerin kalbine  girerek bu dünyada gözükürler. Bu nurlar aracılığıyla kalpler öylesine  parlar-aydınlanır ki, onlara perdeler kalkar ve öylesine erk sahibi olurlar ki, arzu ettikleri herşeyi elde ederler.”“Tanrı o zamanın İmamının (İmamani zaman) kalblerinde bulunan nurdur, zira son sınırın kubbesi, böylece bir göksel saraydan diğerine bağlanır ve mavi kubbenin beyninden (maghz) o, yaşamın bilinç-vicdan ruhuyla(ruhu’l hayati natiqa) bağ kurar. Beyin (maghz) aracılığıyla atarak, kalbin üzerine bir gölge yayar.”

    “Yer kalptir ve Tanrı kalple birleşen nurdur; bu biliçli/düşünen ruh, Yüce Tanrının ve bu nurun bir kanıtıdır. O arzu ederse kalbe inebilir ve istemezse, son sınırdaki kubbe içinde Yüce Tanrının şemsiyes altına geri dönebilir”

    “Beş nur mavi kubbeyi düşünen ruhla birbirine bağlar; onların adları sırasıyla mecazi hudud yapısı (mazaji ghayati), tanrısal soluk(damishi ilahi), güneşin gözkamaştırıcı parıltısı (tabishi khurshidi), Tanrıyla birleşme/buluşma (waslati izadi) ve inananın bakışı(nigahi mu’mini)dır. Bu dünyada  ol(uş)an beşli kümelerin tamamı, gölgeleri asla yere düşmeyen o beş Nur, Muhammed,  Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’den meydana gelir.”(f. 57)

    Ayrıca yazar, insan vücudunun, özellikle kalbin çeşitli kısımları ve zihnin çeşitli fiziksel fakültelerinden başka birşey olmadığı görülen o farklı ‘ruhlar’ arasında kurulan bağı sergilemektedir. Yazarın, kalbin “su hanesi, temiz hava hanesi, temiz kan ve kirli kan haneleri” (khana’i ab, khana’i badi pak, khana’i khuni saf,  khana’i khunaba ) gibi dört bölümlük düzenini tanıdığını görmek çok dikkat çekicidir., Hepsi birer nur olan  bu ruhlar da zincirlere asılı kandiller olarak sunulmaktadır.   Dünyanın  Beş Nurdan yoksunluğu asla olamaz ve dipsiz derinliklerden, uçurumlardan doruklara hiçbir şey onlardan gelen esinden( wahy) yoksun değildir.

    Soru 6 (f. 60) : Tanrı bu gök küreleri(sarayları) ve sonsuz boşlukları (uzayı) nasıl yarattı, o bu ruhları neden yarattı veya yaratılışın sebebi neydi?

    “Tanrı, tamamıyla öncesiz-sonrasızdır(javid, cavid) ve bütün başlangıçların başlangıcıdır; Onun ve onlara geçerek, kitabın başında açıklandığı gibi, kendilerinde görünüm alanına çıktığı Beş Seçilmiş’in dışında hiçbir şey mevcut değildi.”

    “Şimdi varolan yerler ve gökler, o dönemde sadece  saf,  ince ve ruhsal havadan ibaretti. O zaman, her an nüans değiştirerek 124 bin değişik renkli ışıklardan, öncesiz ve sonrasızlığın en son sınırının(ghayatu’l-ghayati)  sarayı(diwan) içinde varlıkları tanrısal açınımda(görünümde) olan ‘seçilmişler arasından seçilmiş’(khassu’l –khass, haslar hası)) bu Beşler ortaya çıktı.”

    Bu seçilmişler, bir gözkırpma anının son sınırındaki kubbe içinde bulunurlar(f. 61).   Tanrı, hiç yokluktan varoluşa geçirdiği (yoktan yarattığı) bu kubbe içinde özel ışıklar, mumlar ve ışık saçan 100 bin kandil de varetti. “Saatin-vaktin gelişi sadece bir gözkırpma anıdır…”(Kur’an XVI, 79).

    “Ne melekler ve ne de diğer yaratıklar O’nun sıfatlarını ve O’nun yüceliğini tanıyamaz; denizler mürekkebe, ağaçlar kalemlere ve yedi gök parşömene dönüşse de, bütün ruhsal ve ışıksal varlıklar, cinler yazmaya başlasalardı,  öncesi ve sonrasız sonsuzluğun son sınırındaki kubbenin  gerçek ünü ve övgülerinin binde bir kısmını yazmayı tamamlayamadan yokolup giderlerdi”(f. 61 v.).

    “O zaman Tanrı sağ ve sol yana birer (kez seslendi) çağrı yaptı ve bu çağrılardan(sesler) nurlar oldu ve bütün ruhlar ve sayısız ruhsal varlıklar bu nurlardan meydana geldi; başlangıçta  onların hepsi yedi renkli idiler ve o renklerin herbiri bin nüans (renk ayrıntısına) sahip bulunuyordu” (f. 61).

    “Onların her söylem ve devinimlerinden(band-ghusha) nurları ışıldıyordu, tıpkı yıldızların parıltısı gibi. Ve aynı bizim tırnaklarımız parladığı biçimde, onların tırnaklarından ay ve güneş ışıkları yayılıyordu. Onlar altı topluluk (guruh) olarak düzenlendi ve her topluluğun bir yolgöstericisi ya da başkanı vardı. Birincisinin adı  Azazil idi ve İkincisi, Üçüncüsü vd.bulunuyordu…Yüce Tanrı, Azazil’e biraz (yaratma) nuru ödünç(arriyat) vermişti(f. 62 v.) ve bu nurun yardımıyla Azazil  kendisine benzer ruhlar yaratmayı sürdürüyordu; tıpkı Tanrı’nın yaratılış çağrısı-haykırışı (awazi afarinshi) yaptığı gibi, o da buna öykünerek, bir yaratma çığlığı attı. Bel(ir)li bir zamanın ucunda Azazil’in bu avazından doğan ruhlar ve ruhsal varlıklar o kadar çoğaldı ki, Tanrı’dan başka hiçbir kimse onların sayısını bilmiyordu”.

    “ O zaman Yüce Tanrı Azazil’e, ‘söyle bana sen kimsin ben kimim? Ve bütün bu ruhlar ve cevherler nedir?’diye sordu. Azazil şu yanıdı verdi: ‘Sen bir Tanrısın ve ben de bir Tanrıyım. Bütün bu ruhlar senin ve benim yaratıklarımdır’. Tanrı  buna karşılık, ‘burada iki Tanrı varolamaz’ dedi; sen de,  bütün bu ruhlar da benim tarafımdan yaratıldı”. ‘Gerçekte ben ölümlüleri topraktan yarattım”(Kur’an XXXVIII, 71) (15)“Azazil hemen, ‘ benim yaratıkların Seninkilerinden kat kat fazla, diye yanıtladı; çünkü ben ruhları çifter yarattım ve sen Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun!’.Bunun üzerine Tanrı şöyle konuşuyor: ‘Senin ürettiğin bu yaratıklar da tarafımdan yaratıldı(f. 63 v.). Şimdi senden o ödüncü (arriyat) geri alacağım, şimdi ne yapacaksın?’ Ve Tanrı, onun yardımıyla yaratıcı olduğu bu nuru Azazil’den geri aldı, ondan bu mavi kubbeden bin kez daha büyük olan Beyazlık denizi kubbesini yarattı.”

    Yazar bu göksel sarayın yukarıda daha önce verdiğimiz tanımlamasını, bütün nurları, efsanevi ağaçları ve hayvanlarıyla birlikte yinelemektedir. Sonra Tanrı Azazil’den bunun gibi bir göksel saray yaratmasını ister, fakat o bunu yapamaz.

    “Ve ozaman Tanrı diğer varlıklardan yaratmayı arzu etti. Aynı biçimde önceki gibi, önüne ve arkasına doğru birer (avaz saldı) çağrı yaptı… Ruhların altı derecesi-durağı(menazil) ortaya çıktı; bunlar öncekilerden daha duru ve daha güzel, inci ve mercan, cevahir ve zümrütle-renkleriyle bezenmiştir; nurdan vücutlarının herbir eklemi pırıl pırıl ediyordu” (f. 64).

    Tanrı tapınmalarda okunan Allahu ekber ve besmele benzeri formülleri söyler(f. 65 v.). Bu menzillerin (menazil)  başkanı Salman, saygı ve itaatını (methü senasını) öyle dile getirerek bu formülleri yineler(f. 66).

    Orada çağrıldığı gibi Salmanu’l kudret, bir sonraki topluluğun (guruh) başkanı Mikdadu’l kebir aynısını yapar(f. 66 v.); arkasından Abu Zarr’ın sırası gelir, ondan sonra da nakipler, necipler adını alan diğer topluluklar ve ayaklananlar savaşçılardan (mu’taridan) sonuncular (f. 68 v.). Oradakilerin hepsi, Tanrının ve onun dawar’ı yani veziri ya da sırdaşı Salman’ın  güç ve yetkisini tanımaya kesin söz (iqrari qati, katı ikrar) verirler.

    “Ondan sonra  Tanrı,  Azazil’e Salman’ın önünde secde etmesini buyurdu, fakat o ve yandaşları bunu reddettiler (f. 69). Böylece altı inançsızlar birliği (manazili kafiran) Salman’a saldırdılar ve büyük bir savaş oldu; sonunda onlar Salman’ı yendiler(fakhri miyawurdand bar way) (f. 69 v.).”

    Ancak o zaman Tanrı’nın kendisi araya girer ve Salman’a, yaratılışından beri  sahiboldukları yedi nurdan biri ve  ondan sonra alev renkli olan isyancı ruhları yakut renklerinden soymasını  buyurur. Salman onu yapar ve bildirilen reklerden iki hicab(örtü, perde) yaratır; onların altına isyancıları hapseder (f. 70 v.), böylece sonsuzluğun son sınırındaki nurdan kubbeyi onlardan gizlemiş olur.

    Bin yıl sonra Tanrı Salman’ın biçimiyle (az hijabi Salman zuhur kard) onların karşısında gözükür. Bütün seçkinler, inanmışlar, yani nakibler, nacipler ve isyancılarla (mu’taridan) birliktedir. Tanr Salman’ın görünümünde  tanrısal iradenin tanınmasını yeniden ister, fakat öbürleri yeniden başkaldırırlar ve birlikleriyle Salman’a saldırırlar (f. 71 v.).

    “Salman tarafından onların kırmızı akik renkli nuru kaldırılınca teslim oldular. Çünkü ondan uygun bir perde yaratmıştı. Onu ayaklarının altına sererek, onları kendilerinin altında bulunan göksel sarayın/kürenin içine fırlattı. Aynı olaylar peşpeşe binlerce yinelendi, fakat Şeytan Tanrı’yı, tanrı olarak tanımamakta  direndi ve gerçek herşeyden üstün Tanrının, Ulu Tanrı’dan farklı olduğunu teyit etti” (f. 71 v.-74 v.).

    Şimdi burada artık (f. 74 v.-75 v.) Kuran’ın 112.Suresi “De ki; Tanrı tektir, eşsizdir, daimdir/sameddir. O doğmamış doğurulmamış ve hiç bir dengi yoktur”un anlamını açıklar. Bu ayetler içinde gönderme yapılan gerçek kişilikler (mawud), daha yukarıda zikredilen  ulular, yani Muhammed, Ali, Fatima , Hasan ve Hüseyin’dir. Onlar inananların yüzleri(ni çevirdiği) üzerine kapandığı, yani secde ettikleri kıblegahlarıdır (qıbla-gahi muminan and , ya’ni bar dini muminan mi grand).

    Zahirin-Şeriatın bilginleri(alimani zahir) bu surenin boş bir açıklamasını (ma’dum) yaparlar ve onların örümcek ağına benzeyen ortaya çıkışları(zuhuratı ankabuti), bir saçmalıklar dokusu-kumaşı oluşturur ; “Kitapta okuduğumuz gibi, Tanrının yerde olsun,  gökte olsun mevcut bulunmadığı yer yoktur”.

    “ O(Tanrı) doğurmadı ve doğurulmadı” ayetindeki söylem, O’nun insanoğlu gibi dölleyip doğurmadığı anlamına gelir, ancak herşeyi su ve balçıktan yaratmadığını demek istemiyor.(Öyleki burada  bir noktaya kadar  4.soru tamamlanıyor) Yazar  bundan sonra yaratılış öyküsünü özetlemektedir (f. 76). (16)

    İşte böylece, bütü isyancı ruhlar(inançsızlar) derece derece, biri dışında onların bütün renkli ışık-nurları geri alınır (f. 76-81).

    “Bininci yılın sonunda Ulu Tanrı, Salman’ın  örtüsü (hijab) altında, bütün kullarıyla birlikte bir daha göründü. O isyancı ruhların(inançsızların) ortasında  birden Salman’da  zuhur oldu (etti) ve dedi:

    ‘Ben sizin Tanrınızım; her küre-göksel saray içinde size bana inanmanızı buyurdum; ‘Sizin Rabbiniz olan Tanrı,  babalarınız ve eski atalarınızın da Tanrısıdır’(Kur’an, XXXVII, 126). Benim Tanrılığımı kabul ediniz ve siz, bu saraydan daha aşağılara düşmeyiniz; altı renginizi geri çektim, sadece tek renk kaldı. Onu da kaldırırsam, en yüksekten  en aşağılara düşeceksiniz. İnananların emiri (Amiru’l- muminin) Ali’nin şu cümle ile anlattığı gibi, ‘Büyük Salman’dan (Salmanu’l-kabir), Küçük Salman  (Salmanu’l-asghar) adıyla bir ruh çıktı ve hemen anında Tanrıya itaat etti, buyruğuna uydu…” (f. 82).

    Salman’ı bütün inanan ruhlar destekler, fakat inançsızlar yeniden başkaldırır ve son renklerini de yitirirler. Ancak görülmektedir ki Şeytan, bu ilkel yaratıcılığın son renk nurunun bir kısmını saklamış ve inançsızlık, canilik, itaatsizlik, yalancılık, dünyasal tutkular vb.gibi ruhlar yaratmaya devam eder
    (f. 83 v.).

    Yazar f. 83’te 7 göksel sarayın/kürenin(diwan) ilahiyyat(Tanrılık, tanrısal bilgiler), malakutiyyat(meleklere ait,meleklik) rububiyyat(Efendilik,sahiplik), jabarutiyyat (ululuk,yücelik), lahutiyyat(tanrısal nitelikler-sıfatlar) , nuraniyyat ve ruhaniyyat adlarıyla ruhsal tanımını verir. F. 84’te de ise asıl-büyük peygamberlerin farklı dönemlerde(dawr) Satan’ın taşıdığı adları verir: İlahiyyat döneminde Haris adında bir kişinin görünümünde Azazil ; Adem zamanında Ahriman;  Nuh ve Davud’un döneminde Sawwa; İbrahim zamanında Nemrud; Musa zamanında Firavun; İsa zamanında Sihr(?) ya da Ashiyuq(?); Muhammed zamanında Abu Cahil; arada sırada da Şeytan denir, ama bütün bu isimler o lanetliyi tanımlamaktadır.

    Soru 7 (f. 84 v.). _ Kur’an’ın XXXIII, 72.ayetinde ifade edilen, “gerçekte, biz iman emanetini göklere, yere ve dağlara önerdik, ama onlar  görevden kaçındılar ve bu sorumluluğun önünden geri çekildiler. Onu insana yükledik, o a cahil ve zalimdir” ne alama geliyor?

    Burada maddi dünyanın yaratılışı işlenmekte  ve kitabın en ilginç  kısımlarından biridir(f. 85).

    “ İnananların emiri Ali, İlahiyyat dönemindeki(ba-maqam) zuhuru anında Salman, Abu Zer vb.nin temsil ettiği gökler, yer olarak nakibler ve dağlar olan nacibler ve isyancıların (mu’taridan, ki bu sözcükle insanoğulları anlaşılır) bir kesimiyle birlikte onu kabul ettiler. Fakat o inançsız ruhlar ve onların başkanı Şeytan itaat ve kabul etmedi. İşte bunun için, asla barış ve sükunetin (rastagari) olmadığı dünya olarak yırtıcı hayvanlarıyla birlikte bütün tepeler/doruklar böylesine çorak ve kayalıktır”.
    Yüce Tanrı Salmanu’l Kudret’e buyurdu (f. 86):

    “Sen benim kapım/eşiğimsin(bab), sen benim kitabım, tanrısal  sözüm olan Kuran’sın, bütün bu göklerde-göksel saraylarda, ucu bucağı bulunmayan boşluklar içinde ve hicablar yani örtüler altındaki sağ elim; sen benim Elçim, sen benim Tahtımsın. Ben senin Tanrın ve sen emanetimi (amanat) saklayan  kimsesin; benim ruhum senin hicabın ile ve senin yanında tezahür eder(görünüm alanına çıkar), ben senin Tanrınım (az janibi tu man Khudawandi tu am). Yer ve gök sultanlığını senin ellerine bırakıyorum; ben senin Tanrın, sen de bütün yer ve göklerin.”

    Sonra  Salman’a isyancı ruhları yeryüzüne organik madde olarak nakletmesini buyurur. İkinci sıradaki  veliler olan Mikdad ve diğerlerinden aynı şekilde yedi iklim (bölgesi), 28 “ada, ülke”(jazira) vb. yaratmalarını söyler(f. 87). Salman inançsızlar üzerine doğru öyle bir kuvvetli bağırır ki,  “altından yapılma yüzbin leğenin yere düştüğü zannedilirdi”(f. 67 v.).(17) Onlardan tüm nuru ve ruhu kaldırır. Öyle ki bütün itaatsiz ruhlar kendi su ve kilden-topraktan özgün durumlarına  dönerler (f. 88).

    Hemen sonra  bilinen düzenleri içinde, Zang, Hindistan, Türkistan, Çin, Horasan Mısır ve  İklimi Haftum (bunun hangi ülke olduğu söylenmiyor) (18)  iklim(bölge)lerin yaratılması öyküsü gelir. Aynı şekilde oniki nakib ise şu oniki ülkeyi (kishwar) yaratır: Sind, Hind, Tibet, Berber, Rus, Habeş, Hazar, Türkistan, Bahreyn, Kuhistan, Armina(Ermenistan), Fars, Mağrib, Askalan (Isqlab/Slav?) ve Rum. 28 nacib de  28 jazire’yi( ada ); yani Hind, Sind, Serendip(Seylan), İskenderiye, Konstantiniyya(İstanbul), Barkyus(?), Fergana, Andijan(?), Savad (Güney Mezopotamya), Mahin, Barka, Grek Adaları, Gilan, Afrika, Askalan (Isklab), Nasıbin (Nusaybin) Malatiya (Malatya), Su’ud(Soghdiyan?), Antakiya(Antakya), Tartus (Tarsus), Kish, Umman, Kark ve Maskat’ı yaratır. Sonra yine adı verilmeyen yedi büyük deniz yaratılır. Bütün madenler su vb. oradakilerden geriye kalanlar ya da oradakilerin kalıntıları (ikhlatha)tarafından  biçimlendirilir (f. 89 v.-90). Bu madenlerle ilgili kısımdan sonra, yağmurun doğasına ilişkin küçük bir meteorolojik kısım daha var ki o, Tanrıya karşı başkaldıranlar için bir ceza olarak açıklanır (f.90-92) :“Böylece O bütün bu renkler dünyasını ortadan kaldırdı ve bir süre boyunca ne ışık-aydınlık ne de karanlık vardı; bu dünya üzerinde  ‘ne isim ne de ruh’ bulunuyordu; kupkuru ve pürtüklerle(jushida) doluydu (f. 92 v.).O zaman Tanrı, Malakut (meleklik) döneminde  baş kaldıran  bu isyancı ruhlardan belirli sayıda yeryüzüne gönderdi ve bunlarla  dünyada hayatı başlatmış gibi oldu. Toprak yeniden canlandı ve bitkiler üretmeye (urwar wa nabatat) başladı. Ama bunlar Azazil’in çağrışıyla ortaya çıkan lanetli yaratıklardı. Böylece bitki ruhu (ruhi namiya) bütün yeryüzünü kapladı. Ulu Tanrı, Azazil’e ait olan özü-cevheri kaldırmayı ve onu kırmızı, siyah, beyaz, yeşil(kabud), mor, mavi(nilgün) ve sarı olarak yeniden yedi renkli göstermeyi gerekli gördü. Oradan bulutları çağırdı ve onlardan çaylara ve ırmaklara su taşıttı; bununla, (kurak) toprağı ıslak ve nemli durumda tutmayı sağladı. Ruhsal dünyada buharlar ise, Tanrının bu işle görevli kıldığı işte  o meleklerdi(firishta).”

    “Fakat gerçekte, hayvanlar, bitkiler ve bedensel kalıplar (kalbud), Ahriman’ın kilden yaptığı çanağından (kandu) çıkmıştır. Ve şimdi aynı Ahriman, yani Şeytan, Tanrının buyruğuyla  kendi yaratıklarını beslemek için (ruz’i afaridagani khwish mı- rasanad) bulutlar ve gökgürültüsü ve yıldırımlarla (güçlendirilmiş) görünüyordu.”

    “Bazı kişiler, Ulu tanrının buyruğuyla bulutların geldiğini  söylerler. Bu doğrudur, zira ruhsal biçimde gökküre içine gelmiş olan tanrısal nur zerresi gerçekten Tanrının buyruğuyla oluyordu. Fakat bulut Azazil cevherindendir; eğer öyle olmasaydı, ay ve güneş kararmazdı. Gerçekte onlar da, bu iki daha yüksek göksel sarayın(diwan) emriyle olur.”“Şeytan aynı şekilde, kötülük düşüncesi, şehvet, tereddüt ve kuşku biçiminde mikrokosmosun(insanın) içinde kendini gösterir; orada inanç ruhunun(ruhu’l iman) ve kalbler ruhuna(ruhu’l – qulub) ait Akıl güneşinin parlaklığını karartır… (f. 94)”

    Şimdi artık yazar makrokosmosun parçası olarak insanın yaratılış zamanına artık gelmiş bulunuyor: “Bulutlar serinletmeye ve nemlendirmeye başlayınca dünya, çok sayıda bitkiler üreterek  yeşil ve sarı renklere büründü… Ancak onları yiyecek ve kendilerine gelişme, büyüme gücü (quwwati namiya)  vereceği hiç kimse yoktu. Tanrıya başkaldıran öz (gawhar) bitkilerden çıktı ve içindekilerinin tümü duyum ruhu(ruhi hissiya) tarafından yutulsun diye hayvanların kalbine yerleşti. Öyle ki, her ikisi de  inaçsızlık ruhunun etkisi altında başkaldırmaya başladı. Savaşçı (isyancı)lar (mu’taridan) ise Tanrıya şükrederek mavi perdenin içinde kadılar” (f. 94 v.).

    Fakat  Tanrının, düşmanları ve saldırganları,  inançlılar ve temizlerle aynı yerde bulundurması adaletiyle uyumlu değildi. Tanrı onlara, bu dünyada insan yaratmak ona burada yetki vermek istediğini söyler. İnançlılar Tanrının bu kararını onaylayıp uyarlar. Ancak mu’taridan insanlığın kaçınılmaz kötülüğünü ( fasad wa tabah wa khun-rkhan) tartışarak bu kararı protesto ederler; eğer onların sadece Tanrıya şükretmesi ve onu övmesi gerekli olsaydı, bizzat kendileri O’nu memnun edecek kadar Tanrıya şükredebilirdi. Tanrı öfkelenir ve inleyip sızlamalarına rağmen, onları gökten dışarı kovaladı. Pişman olup tövbe edenlerden bu kuşkuyu kaldırıp,  kuşkudan  beden ve can (jan) yaratır ve ondan yeryüzüne saçar; bu mutarid’ler muwahhid’ler (birlikçiler) adını alırlar(f. 96 v.). Onlardan alçaltıcı durumları/zilleti (dhillat) de yaratır; najib’lere göre daha aşağı dereceyle meşgul olan  bunlar 4000 tanedir (f. 97).

    Diğer ruhlar ağlayıp sızlamaya başlar ve Tanrının bağışlaması için yalvarırlar. Sonunda Salman tarafından havasal ve göksel varlıklar biçimine(ba haykali samawi wa hawai) sokulurlar (f. 97 v.). Onlar havada kalırlar (dar miyani hawa) ve orada alabildiğine çoğalırlar(dar gah u bi-gah baham juuft ba yak-digar mi-kardand wa mithlikhwish padid awurdandi ta az hadd wa andaza dar gudhashi). O zaman Tanrı, malakat döneminkiyle aynı tesbih(kutsallaştırma) ile onlara gözüktü.(f. 98)

    “ Ruhlar Yüce Tanrıya dediler ki: ‘Sen bizim sözcümüz (natık) ve önderimizsin; şükredeceğimiz ve öveceğimiz o Tanrıyı göster bize!’ Yüce Tanrı: ‘O Tanrıyı size, benimle bir andlaşma yapmanız koşuluyla (shart) gösteririm; gördüğünüz zaman, Tanrılığını kabul edecek ve onu Tanrı olarak tanıyacaksınız,  işte o zaman  pakların oturduğu yere gönderilebileceksiniz; kuşku ve terddüt içinde olanlar ya da  uyumsuzluk gösterenler yeryüzüne gideceklerdir’dedi.  Bütün isyancılar (mu’taridan) kabul etti ve andlaşma yaptılar. O zaman Tanrı dedi ki: ‘Benim Allahu Akbar; aradığınız Ulu Tanrı benim!’(f. 98 v.) Bunun üzerine onlardan bazı ruhlar ortaya çıktı ve Ona tanıklık yaptı, şehadet getirdiler…Ve Tanrı onların üzerinden zillet, hakaret örtüsünü kaldırdı; onlardan Jann bin al-Jann’ın da içinde olduğu bir dev (diw) ve cinler (jinn) topluluğu yarattı(f. 99). Bu şekilde bağışlanmış olan bu ruhlar şimdi mumtahanan, denenmişler-sınavdan geçmişler kümesini oluşturdu ve Tanrının birliğine inananların(muwahhidan) altına yerleştiler(f. 99 v.).Böylece birinciler ya da başlangıçtakiler (sabiqan); Salman, Mikdad Abu Zer, naqiban, najiban, muwahhidan ve mumtahadan adlarıyla yedi derecede bilinmek-tanınmak üzere biçimlendiler.Mu’tarindan’dan geride kalanların aşağıya atılması ve onların dünyanın ortasında (miyan-gah) tutulması buyruğu verildi(f. 100).”

    “Onların arasından 313’ü ağlamaya ve Tanrının merhametini dilemeye-yalvarmaya    başlayınca bağışlandılar; kuşkuları onları terketti.Ve onlardan 70  bin melek (mala’ika) yaratıldı, adlarına mursal, yani elçi-peygamber denildi(f. 100 v.)”.
    “Fakat  meleklere dönüşmemiş, melek olmamış o itaatsız/isyancı  ruhlar arasında Şeytan yine göründü. Tanrının istemi/iradesi, Jann b. Al-Jann’ın  İblis’in elleri arasına düşmesiydi. Böylece, bu sefiller(dhillatiyyan) yeryüzüne atılmasından itibaren belirli bir zaman akıp gittikten sonra, Tanrı İblis’e, Jann b. Al-Jann’ı öldürmesini buyurdu(f. 101). Bunun üzerine  İblis, melekler (mala’ikatan), Jann b. Al-Jann ve onun sefil-aşağılık yandaşlaları (dhiillatiyyan) birbirleriyle savaşa giriştiler ve bu denize düştüler. Onlardan bazıları deniz canavarlarına dönüştü,  bazıları da timsah ya da balık oldular; bir kısmı vahşi hayvan ve kuşlara dönüştü; bir kısmı  Yecuc Mecuc, diğer bir kısmı da kabuklu deniz hayvanları vb.oldular.(19)  İblis, yedi gök ve yedi kat yerde bulunan tüm renklerle süslenmiş bir bedenle meleklerin arasında gözüktü, oysa melekler onur duydukları ve gururlandıkları ateş rengindeydiler. İblis’in kendisi de onlarınkinden bin kere daha fazla övgüyü çekiyor, gurur duyuyordu.”

    Sonra Tanrı onlara bu dünyada insan yaratacağını ve ayrıca onun dünyayı yöneteceğini söyler. Bazı ruhlar baş eğerek  bunu kabul ederler. Fakat başlarında İblis’in bulunduğu  diğerleri Adem’in önünde secde etmeyerek  tehdidde bulunurlar(f. 102). Anlatımın bu kısmı tamamıyla Kur’an versiyonuna uygundur; tek fark, Tanrının bu isyankar ruhları güzel kadınlara çevirerek (zani nik chihra) cezalandırılmasıdır(f. 103 v.).  Şöyle ki, onlar kadın görünümünde, günahkarlar ve cezalandırılanlar arasında görülerek, onları hataya düşürür ve doğru yola girmelerine engel olurlar. Böylece Tanrı onları bütün bu günahlardan sonra, etli ve kanlı vücutlar içinde (khunin wa guchdin?) 7000 yıl kalma zorunuluğuyla cehenneme göndermek zorunda kalır.

    “Bundan sonra  Tanrı İblis’in yandaşlarını siyah vücutlara (galibhai azilla) çevirdi (kara yüzlü yaptı), diğer itaatsiz ruhları da (hayali) cisimlere/nesnelere (galibha’i ashbah). Birincil cinsten vücutlar cehennemi, sonuncular da cenneti oluştururlar”  (f. 105).

    Sonunda insanlar yaratılıp, belirli bir ağacın meyvasına dokunmaması Kuran’a ait buyrukla  Cennete gönderilir.(20) Burada, bir zina yasağı gibi açıklama yapılmaktadır (f. 105 v.).  Tanrı, kendilerine tanrısal rehber(hidayati  İlahi) Cibril’i göndermeye sözvererek, onlarla bir andlaşma yapar, fakat baştan çıkarıcı kadın  biçiminde başıboş dolaşanlara dokunmamalarını buyurur(f. 106). Adem ve onun yanındaki Hava hikayesi de yoksayılır.(21) Hemen arkasından çok garip bir öykü anlatılır:

    “O zaman, vahiy ruhu olan Cebrail, Cennet’te onları görmeye gitti. Orada değişik renkler ve parıltılarıyla bir milyon ışıkla/nurla donanmış bir kişi(lik) gördüler; başında bir taç, kulaklarında iki küpe ve kemerinde iki ağızlı keskin bir kılıçla bir taht üzerinde oturuyor; bu kılıç dik duruyordu. Bu kişiden yayılan ışık ışınları Cennetin tüm bahçelerini aydınlatıyordu. İsyancı ruhlar, inançsızlar bu kişiliği tanımak istemediler (f. 106 v.) Ruhların Ruhu (Ruhu’l-arwah) en yüksek doruğun üstünde bulunan sonsuzluğun son sınırındaki gökküreye(diwan) ait olan bu kişiyi onlara tanıttı.”

    “Bu Fatima’ın görüntüsüydü ve Cennette görünüm alanındaydı. Başındaki taç Muhammed, kulaklarındaki küpeler Hasan ile Hüseyin, belindeki kılıç Ali ve üstünde oturduğu taht ise, Yüce Tanrı’nın dinlenme-istirahat yeri olan  güç ve kudret (erk) koltuğuydu. Böylece hepsi birden  övgülerini/ hamd ve şükürlerini o görüntüye (imaja) doğru yönelttiler.(22)”

    “Az bir zaman sonra İblis  bir kadın kılığına girdi (f. 107) ve ona bağlı  olanların hepsi de aynı şekilde kadın oldular,  inançsız isyancılara (mu’taridan)göründüler. Tümü ortalıkta kışkırtıcılık yaptılar, zira bir kadına sahibolmak arzusu kadar erkeği hiçbir şey kışkırtamaz. Onlara erkekler ellerini uzattılar, kendilerine arzu ve tutkularını gösterdi, dokuz ayın sonuna kadar organlarını birbirlerini sürtüştürdüler. Onların ortasında yeni bir yaratık gözüktü. Cennette (Satan’dan sonra)  ikinci ve üçüncü yılanla tavus kuşu oldu; onlar Şeytandan sonra oraya gelmişlerdi.”
    Bu sonuncu ortaya çıkış/ ya da isyancı gösteriden sonra (f. 107),

    “Tanrı hepsini Cennetten kovdu ve onları karanlık ve dapdaracık bedenler için(d)e gönderdi; onlara memeler ve cinsel organlar verdi. (Böylece) onlar yenik düşünce gece gündüz ağlamaya başladılar, fakat İblis kendilerine çok güzel bir kadın kılığı altında göründü,  hepsini baştan çıkardı ve onlar(l)a zina yapt(ırd)ı. Bunun üzerine Tanrı kendilerini karanlık/gölge bedenlerinden çıkarıp et ve kandan (khunin wa kuchdin) bedenler içine soktu. Ağlayıp sızlayarak Tanrıdan merhamet dileyince, onlarla aşağıdaki dört koşul(char shart) üzerinde bir andlaşma yaptı:

    I. “ İster Arap, Fars, Yunan, Hind, Sind, Gürcü ya Siqlabi/Slav ya da Süryani olsun, bütün diller ve sesleriyle, hiçbir  kuşku  ve tereddüt etmeksizin tam bir ciddiyet içinde kanıtlara güvenerek bir biçim ya da kişilik içindeki kendi görünümünü kabul etmesi.”    

    II. “Zamanın İmamlarını, kutsal ve aydınlatıcı bilginlerini tanımak ve onların bilgi ve ruhlarının kutsallığın-tanrısallığını (la divinité)(khudawandi’i nutq wa ruhi ishan)açık bir biçimde beyan ederek, kendilerinden erdemlerini, saygınlığını ve bilgisini öğrenmek”(f. 109).

    III. “Birbirlerine karşı kardeşçe davranmak, başka yaşam ve iyilikler/hayırlar için birini feda/kurban etmek(? de sacrifier), din ve din kardeşlerinin sevgisi kendi kanını akıtmaya hazır olmak. Ve aşağıda (dunya) dine uygun bir yaşam geçirmek; kötülere-günahkarlara katılmamak; birbirlerine ruhsal ve akla uygun tanrısallığı-kutsallığı öğretmek(gawahi ba-khudawandi wa ba-ruhi yak-digar bi-dihi) ve birbirleri için hayırlı-iyi olmak.”

    Andlaşmanın bu üç maddesi, Tanrı’nın tanrısallığına inanmanın üç öğreticisine uygunluk göstreir: Peygamberler, zamanın İmamları (imamani zaman) ve aynı dinden kardeşler! (f. 109 v.).

    IV. “Bu dünyanın işleri içinde gömülü-yutulup kalmayın (khurd wa burdi dunya); oburluktan kaçınınız. Eğer siz o ilk üç koşula boyun eğer, razı olursanız, bu sonuncu üzerinden geçecek ve sizin Cennete geri dönmenize izin vereceğim.”

    Bu andlaşma yapılınca, onun koşullarını unutan yeniliyor ve onların hepsi  dünyanın ortasına toprağın üstüne düşüyordu. Kırk yılın sonunda onların arasından pek çoğu, andlaşmaya uymayı bozar (f.110 v.) ve Ahriman tarafından eğitilen-yetiştirilen onlar, ellerini yasaklanmış ağaca uzatarak ve duygusallığın zevkini tadarak  doğru yoldan ayrılırlar.  Sonra yazar farklı ruhların etkinliklerine göre, insan vücudunun simgesel/allegorik yapısını ve insan psikolojisinin doğasını açıklamaya girişir(f.110 v.-113).

    Soru 8 (f.113 v.):Maddi dünyada lezzet  rolünü nasıl oynar?

    Yaratıcıyı harekete geçiren neden, “zevk alma”dır. İki farklı cins bulut vardır. Biri ince ve keskin havanın saf özünden yapılmıştır, diğeri Azazil’in yarattıklarının özünden. Salman, Satan tarafında yaratılmış can ve cevherle (jan wa jawhar) sıcaklığı yarattı ve yeryüzünü buharlaştırmaya ve yedi rengin ruhların yardımına gönderdi; böylece kara veya deniz  güzellikleri ve süslerini(ziwar wa danid) onlardan alabildiler. Ayrıca  bulut kendisine verilen güvence  olarak Kıyamet gününe kadar, Satan’ın yarattıklarından suyu alıp, onun serinliğiyle toprağı korur ve onu besler (f. 114).

    Bunun üzerine yazar  daha fazla ilginç olan konuyu, yani doğadaki yenilenen üretim gücünün özelliğini yeniden ele alır. Bütün bu(nlar) sadece, zamanın başlangıcında Yaratıcı tarafından Ahriman ya da Satan’a verilmiş(ancak kitapta niçin ve nasılı açıklanmıyor) bu yaratıcı kudretin cevherleridir(gawhari afarinanda). Ruhlar arasında uyandırdığı arzuyla zorunlu olarak oluşan tohumu(sperm) dışarı attıran ve onu dişil organların içine yerleştiren, orada yeni bir biçim, yeni bir vücut üreten işte bu kudrettir (f.115).

    Aynı olgu buludun işlerinde de araya girer. Onun göründüğü herhangibir yerde yıldızlar, ay ve güneş kararır. Tanrı, yıldızları karartan buludu uzaklaştırmak/kovmak için, o hava nurunun (hawai nurani) özünden başka birşey olmayan şimşek gibi çakan bir kırbaçla silahlanmış bir melek gönderir. Bu cevher, buludun yıldırımı ya da tutkusunun kızgınlığı ve yüksek ısısı(içinde saklı)dır(f. 115 v.).

    Onun sahibolduğu bu yedi renk, değişik göksel saraylarda (diwan) bizzat kendi içindeki  cana (bu güce) ait olanlardır. Bu bulut hicab altında gizlidir; o dünya üzerinde güneşin ve ayın parladığı hiçbir yere görülemez. O örtüsünün (hicab) altından çıktığı zaman gökyüzü, güneş ve ay kararır, insanları öldürecek derecede yoğun bir soğuk yayılır.

    Bazan tamamıyla aynı durumda, Tanrısal bilginlerden ya da zamanın dinsel önderlerinden biri (alimani rabbani wa imamani zamani) kendini gösterir ve ondan güneşe ve aya benzer sözler-konuşmalar doğar. O zaman  da bu inancı karartan düşmanlardan(mutariddan) biri ortaya çıkıyordu. “Demek ki, söz krallığında her zaman bir düşman güç doğar”( f. 116). Yazar insanın fizik dünyasında bir karşılığı bulunan olgu betimlemesi yapar (f. 116 v.-117).

    Soru 9 (f.117). _ İnsanın fiziksel yaşamının doğası (nasıldır?)

    Kalb ve ruh ne zaman bu belalar ya da felaketler karşısında güvencede olacak, korunacaklar?

    İnsan düşüncesi ve psikolojisinin işleyişini açıklayan  yanıt,  kitabın belki en güç kısmını oluşturmaktadır, zira bazan yazarın, dış dünya ile tam bir koşutluk çizmeyi denediği çok ilkel fikirlerinin izlenmesi kolay olmuyor.

    Zihinsel uyum ruhu (Ruhi mutma’yanna), insan kalbine yerleşerek, yüzleri/şekilleri Yüce Tanrının cennetinde bulunan  zamanın İmamlarıyla ve Yetiman’ın secde ettiği yeri, nakip’lerin  oturduğu yedi meleğin tapınma yeri, necip’lerin Sultanlık sarayı(daru’l mulk), Adem’in kubbesi, Nuhun gemisi,  İbrahim’in hulle donu, Musa’nın yazıt-levhaları, İsa şatosunun kulesi, Muhammed’in tahtı, Ali’nin otuz ayaklık koltuğu(kursi), Fatima’nın bahçesi, Hasan ve Hüseyin’in cenneti, müminin sıratı (yolu), meleklerin sığınağı, nurdan varlıkların  küreleri, ruhsal varlıkların kıblesi (olan) Cennet kapısı ya da Salman’ı temsil eden(olan)  İmamların öğretileriyle(nutq)  o kesin biçimde andlaşmada Tanrının ulu yetkisi(khudawandi) tanıklık eder(f.117 v.-118).

    Yazarın, bütünsel bakışın(perspektifin) temel niteliği olan sadece yüksek psişik/ruhsal olguyu böylesine şiirsel söylemeye istekli ve aynı biçimde açıklamayı denediği şey uyumsamadır, uygunluk sağlamaktır. Ki bu, yalnızca gerçek bir din içinde güçlenmiş olgun ve derin bir inancı ortaya koyabilir. Zira ayrıca, “bu kadar yüksek göklerin ve o denli geniş olan yeryüzünün Tanrı’ya tapınması bile”(f.117 v.), bu nedenle bir işe yaramayacaktır.

    “Yüce Tanrı buyurdu ki: ‘Ve duasını tamamlarken, yüzlerini doğuya da batıya döndüren benim huzuruma ve bağışlayıcılığıma (girani) ulaşamazlar; ancak  yüzünü  zamanın İmamlarına doğru çevirecek olursan ve onların peygamberlik  nuruyla (nubuvvati ishan) ve bu nurun ta görünüm alanına çıkışında (zuhuri nur), bütün zaman, gök, yer ve varoluş(kevn) vb. içinde  onların sevgisi için yaşamını ve varsıllığını feda ederek tam bir inanç sahibi olacaksın (f.18 v.). Şanssızlık, hastalık, ölümde herşeyde itaatkar ve  sabırlı kalarak bu sağlam inancını koruyacaksın(f. 119). Tanrı’nın emanetçisi(dawar), kudretli Salma’nın öğrettiklerine güvenmelisin”(f. 119 v.).

    Soru  10 (f. 119 v.). – İnsan varlığı bu kesin tanıklığı kendi iradesiyle üretebilir mi yoksa Tanrı’nın  istemine mi bağlı olabilir? Bu ilk nurdan yolgösterici öğreticiler(alimani nurani) kendi buyurma alanıyla meşgul oldukları biçimde , artık nurdan örtüyle gizlenmeden, öğrencileri onlara tanıklıklarını ne zaman sunabilirler?

    “Nurdan öğretici (alimi ruhani) ya da zamanın İmamı gerçek bilgiyi öğrencisine taşırken, eğer onun kalpler ruhu (ruhu’l kulub) o bilgiyi kabul etmezse, öğrenci onu kabul edemez(f.120 v.),  zira onun yaşam bilinci(akıl) ruhu (ruhu’l hayati natıka) yalnızca bir tek ve güçsüzdür. O zaman Yüce Tanrı’nın buyruğu ve (onun) yardımıyla, zamanın İmamının arzusuyla, mavi kubbeden nur renginde bir ruh gelir ve öğrencinin kalpler ruhu üzerindeki  beyninin içine yerleşir. Bu (ruh) kesin ve doğru tanıklık ederek, öğreticinin bilgi ışığını doğrudan öğrenciye geçirir/taşır. O halde Yüce Tanrı’nın sayesinde ışık ruhu (ruhi rawshani), ayın renkli nur perdesinden inerek,  deneyim/tecrübe ruhu (ruhi mumtahina) –ki bu hatip ve öğretmeninkidir- üzerine konar (f. 121). Demek ki kalplerin ruhu, dersleri/konuşmaları dinleyen ve bilgin öğretmenin(alim) yetkesi/veliliğine tanıklık eden öğrenci(ye ait)dir; fakat onun mana sırrını/anlam gizini saklama gücü (dar dayr-u haram) yoktur. Böylece, öğretmenin yardımıyla, ezberleme/öğrenme ruhu, güneş renkli kubbeden iner ve inanç ruhu (ruhu’l iman) üzerine yerleşir. Bu şekilde (öğretilen) bilgi/söz onun içinde kalabilir”

    Fakat o, yani öğrenci bunu düşünme gücüne sahip değildir. Aynı zamanda  düşünme ruhu (ruhu’l fikr) gönderilir; öğrenciye, arkasından öğretmenin söylediklerini yineleme gücü veren zorlama ruhu gelir. Bu ruh zümrüt yeşili kubbeden inerek, düşünce ruhu üzerine konar; o zaman öğretmen bilginin “kalbler ruhu” bu organlara(jawarihan wa dhuqari) doğru uçarlar (parwaz kunad). Bu şekilde onun dersleri/sözleri ruh için açık ve anlaşılır olur; fakat o, bilim ruhunun (ruhu’l ilm) parlaklığı (tabish), öğretmeninin yardımıyla akik kırmızısı renkli kubbeden/küreden inmeden ve  bu ruh üzerinde konmadan önce örtünün altından çıkmaz (f. 122). Bu ruh konuşmaya başlar ve öğreticinin önünde bilgi ışığını açıklar. Ancak buradaki de hala mükemmel değildir ve öğretici bilgin (alim) onu kabul etmez.

    Yazar aynı tuhaf ve beceriksiz tavırla, akıl ruhu (ruhu’l akl) ve ben(cillik) duygusunu (nafsi hissi), cinselliği(ruhi shahwat), “Adem’insuçlanması” (adami madhnun/égoisme) ve kötülüklere-ahlaksızlıklara karşı savaşıp İblis dönemini (dawr-i İblis), yani şehvetin etkisini kapatan velilik kutsal ruhunu (Ruhu’l Kuds) araya sokarak, düşünce akışını anlatmayı sürdürür.Ama hepsi bu da değildir (f.123), zira  o sırada beyazlık denizinden çıkan büyük Ruh (ruhu’l akhbar) ve en sonunda Sonsuzluk Sınırı göksel sarayında/küresinde bulunan Ulu Tanrının Gölgesi altında gelen yüce(lik) ruhu (ruhu’l azam) görünüm alanına çıkar/zuhur eder. Bunlar, düşüncenin kesintisiz gelişim sürecini simgelemek içindir; öyle ki  süreç içinde dünyada  on Ku’ran ayeti, Ashura günü, ve bu dünyadaki tüm onlular (sistemler, olgular, sayılar tarihler vs. olmalı İ.K.) vardır. İşte bundan dolayı bu kitap aynı zamanda  Ashara’l Maqalat adını taşır (f. 124).

    Soru 11 (f. 124 v.).- Aşura’nın anlamı (nedir?)

    Tanrı dünyayı Aşura (onuncu) günü yaratmıştır; (evrenin dolaysız-aracısız yaratıcısı olan) Salman alay-na minhu’s-salam (hayırlı barış getiren yardımları üzerimize olsun)(f. 125) ve onun dokuz babı/kapısı on eder. Aşura günü Hasan ve Hüseyin’i simgelemektedir. Salman, Taht inancının ruhudur(ruhu’l –imani Arş) ve kendisini daima izleyen bu dokuz nuruyla  birlikte toplamı on yapar. Bunlar, dindarlık, güvenirlilik/inandırıcılık, bağlılık, sabırlı olma vb. erdemleri oluşturan nurlardır.[2] Salman’ın yarattığı gökyüzü bilim/bilgi, yeryüzü öğrenciyi, Salman’ın kendisi ise akılı(nutq) simgelemektedir; böylece Aşura (onuncu) günü, adı geçen bu o ruhtur. Aşura ve Kuran’ın anlamı işte budur, zira her ikisi birbirine eşdeğerdir.

    Soru 12 (f. 126).- Kur’an nedir?

    Kur’an  yaratılmamış, Tanrı’nn sözü (olan) gerçeği açıklayan kitaptır; evren (makrokosmos) içinde benzer biçimde yaratılmamış Salman ile  aynıdır; o bir yaratılmış değil, Tanrı’nın sesidir. O zaman, bütün mutat ruhlar, yer ve gök ile insan ruhu arasın(d)a   bir koşutluk/paralellik (var demektir). Sonra gezegenler ve burçlara göre haber veren bir dizi mecazi/batıni yorumlar verilir(f. 127-128).

    Soru 13 (f. 128 v.)._ Rüyalar?

    Onlar, içinde durduklar göksel küreleri izleyen değişik ruhlara bağlıdır; şöyle ki güneş, ay ve melekler konusundaki her düş, aydınlık/parlaklık ruhu(ruhi rawshani) vb. tarafından gördürülür.  Bu ruhlardan herhangi biri uzaklaşsa onun bütün sistemi altüst olur ve bireyin ölümüne neden olan da budur.

    Soru 14 (f. 129 v.). _ Ruhların Göçü (nedir?)

    Burada “Şehire geri dönüş” ayetine (Kur’an 43, 8?) gönderme yapılarak Kuran’dan açıklamalar verilir

    “Bu tekrarları ve geri dönüşleri (karrat ve rajat) öğrenen kimseler, her inananın  (mümin) ve her  inançsızın (kafir) söz ve eylemlerine göre, daha önce dininin ve inancının neler olduğunu, hangi halkı arasında bulunduğunu bilirler. Onlar kişinin eyleminden ve huyundan (kunish wa manish) onun hangi halkın arasında doğacağını ve dininin ne olacağını da bilirler.”

    “Herkim bir inanana hakaret eder ya da rahatsız ederse  cezalandırılacak ve ‘organik cehennemde’ yedi kere ölmek zorunda kalacak”(f. 130 v.).  On yaşındaki bir çocuk Tanrı’nın kendini göstermesi(manifestation) kavramını (anlama) düzeyine erişe(miye)bilir; o öldüğü her seferinde, yeniden doğumundan bir yıl sonra ölmek zorunda kalacaktır. Şöyle ki, beşyaşındaki bir çocuğun öldüğünü görürseniz bu,  bu dönem içinde o çucuğun dört kez ölmüş ve iki kere daha öleceği anlamına gelir.”

    “Ve eğer bir kimse, on ile yirmi yaşlar arasında, maddi ruh (ruhi hissiyya) çağında  doğar ve ölürse, ister inançlı (mümin) ya da inançsız/ olsun, yaşayabileceği çevrede yeniden doğacaktır(f. 131).”

    “Herkim yirmi ile otuz yaşları arası şehvet ruhu çağında ölürse, birlikte yaşatılacağı insanın ailesi içinde yeniden doğacaktır.”

    “Otuz ile kırk arasında, inanç/iman ruhu çağındayken ölen bir kimse, ister inançlı(mumin) ister inançsız (kafir) olsun, kabul edileceği ve teveccüh ve hayırhahlıkla karşılanacağı bir toplum içinde yeniden dünyaya gelecek.”

    “Eğer bir kimse kık ile elli arasında, yani bilgi-bilim ruhu (ruhu’l ilim) çağında ölürse, mümin ya da kafir de olsa, bilgi öğreteceği toplum içinde yeniden dünyaya gelecek”(f.131 v.).

    “Bir kimse elli ile altmış yaş arasında, akıl ruhu(ruhu’l aql) çağında ölürse, kendisi mümin, sapkın, Hindu,  Musevi ya da Hristiyan ne olursa olsun,  dinini kabul edeceği, döneceği insanlar arasında yeniden doğacaktır.”

    “Ve eğer bir kimse altmış ile yetmiş yaşlarında, kutsal/velilik ruh (ruhu’lKuds) çağında ölürse, dinine döndürüldüğü ve aralarında sevginin ve dostluğun tadını çıkaracağı ve kendi dininde olan aynı halk arasında yeniden dünyaya gelecektir.”

    “Ve  eğer bir insan yetmişinden sonra ölürse, başından itibaren yeniden doğma dizileri yine başlar”

    “Bütün bu yeniden doğuşlar, bu dünyaya gönderilmiş olan  itaatsızlık/isyancı ruh (ruhi mutarida) yüzünden meydana gelmektedir. Maddi şeyler/nesneler ruhu (ruhi
    hissiya
    ) sözkonusu olduğu durumda herşey değişik oluşur: Ruhu’l Kudüs çağında (60 ile 70 yaş arası) ölen kimse, zenciler ya da Habeşler arasında yeniden doğar; ruhu’l ilm çağında(40 ile 50 arası)ölen bir kimse ise dağlılar ya da göçebeler vb. arasında yeniden dünyaya gelecektir.”

    Belirli dönemlerde,  görünüşte değişik takımyıldızların, yani burçların etkisiyle özdeşleşleşmişlerdir (f. 132 v.) ve Adem döneminde yahut  Baytu’l mamur’da veyahut da  Nuh döneminde doğma şansına sahipolur, Nuh’un gemisine  binebilir…

    Görünüşe göre bu inançlar içinde, insanlardan başka canlı varlıklara geçen, (onlarda yeniden doğan) ruhgöçü belirlemesi hiç yoktur.

    Soru 15 (f.133). _ Tanrının Tahtı (Arş)?

    Arş,  Adem’in Baytu’l-mamur’u Nuh’un Gemisi (Safina) vb., Yedi Devir’i ya da bin yıllık dönemler simgeler. Bunların anlamını ne bir kitap ne de bir kişi bundan önce açığa çıkarmamıştır, diyen yazar kendi kuru mecazi/dolaylı söylemleri içinde okuyucunun ilgisini uyandırmayı deneme yoluna gidiyor:

    “Bunları Tanrı’dan ve onun çevresindekilerinden başka hiçkimse bilmez, bu bilgiye ulaşabilenlerin pekçoğu nurdan  yolgösterici öğretmenlerdir.”

    Hemen arkasından bütün bunları en derin bir gizem için  uzunca bir öğütle korunmasını salık vermektedir. Baytu’l-mamur (göksel Kabe?) Adem tarafından yapılmış ve Adam Khudawand( Tanrı)’dır, yani onun alnının arkasındaki beyninde bulunan bu ruhtur(f. 134). Bundan hemen sonra, farklı ruhların birleşmesiyle değerli taşlar ve madenlerden yapılmış bu evin değişik duvarları vb.nin tanıtılmasına (sıra gelir).

    Soru 16 (f. 135). _ Nuh’un Gemisi(Safina) ve diğer kutsal simgeler/emanetler.

    Nuh’un gemisi vs. nin  duvarları aynı biçimde değişik ruhların birleşerek oluşturduğu değerli ve birbirinde farklı taş ve maden imgeleriyle betimlenmektedir. İbrahim Peygamberin dört simgesel kuşu, kartal, tavus kuşu, akbaba (karkas)  ve turna (gulang) kuşlarıdır. Onların hepsi değişik ruhların birleşimidir (f. 135 v.).

    Musa’nın asası ve Sina dağı aynı biçimde ruhsal olarak açıklanır (f. 136-138). Özellikle gizemlerle çevrili Sina Dağı, yedi harf ve üç noktadan düzenlenmiş; bunlar sözü geçen çok yüksek yedi ruhtur ve onların üstünde de diğer üç ruh vardır; ancak “ne yazık ki, bu kitapta adlarını vermek olanaksızdır” deniliyor.

    İsa peygamber, anası, kaynak söylenceler, çocuğunu kolayca doğurması için ve bu nedenle birkaç meyva yemek için sallaması gereken hurma ağacı, bütün bunlar kökenleri ruhlar arasında, yani insan ruhu olguları içinde olan simgesel  öykülerdir (f. 138 v.).

    Soru 17 (f. 140). _ Muhammed’in Miracı ve Ali’nin çatal (iki) ağızlı Zülfikar’ı

    İslamın dinsel söylenceleri/öyküleri içinde olağanüstü önemde rol oynayan, özellikle sufiler arasında çok önemli olan Miraç da burada aynı yöntemle psikolojik ve batıni olarak açıklanır. Burada verilmiş olan  benzer ayrıntılar dizisi, herkesin ulaşmayı araştırması gerektiği mükemmel ahlakı özetler.

    Ali’nin Zülfikar’ı  da, Şamşam vs.benzeri diğer adlarıyla birlikte  simgesel olarak sunulmaktadır (f. 143).

    Kaim, onun mucizeleri, onun kızıl sancağı(alami shurh), onun beyaz kılıcı(tighi safid) ve 313 elçinin (mursalan)silahı,  Evren bilimseline ve ruhsal yapıya bir düzüye  imalarda /göndermelerden ibarettir (f. 144).

    Soru 18 (f. 144 v.). _ Tanrı’nın kaç tahtı vardır? Ve neyin üzerinde bulunurlar?

    Tanrının Tahtı’nın (Arsh) üzerinde durduğu su konusunda mitolojik düşünceler ve yazarın, onlarla kapladığı/sırladığı değerli taşlar ve madenlerin bolluğu  olan anlatımı herkesi ve herşeyi aynı fiziksel olgular ve ruhlarla bildirmektedir.

    Soru 19 (f. 146). _ Kabe Tapınağı

    Alışılmış batıni anlatımlar/kurgular aynı yöntem içinde sergilenmekte; Kabe’nin dört duvarı yukarıda sözü edilen dört andlaşmayı, Adamu’d-daim’in görünüm ortaya çıkışında olanları simgeler. Bu andlaşma maddeleri daha önce yukarıda verilmiş olanlardan çok daha ayrıntılı olarak yinelenir, ancak çok az  da olsa farklı bir espri içinde verilmektedir. Bu paragraf özellikle yazarın,burada da kendi mecazi gelenekleri aracılığıyla açıkladığı ahlaksal düşüncelerini bize belirtmesi anlamında ilginç durmaktadır.

    Soru 20 (f. 152). _ Yedi kat gök ve yerin yedi tabakası?.

    Buradakiler bir Ku’ran ayetinin (XXI, 31) tefsiri biçiminde verilerek, yedi evren(bilim)sel(cosmologique) olgu ile insan vücudunun esas üyeleri ve onların iç organları arasında bir koşutluk çizilir.

    Soru 21 (f. 153). _ Dünya bir öküzün ve öküz bir balığın üzerinde(mi)dir?

    Yanıt oldukça basit verilmiştir: Yeryüzü kalptir; yedi kat yer, vücudun temel iç organlarını simgeler vb..

    Soru 22(f. 153 v.). _ Adem, Havva, Yılan ve Tavus kuşunun üzerine düştüğü yer hangisidir(neresidir) ve onlar kimlerdir?

    Yeniden yeryüzü, kalb olarak tanımlanır ve Cennetten kovulmuş dört yaratık da psikolojik olgulardır. Dört farklı Adem’in varolduğu görülür: Suçlu/günah işlemiş Adem (Adami maznun) İblis, görünüşe göre, cinsel içgüdüdür; itaatsız Adem (Adami asi), yani onun tamamlayıcısı olan Havva ile düşüşünden/işlediği günahtan   sonra   olasılıkla tutuklu Adem (Adami habsi) ile aynıdır; İsyankar Adem (Adami mu’tarid), sadece inatçılığın, direnmenin  simgesidir. Başka Ademler daha vardır:  yukarıda zikredilen görünüş oalarak Tanrısal bir açınım/ortaya çıkış olan Adami daimi’dir, fakat bu kitapta o inançsız Adem, bir  Adami kafuri ki, açıkçası bir günah ilkesidir. Havva, yılan ve tavus kuşu ise  daha çok ruhsal/psişik fenomenlerdir.

    Soru 23 (f.154 v.). _ Kalpten çıkan/yükselen düşünceler?

    Yazarın burada önceki üslupta verdikleri ahlaksal düşüncenin mekanizmasını, yani işleyişini çağrıştırabilir.  Onun ilkesi aynı, yani insan ruhunun psikolojik olguları  aracılığıyla makrokosmos/büyük evren olaylarını anlatmasıdır. Buradaki anlam şöyledir: Bütün mutsuzluk ve kötülük/günah işleme durumlarında, çözüm olarak, kalpteki Tanrı imajı olan  boyun eğme/itaat  ruhuna (ruhi mutma’yanna) tümüyle bağlanmak için  dinin reçetelerini izlemek gerekecektir.

    İnanç/iman ruhu yaşam bilinci ruhuyla birleşir ve onlar altında dört ırmağın, yani görme, işitme, koklama  ve akıl yürütme/düşünme (guya’i) ırmaklarının aktığı mavi göğe biçim verirler. Arkasından gelen Sabır,  görünüşe göre, merhamet ruhuyla çifte biçimlenen/biçim kazanan  özel bir ruh olarak düşünülür.Günah/suç ve cezalarlandırmalar burada, değişmez biçimde seksle ilintisi olanlar  ve dine itaatlarını/bağlılıkları yitirenler arasından kaynaklarını alırlar.

    Soru 24 (f.162). _ Günah ve kurtuluş

    “Efendimiz İnananların Emiri (Amiru’l-mu’minin) Ali, Kitabu’l-ikhbarat’ında nefisten/bencillik ya da maddi ruhdan (ruhi hissiyya) kurtuluşun (najat) maddi dünyada bulunduğunu özenle açıklar.”

    Fakat bunun tümü başlangıçtakiler için yazılımıştır, mecazi/batıni/tevil tarzını iyi bilenler için değil; gerçekte ruhi hissiyya’nın yerine, itaat/boyun eğme ruhunu(ruhi mutma’yanna) okumak gerekir. İsyancı Adem’in (Ademi asi) günahı çiftedir: kendini gösteren  Tanrı’nın gerçekliğine  tanıklık etmez ve itaatsizlik eder(farman ba Maliki Taala bi-dada ast sic!). Bu anlamda Tanrı, bilinçli bir can-ruhtur ve beş duyu Adem’in düşüşünden beş bin fersah (30 000km İ.K.) ötede bulunur.

    Kurtuluş yaşam bilinci ve nur ruhuna yakın tanıklıktır, zira bunların dışında Evren içinde egemen olan erk/güç yoktur. Suçlanan cinsel zevk ilkesinden doğan/ileri gelen maddesel ruh, kötülükleri ve bencilliği üreterek onu karanlıklaştırır ve (oraya) hapseder. Bu ruhun rengi siyah, bir hayvan biçiminde ve kafası tersine dönüktür(f.164). Bu ruh, şehvet ruhuyla ya da suçlu/günahkar Adem (Adami madhnun) ile aynıdır, yine sözkonusu olan bütün çağlarda ve bütün göklerde Tanrı’nın  düşmanı olan  Satan’dır(f.165). Tıpkı Tanrı’nın dünyayı  dört haykırışla yarattığı gibi, o da dört bozucu/çürütücü sıvı yarattı; sperm, raza, ramida ya da rapida (23)  ve regl/aybaşı kanı ve vücudumuz  bu dört sıvıdan yapılmıştır.

    Tıpkı Azazil ve adı verilmeyen ve birlikte görülmeyen diğer ikisinin tanrı(sal)lık iddiasında bulundukları gibi, aynı şekilde erkeklik organları da günah işlemenin ya da başkaldırının sürekli kaynağıdır(f.166) ve de tüm kötülüklerin kaynağı; bu böyledir, çünkü burada ayrıntısı verilen makrokosmos ile mikrokosmos arasında tam bir koşutluk/paralellik vardır.

    Soru 25 (f.170). _ Sırat nedir?

    “İnsan kalbinin kapasitesi üç bin yıllık bir seyahat denemesine göre ölçülür/; işte sırat böyledir. Kalpte üç sınıftan yaratığı gösteren üç öge bulunur; bunlar  saf ve temizler, günahkarlar, dikkafalılar/itaatsızlar. Kaşarlanmış düşmanlar ve inançsızlar (da bu sonuncu sınıfa girer). İnsan kalbinin anatomisi de aynı ima ve mecazi yöntemle açıklanır. Bin yıl süresince  yükselmesi, bin yıl boyunca düzlükte ilerlemesi ve diğer bir bin yıl boyunca da düşmesi gerekiyor (f.172); altındaki yedi tabaka cehenneme düşülen işte bu sırat köprüsüdür. Ve cehennem insanın iç organlarıyla eşleştirilir (f. 172 v.).”

    Soru 26 (f. 173). _ Kıyametin anlamı nedir?

    “İman ruhu ortaya çıktığı ve  tahtın üzerinde (Arş’ta) parlamaya başladıği zaman, inanan nefis (nafsi mutma’yanna) yüzünü  kaldırır ve güneş batıdan doğar. O, beynin(maghz) altında yükselince, kalbin yeri(dünyası) beynin dünyasına dönüşür.”
    Bütün bu  şiirsel cümleler, günahın tövbesini hiçbir şekilde belirlemez, fakat yazar tüm yaratılış mekanizmasını vs. basit kavramlarla açıklamak için, onları tüm doğaüstü tantanalı görünüme sokarak  bir dala kondurmaktadır.

    Soru 27 (f. 175). _ İnsan vücudu içinde bulunun yedi ışık/nur (nedir?)

    “Zincirlerle  aya, güneşe, yıldızlara, ışığa, bulutlara, şimşeğe/yıldırıma, rüzgara ve havaya bağlı yedi akıl, bu fiziksel vücut içinde birleşir; ‘yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle (Kur’an LXIX, 32).’Tıpkı  bir ırmaktan gelen yedi dalganın su içinde   asla devinimsiz/hareketsiz kalmaması ve onun akıntısını aravermeksizin sürdürmesi gibi!”
    Yazar yeniden  organizmanın psikolojik  işlevlerini, farklı renklerle  ilişkilendirdiği ve farklı göksel küreler ve yıldızlarla  birleştirdiği  ruhlarla eşleştirerek açıklamaktadır.

    Soru 28 (f. 28). _ Kur’an ayetleri

    Burada tuhaf bir tarihsel Kuran metni ile ba tawili batin wa ba ma’nai hakikat açıklanıyor. Farklı surelerin indirildiği yerler veriliyor; fakat üstelik Mekke (s.III) ve Medine (s.III)  dışında, bazı surelerin Basra (s.IV), Suriye (s.V), Kufa (s.VIII) ve “dünyanın heryerinde” indirilmiş gibi gösterilmektedir.

    Oysa bilinmektedir ki, Basra ve Kufe kentleri müslümanların bu (bölgeyi) fethinden önce mevcut değildi. Ayrıca yazar sureler ile onların girişindeki gizemli harfleri, değişik psikolojik  fakülteler, ruhlar, renkler, göksel küreler vb. ile birleştirmektedir.

    Soru 29 (f. 182). _ Kuyruklu Yıldızlar ve Genel Anstronomi

    Yazar göksel  varlıkları da, insan doğası ve ruhların olgularıyla birleştirir. Ayrıca anstronomik terminolojiden birkaç ayrıntı belirtmesi de ilginçtir: iki kere sözlüklerde bulunmayan  garip bazı deyimler, naşidar (nashidar-ha wa nashidari mah wa nashidari taban) (24) ve bunlarla birlikte sami’a, bahman ve kafu sözcüklerini (f.182)  kullanır.

    “İkisinden her biri otuz yılda bir dünyanın üzerinden geçer ve ışıktan bir saç örgüsü görünümündedir.”

    Demek ki yazar, kuşku duyulmayacak biçimde , otuz yıla eşit bir zamanda bir görüntü veren  bir kuyruklu yıldızdan sözetmektedir.

    Soru 30 (f. 184). _ Namaz ?

    Beş vakit dua/namaz inançlı ruhların beş grubuna uygun/denk düşer. İnanan kişi (mumin)  öğle namazını (namazi pishin) necip (najib) cemaatıyla (ba-jama’at);  ikinciyi/ikindi namazını (namazi digar) nakiplerle; üçüncüyü/akşam namazını (namazi sham) Abuzar’in cemaatıyla; dördüncüyü/yatsı namazını (khuftan) Mikdad’ınkiyle kılar; beşinci vakit/sabah namazı (bamdad) da Salma’nın cemaatıyla kılınmalıdır. “Sırtını kuvvetle mihraba dayamalı ve bir dua okumalıdır”(pusht sakht bar mihrab kunad wa du’a khwanad) (f. 184 v.). Burada demek istenir ki, zihinsel  uyum ya da itaat ruhu (ruhi mutmayanna ) inanç ruhunun (ruhu’l iman)üstüne yerleşir ve o zaman bu dünyada bir nur doğar. Diğer bütün mecazi/batıni söylemler aynı üslub içindedir.

    Soru 31 (f. 185 v.). Oruç ve diğer dinsel buyruklar

    Otuz günlük oruç, otuz harfin (si huruf) sırlarını ağıza almayı, yani ondan hoşlanmıyanlara dinsel sırları açıklamayı engellesin diye, oruçlu dudakların mühürlenmesi anlamına gelir. (25)

    Yazarın benimsediği gibi aynı açıklama, cihad ya da gaza konusunda da verilir.
    Burada otuz harf ile kafirler üzerine fırlatılmak zorunda kalınan otuz ok arasında bir yaklaşımda bulunulur. (26) Bununla birlikte, sonunda  inançsızların(kafir) birey olarak kötü kişiler olduğu görülür. Oruç ve cihadı tamamladıktan sonra,  yiyecek-içecek gereksinimleri birlikte, bir binek hayvanıyla ve hilafet parası otuz dinar yanına alarak Hacca gitmek gerekir. Bütün bunlar, insan yaşamının/canının  aynı içsel/batıni savaşımını allegorik olarak, yani mecazi anlamda (simgesel biçimde) sunulur.

    Soru 32 (f. 188 v.) _  Ölüm Melekleri

    Dört meleğin dördü de ölüm (?) meleğidir; Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail. Onlardan birincisi(Cebrail) Güneş ve Mars gezegeniyle uyum içindedir. Yaratıkların canları Güneş ve Mars tarafından alınır. Mikail, Venüs ve Ay’a bağımlı; onu kendi tarzına/keyfine yönlendirip, bazılarını ondan yoksun bıraktığı sulama işleriyle  görevlidir.

    İsrafil Jupiter ve Merkür gezegenlerinin buyruğunda ve bitkiler ve bitki örtüsüyle görevlidir. Satürn’e bağlı olan Azrail ise tek tek her yaratığın canını alır. Böylelikle yazar onlar(melekler),  yaşam psikolojisinin ögeleri, dört mevsim ve diğer taraftan insanoğullarını yaşı arasında bir ortaklık ilişkisi kurar.

    Bu dört ölüm meleği, başlangıçta Yedi biçimden (haft chihra) meydana gelmiştir. Bu yediler, yaşam veren ve yaşamı alanlardan olan Onikiler arasında görünürler. Yazar fetüsün/ceninin gelişimi ve göksel sıralamalarla/kategorilerle ilişkisini açıklar. Kalbler ruhu (ruhu’l kulub), yaşlanmış, yıpranmış bedeni terkedince, o (bu melekler aracılığıyla) başka bir vücuda gönderilir.

    Soru 33 (f. 193 v.). _ Bu yaşam ruhu tek midir ya da  aynı şekilde başka ruhlar var mıdır?

    Soruda insanın bireysel gelişimine  bir değinme/dokundurma var. Yazar herzamanki tuhaflığıyla, gebelik anından itibaren gelişimi izliyor.  Sonunda  da bize, insanın kurtuluşu/necatı (najat) ancak yeniden doğuşlarında/dünyaya gelmelerinde(karat wa rajat) elde edebileceğini söylemektedir. Kurtuluşa ulaştırabilecek olan yaşamın/canın üç ana ögesi şunlardır: Direniş/mücadele (mu’tarida)ruhu, hapislik/tutukluluk (habsi) ruhu ve şimdiye kadar hiç sözedilmeyen bekleyiş/umut ruhu(ruhi muntazira). Tüm doğal insan kötülükleri (ya da tüm kötü insanlar) ölmeye/yokolmaya yöneliktir; onlar için kurtuluş yoktur.

    Soru 34 (f. 195)._ Kurtuluşa ulaştıran ruhlar hangileridir?

    Yanıt, önceki paragrafta ve kurtuluşun doğasına (fazla açık olmayan durum) değinilenlerin devamıdır. Dokuz derece içinde (nuh paya) daha yukarıda zikredilen üç ruh, dünyanın gelişiminin fazlarını tersçeviren düzenin içinden geçerek Salman’a ulaşırlar. Sonunda, bizzat Ruhu’l Azam’ın kendisi orada göründüğünde yaşam ruhu Salman’a ulaşır ve onun kurtuluşu tamamlanır(f. 195 v.). O  “beyin ruhu”(ruhi maghz)nun tam bir tanıklığını yapar ve bu ruh onu yetiştirir ve kendi özel yerine yerleştirir. Oradaki kötü (ruhlar)ler kovulur ve can/yaşam, kendisini kabul eden ve bin feriştah ya da tanrısal adlar (Noms Divins) göndererek içindeki maddi ruhun (ruhi hissiyya) uzaklaşmasına yardımcı olan Tanrı’nın yüceliğine tanıklık eder . Arkasından yazar, “mikrokosmosun Salman’’ı olmuş, o zaman cana/yaşama verilen 1000 feriştah konusunda mecazi açıklamalarını sürdürür. Cemşid’in vücudu üzerinde duran bin dişli testereyle  Şah Feridun’un hazinesi içinde bulunan eşşiz inciyle eşleştiren  mitolojiden bir örnekleme yapar. Bu bin sayısı aynı zamanda devirleri, yani büyük peygamberlerin bin yıllık çağlarını simgeler. Göklerin bu denli yüksek ve yerin bu  kadar geniş olmasına dua edilse de, bütün bunlar kurtulaşa erişmez; bunun için Tanrının varlığının kesin tanıklığı gereklidir.

    Soru 35 (f. 198). _ Tanrının varlığının tanıklığına ulaşabildikleri durumda, bencillik ruhu ile isyancı/itaatsizlik ruhu nereye giderler?

    Bir dönem boyunca karşıkoyum/itaatsizlik ruhu (ruhi mutarida), bazıları erkek bazıları kadın vucudu olmak üzere bir vücuttan diğerine geçer;  Kaim’in  ortaya çıktığı dağılma  ve dirilme (bath wa bad’al) gününe kadar daha aşağıya düşmez. Sadece bu tanıklığı veremediği için bin yıl boyunca o, hastalık, açlık, büyük acılar vs. çekerek yaşlanacak, bir deri bir kemik kalacak ve ara verilmeksizin bin kere bir kadın ya da erkek olarak ölecek ve yeniden doğacaktır. O, ilk dini ve anayurdu hesaba katılmaksızın, yaşadığı ve yaşamaktan zevk aldığı yerlerde yeniden görülecek. Kıyamet Kaim’i kendini gösterdiği zaman  ancak, arınıp temizlenecektir (f. 199).

    Adami madhnun ya da maddi eleman/élément matériel (ruhi hissiyya) sadece, tutuklu (yaşam) ruhu ve karşıkoyumcu ruh kalbin içinde kalıncaya kadar varolabilir. Oradakiler  paklaştırıldığı ve onların kötülükleri (dhillat-ha) yokedildiği zaman biz (İmamlar?), maddi (yaşam) ruhlarını (ruhi hissiyya) diğer vücutlar/bedenler içine koyacağız, öyle ki, işte bunlar bizi daima gizleyip koruyabilirler (az ma hijab bashand); fakat  bütün inançsızlık ve dine aykırılıklar onlar arasında ortaya çıkacak.  Bu isyancı ruhlar, başlangıçta ait oldukları vücutları karıştıracak ve hergün bu ruhlar, kötü davranışlarla birini öbürüyle çarpıştıracaklar hesaplar düzgün oluncaya kadar.

    O zaman maddi ruhlar, farklı iklim bölgelerinde gelişmeleri için gönderilecek; yedi kez yeniden doğarak (karrat wa rajjat), Hindu, Grek, Türk, Ermeni ya da zenciye dönüşecek/geçecek; köle durumuna düşecek ve köle pazarlarında satılacaklar ve tam yedi kere alınları ve yüzleri işaretlenecek; her keresinde İmamlar onları vücutlarının bir organından tutup kaldıracaktır. Onlar, başkaları tarafından giydirilmiş şahane  giysilerin (fakat bu şeyler onlar için verilmeyecek?) biçimi, görünüşü altında yaratılış öncesi günlerinde görmüş oldukları muazzam güzellikteki renkleri görecekler. O zaman bir  tabaka aşağı düşecek ve böcekler, arkasından kuşlar biçiminde görünecekler; her biçim/postu altında (dar har pusti) 500 000 yıl kalarak öbürüne değişecekler. Onlar bütün başlangıçların başlangıcından beri görmüş oldukları her şeyi yeniden görecek; dünyada mevcut olan herşeyin içinden geçecekler. Sonra onlar insan biçimi alarak, ancak böylece bir anadan doğmaları mümkün olabilirdi. O zaman onlar üç kez mansukha’la (27), yani yeniden doğuşla buluşmuş olalacak(f. 203) vs. vs. ve sonunda ortalıktan silinip gideceklerdir(nist shawad).

    Soru 36 (f. 203 v.). _Yedi görünüm alanına çıkış(tezahür) nedir?

    Ancak yanıt sadece Adem’in, onun  bedensel döneminin( dawri cismani) manifestasyonu. Üç Adem vardır: Birincisi  Adami kafuri (kafur(ruhlu)dan Adem?(niteliği üzerinde bir açıklama yoktur İ.K.), aynı zamanda, insan beynini simgeleyen Seylan (adasının) yüksek tepesi üzerindeki  diğer adıyla  Adami da’im. İkincisi Adami mu’tarid, yani insan kalbinin içinde bulunan inatçı/dikkafalı Adem; ona aynı zamanda Adami asi ya da başkaldıran Adem de denir. Üşüncüsü ise Adami madhmum, yani  maddenin ruhu (ruhi hissiyya)dur.

    Adami daim’in wasi’si (vasiyetlerini yerine getiren, vekili-ardılı İ.K.) nurdan söz ya da düşünce(nutqi nur); isyancı Adem’in vasisi tutuklu ruhu(ruhi habsi)dur. Birinci Adem’in tövbe etmesi/pişmanlık duyması gerekli değildir; gerekli olan başkaldıran/isyan eden Adem’in tövbe etmesidir. Adami madhmum, yani maznun/suçlu, günah işleyen Adem’in tövbesi kabul edilmeyecektir.

    Soru 36 (f. 205 v.). “Adem’in başı göğe değer”(mi?)

    Yanıt olarak Adem’in başının Tanrısal yönü/Tanrıya giden yolu (hidayati İlahi) simgelediği açıklanır ve makrokosmos (büyükevren) ve mikrokosmos (küçük evren, insan) arasında bir koşutluk kurulur.

    Soru 37 (f. 206). _  Çok bilgin var ki, giz(eml)i kitapları (kitab-ha’i nihani) okur ve kendi başını ayaklarından ayırd edemez bile ve ne de sağ elini sol elinden ayırabilir.

    Yazar, başın gökle ve göğün Tanrının ruhu Salman ile  ilişkisini, diğer bir söylemle başın gökyüzünü, gökyüzünün de Salman’ı simgelediğini açıklar. Ayrıca Tanrının yedi biçimde(chihra) yarattığı Beşleri, vücudun organlarıyla  ilişkilendirir. Onlar değişik ruhlarla eşleştirilir. Daha uzaktan belirtmesi ilginçtir, yazar Tanrısallığın bu beş organını yeniden,  “son sınırın belirlenmesi ya da bünyesel yapılanması”nın  (majazi ghayati), yani Muhammed; – Tanrının soluğu/nefesi (damishi İlahi) Ali; – yaratıcılık biçimi (surati fatir) Fatima; -güneşin (gözkamaştırıcı) parlaklığı (tabishi khurshidi) Hasan ve Tanrı ile birleşme/buluşma(waslati  izadi) olarak da Hüseyin’i tanımaktan sözediyor.Ve görülmektedir ki, onların adları aynı zamanda Adem, Hava, Seth (Şit), Abel ve Cain(Kabil)dir. Bütün göklerde ve yerlerdeki tüm yaratıklar bu Beş kişi ile bir (olan) ruha övgüler terennüm etmektedirler. Yine görülüyor ki yazar, sadece Ademi’n İncil’de anlatılan yaratılış söylencesini önemsememekle kalmıyor, fakat aynı zamanda ilk (kardeş) katili (Kabil?) efsanesine de ilgi göstermiyor.

    Soru 38 (f. 208). _ Adem’in giysileri?.Yazarımız burada, diğer konular üzerinde tartışmalarla  birinden diğerine geçilen yedi bedenseldönüşümün (haft dawri jismani) açıklamasını yapar. Gerçekte burada ruhlar hiyerarşisini özetlemekte ve onların, Kıyamet günü ortaya çıkıp, dünyada düzeni yeniden kuracak olan (in Jihan-ra rast) Ka’im’le son bulan, Kur’an ayetleri içinde ve yedi peygamberin dönemindeki   simgesel anlamlarını göstermektedir.

    İsmail Kaygusuz,    Londra-2005


    1 Metinde cim harfi beklenen bu yerde ushtur (deve) geçmektedir. Zira belli ki Farisi yazar (aslında çevirmen cim harfinin semitik aslı gimel’in deve (camel) olduğunu bilmiyordu.

    2 al-Bakır’ın babası Ali Zeynelabidin’nin zikredilmiş olmaması çok ilginçtir.(Bizce bu yazara merak konusu olmamalıydı; çünkü İmam Bakır’ın öğretmenini kendinden geçmiş durumdayken ışıktan hayallerini gördüğü Ehlibeyt beşlisidir ve bunların arasında İmam Zeynelabidin’in zikredilmemesi doğaldır. İ.K.)

    3 Cabir ibn Abdullah Ansari çok tanınan bir kişidir; kuşkusuz Cafer Cufi hatalı yazılmış ve onu İmam Bakır’ın gerçekten arkadaşı olan Cabir al-Cufi olaral okumak gerekir. Şaşaa b. Şuhan olasılıkla Ali’nin bir çağdaşıydı(bkz. Kashi, 45). Yazar, bu tartışmaya katılanlardan sözederken pek fazla özen göstermemiştir; onlardan birinin sık sık soru sorduğu, İmam Bakır’ında bir başkasını yanıtladığı görülüyor. Değiştirmeksizin de onlara Bakır’ın “ey ruşaniyan(aydınlıkçılar, ışıksaçanlar ya da  açık olanlar?İ.K.)!”diye hitabettiğine dikkat çekelim.   

    * Burada  Abul Khattab ile Abdullah ibn Saba arasında inançsal ilişki kurulması bağlamında  bir yerdeğiştirme sözkonusu olma olasılığını saklı tutarak; Farisi çevirmenin Abdullah ibn Saba’yı Abdullah Sabbah yaptığı gibi, Abul Khattab yerli yersiz Abdullah İbn Saba’nın yerine koyup,  onu Ali döneminde yaşatmıştır. Ancak bu çeşit dinsel ve inançsal metinlerde anakhronk (zaman uyumsuzluğu) yadırganmasa bile,  Abul Khattab’ın kendisinin yakılarak öldürülmediği, yandaşları çadırlarında ateşe verilmişse de kendisi kaçıp saklandığı yerde yakalanıp darağacına çekildiği bilinmektedir Olayın.755 ve 761-2 geçtiği ileri sürülüyorlarsa da İsmaililerAbul Khattab’ın 783’te öldürüldüğüne inanırlar.Ayrıca onlara göre İmam İsmaili’in hücceti olarak birbirlerinin yerine geçip adlarını kullanmışlardır.Ali’nin İbn Saba’yı yaktırdığı olayı doğru değildir; açıklandığı gibi ‘Ali’nin Tanrının mazharı olduğu’ sırrını zamanı gelmeden ifşa edenin bunu anlayamıyan topluluklar tarafından  yakılacağının ima edilesi sözkonusudur. Giriş kısmında belirttiğimiz gibi onun Bakır zamanında hala yaşadığına dair al-Kashi’nin(ö.951)  “Ikhtiyar Ma‘rifat ar-Rijal”ında (vol. 1, s. 323)  bilgi bulunmaktadır. Ayrıca bu bilgi Abdullah İbn Saba’nın bu mizansende olduğu gibi İmam’a gerçekten  öğretmenlik yaptığının kanıtı olabilir. Yine Abu Amr Al Kashi(ö.951)  İmam Bakırdan-kendisine sorduklarında-  şöyle  söylediğini  rivayet eder: “Peygamberin ölümünden sonra, al-Mikdat, al-Aswad , Abu Zer ve Salman dışında, sahabeye dahil kişilerin hepsi dönmüştür. Tıpkı ayette “Muhammed öldüğü ya da öldürüldüğü zaman topuklarınızın üzerinde dönecek misiniz?” denildiği gibi (İkhtiyar Ma’rifat ar-Rijal 12-1)Buradaki al-Aswad,bu adı taşıyan  İbn Saba’dan başkası değildir.İ.K.

    4 Şimdiye kadar bu konuşmalarda onun varlığını belli eden hiçbir şey yoktu. ( Öğretmen rolündeki Abdullah Sabbah’ın oğlunun da olayın içine girmesi düşündürücü ki , bu Abu Talip  Abul Khattab’ın da oğlu olamaz mı?. Ayrıca Abu Talib adının kullanılışı ve bilinmeyen  bir Talibi mezhebinden sözedilmesi takıye de olabilir. İsmaili mezhebinden farklı gibi gösterilmesi düşmanlarından İmamı korumak içindir. Buradaki İsmaili mezhebini kuran Abul Khattab’ın çocukları (farzanday’i-Abul Khattab)İmam İsmail b. Cafer Sadık’ın soyundan gelenler anlamındadır.  İ.K.)  

    5 Soru 31,(f.188 v.), tamamıyla  bu meleklere ayrılmıştır. Şurada ve burada rastlanan can deyimi daima ayn anlamda kullanılmaz; şimdi kuşkusuz sadece “vie”(hayat) karşılığıdır.

    6 Bunlar kitapta sadece iki kez zikredilir (f. 37 ve f. 118: sujud-gahi yatiman), fakat bir açıklama verilmemektedir. Ancak  Nusayri’lerin başta Salman olmak üzere beş yetimi (khamsatu’l- aytam)  vardır: R. Dussaud, Histoire et Religion des Nosairis, Paris, 1900, s.190.

    7 Bunlar burçların simgeleri olamaz mı? Ancak İsmaili tekstlerinde nakib birçok kez huccet yerine kullanılmıştır.

    8 Bu deyim tek bir kez ve açıklamasız kullanılıyor. Manikheizm’de de arkan ya da arkhontes (arcontes İ.K.) vardır, ama onlar kötü olanlardır.

    9 Bu ifade sayısız kere yinelenmekte ve bu nurların(ışıkların) yüzlerde yansıdığı anlamındadır.

    [1] Mufaddal şöyle rivayet eder: Abu Abdullah’a(İmam Cafer)  sordum: “Gölgelerde (Ruhlar aleminde?) iken ne durumdaydınız?” Buyurdu ki: “Ey Mufaddal! Biz Rabbimizin yanındaydık ve bizim dışımızda hiç kimse yoktu. Yemyeşil bir gölge içindeydik. Onu tesbih ediyor, Onu kutsuyor. Onun tekliğinini dile getiriyor ve Ona hamdeddiyorduk. O sırada ne kendisine yakınlaştırılmış ne  gözde bir melek, ne de bizden başka herhangi bir canlı vardı.( Usul u-Kafi s. 666; 7-(1191)İ.K.

    10 Güneşin tanrısal doğası olduğu konusunda dolaylı bir belirsizlik söylemi daha ilginçtir (f. 176): “Tanrının adı güneşin yedi kayığı üzerindeki denize atacak”(nami Khuda bar haft zawraki aftab dar shawad). Bu açıkça, manicheizmin güneşten ‘ışık denizine’ ışık taşıma düşüncesi değil de nedir? 

    11 Bize göre buradaki birkaç cümlelik özette bile  kapalı bir yanıt hissedilmektedir; Tanrının sıfatı ve nitelikleri olmadığını söyleyenlerin inancı, tıpkı Şeytan’ın Tanrı hakkında söyledikleriyle aynı olduğu ve Şeytan’a benzedikleri karşılığı veriliyor. İ.K.

    12 Bu göksel ağaçlar, Manicheizmdeki ışık ışınlarını simgeleyen ağaçlara benzemektedir. Eğer yazar onları tuba diye adlandırıyorsa bu, İslamdaki Cennet kavramıyla bitiştirme arzusuyladır.

    13 Anlaşıldığına göre, “kubbe” sözcüğü burada beyazlık denizi ya da sarayı(diwan) ile aynı anlamdadır.

    14 Bu “Beşli ya da Beşler kümesi”(pentade) olasılıkla İsmaili felsefesinin  çok eski bir dönemine aittir ve Sijistani ve Nasir Husrev gibi yazarların yapıtlarında görülmektedir. Sijistani İftikhar(Bölüm IV.) kitabında onun ne bir sihir öğretisinden ne  ne de mu’attıla’(??)dan çıkmadığını gösterme gereksinimi duymuştur. Onun  beşler deyimi, şaşırtıcı bir biçimde “Yücelik Babasının beş üyesi/azasına” benzer ki onlar “akıl, duyum( veya ruh), niyet, anlayış ve düşünme (ya da hayal)dir.”(bkz. Burkitt, 19,33; Cumont, 1, 9-11) (İvanow, kitabın yazılış tarihini Abu Yakub as-Sijistani (885-972?)’dan daha sonralara çektiği için bu vurguyu yapmaktadır. Ancak bu vurgu, son araştırmaların Ummu’l Kitab’ın 8. yüzyılın sonlarında yazıldığını göstermiş olması dolayısıyla önemini daha da artırıyor. Anlaşılıyor ki tanınmış İsmaili düşünür ve billgini Sijistani bu yapıttan yararlanmıştır. İ.K.) Üstelik bu beş nurdan kişilik, Uygurca Manicheizm metinlerindeki “Bish Tengri” (Beş Tanrı) kavramına  öylesine benziyor ki, burada tipik manicheist deyim ve insan vücudunun beş organını gösteren “jawarih” ya da “ jawarihan”ı çağrışım yapmaktadır. Bu beş ışıktan-nurdan varlık sadece, Nusayri inancında da olduğu gibi (bkz. Dussaud, 69) “Tanrının kendilerinde göründüğü bin tanrısal cevherdir.”(Bu söylem ilginç bir biçimde bin tanrılık Hitit pantheonunu çağrıştırıyor. İ.K.) Onlar bazı kere, bir uzaysal yerleşime uygun biçimde  yüce sarayın(diwan) üyeleri/organları (jawarih) olarak, Manicheizmin Yücelik Babası’nın “beş sakinini” anımsatan adlandırmalardır.

    15 Vahy  burada olasılıkla tanrısal nur ile eşanlamdadır. Yine burada Azazil yani Satan/Şeytan’ın yaratıcılığı ve daha sonra anlatılan Tanrıyla rekabeti, Neo-Menicheizm ya da Paulikien/Bogomil inancındaki Satanel’in Tanrıyla  yaratıcılık kavgasını andırmaktadır. Ancak orada Tanrının, babasına başkaldırmış ve tüm maddi dünyayı yaratmış  olan büyük oğludur Satan; kötülük yanrısıdır. Küçük kardeş İsa’yı göndererek onunla ve  ordularıyla savaşlar yaptırır.Burada ise Tanrı veziri (dawar) Salmanu’l Kudret’iAzazil/Şeytanla  savaşya gönderir. İ.K.  

    16 Yani Salman’ın, Şeytan’ın birliklerine (Şeytanlara) karşı yedi savaşımı(Sab’ mujadalat). Nusayriler’in yedi düşüşü-yenilgisi karşılığı  

    17 Bkz. Bar Khoni (Cumont, I, 24): “Yaşayan Ruh yüksek sesle bağırdı ve bu ses iki yanı keskin sivri uçlu kılıcın çıkardığı sese benzemekteydi”.

    18 Bizce buradaki iklimi haftum, yani  ‘yedi iklim’ ayrı bir ülke değil, hemen önce adları verilen yedi ülkenin kendisi olmalıdır. İ.K.  

    19 Bu da Manikheizm inancıyla yeni bir benzerlik(bkz. Cumont, agy. I, s,30)

    20 Kuşkusuz bu da Manikheizm’in “Kötülük ağacı” ile eşdeğer.

    21 Biraz ileride (f. 107), Adem, Hava, Şit, Abel ve Kain(Kabil) beş tanrısal isim olarak zikredilmesi ilginçtir. Ancak ekleyelim ki, yılan ve tavuskuşu sorunu olmasına rağmen, Hava’nın baştan çıkarıcılığı hikayesi unutulmuş. Yazar, insanlığın tamamıyla tekbaşına doğuşu  temasını (işleyerek), bir çift atadan çıkışını ihmal ettiği görülüyor.  

    22 Belirtmek gerekir ki burada Fatima sürekli olarak “Fatir”(yaratıcı) ile eril nitelenmektedir. Eski birçok mezheplerde olduğu gibi Nusayrilerde de bu ifade kullanımdadır. Manikheizm’deki “Hayatın  Anası” ile benzerliği gözden kaçmamalıdır. 

    [2] Manicheizm’deki, 12 nurdan bakire kız biçimi altında simgelenen erdemler gibi  yeni bir şey daha.

    23 Bu sözcükler sözlüklerde yoktur; belki irin veya sidik (ramas=mucus oculaire) anlamına gelebilir. (Buna karşılık Raza belki de reza-t’tır, yani süt olabilir İ.K.)

    24 Bir Hindu deyimi olan ve İslam teminolojisinde  manzil (konak yeri) anlamına gelen nashatar ile herhangi bir ilişkinin olduğunu söylemek zordur.)

    25 İsmaililerde bütün dönemlerde tamamıyla  orucun bu anlamına gönderme yapılır.

    26 Bu karşılaştırma, kitabın eskiliğinin dolaylı bir kanıtıdır.( Nevarki, bunu belirleyici ifadeyi izleyen ikinci cümle eserin ruhuna tamamıyla aykırı. Çok daha sonraki dönemdeki Abbasi halifeleri tarafından konulmuş ‘hacca gidenlerin yanında 30 dinar bulundurması zorunluğu’ ya 10.yy.ın ortalarında Farsçaya çeviren ya da bir müstensih tarafından eklenmiş olmalıdır.İ.K.)

    27 Aynı inanç biçimi  doğrudan Nusayriler tarafından mansukhiya olarak benimsenmiştir.