Home » Konuk Yazarlar » Türkiye’de İslamcılığın Başarısızlık Sebepleri (Ve İran’ı model alıştaki yanlışlık)
Türkiye’de İslamcılığın Başarısızlık Sebepleri (Ve İran’ı model alıştaki yanlışlık)
ÖZKAN ŞAHİN / 2005
Türkiye ideolojik karakterini belirlediği ve bu ideolojik karakter ile siyasal ve toplumsal yapılanmayı şekillendirmeye giriştiği ilk yıllardan beri sınırları içerisinde büyük siyasal ve toplumsal sorunlar yaşadı. Bu siyasal ve toplumsal sorunların çoğu (özellikle de büyük olanları) hala çözülememiş olmakla birlikte, çözülmüş gibi görünenleri de ileride bir gün açığa çıkmak üzere bir kenara gizlendi.
Türkiye ideolojik karakterini belirlediği ve bu ideolojik karakter ile siyasal ve toplumsal yapılanmayı şekillendirmeye giriştiği ilk yıllardan beri sınırları içerisinde büyük siyasal ve toplumsal sorunlar yaşadı. Bu siyasal ve toplumsal sorunların çoğu (özellikle de büyük olanları) hala çözülememiş olmakla birlikte, çözülmüş gibi görünenleri de ileride bir gün açığa çıkmak üzere bir kenara gizlendi.
Çözülemeyen bu sorunların en büyüklerinden biri olan “Laisizm-İslam” çatışması, siyasal ve toplumsal yapılanışın, temel şekillendirici etmenlerinden oldu. Fakat bu etki, hem bir kargaşanın sonucunda doğmuş olmasıyla, hemde bir çözümün değil bir çözümsüzlüğün sonrasında etkilerini göstermesiyle gündeme her zaman olumsuz yüzünü göstererek geldi. Gündeme geldiği her dönemde bütün yönleri ile gücünü ve güçsüzlüğünü gösteren “İslamcılık” bu kargaşanın köklü bir ürünü oldu.
Mevcut düzen için her zaman sert bir problematik olan İslamcılık, özellikle son çeyrek asırda arkasına aldığı toplumsal desteği meclis içerisinede taşıyarak siyasal alanda da gücünü göstermiştir. İslamcılığın yalın karakteri ile meclise girdiği dönemde, genellikle faliyetini yer altında sürdüren ve “Radikal” olarak tanımlanan İslam ile D.P.nin iktidara geldiği 50’li yıllardan beri siyasal arenada yalın olmayan bir yüzle, aktif veya pasif rol oynayan İslamcılık bir kaynaşma sürecini başlatarak, gidişatın şimdiye kadar pek görülmemiş marjinal bir şekil almasına sebep oldu.
Laik güçler karşısında ciddi ve katı bir yapılanma halini alan bu yeni marjinal islamcılık, yalın yüzü ile kazandığı zaferlerin sarhoşluğu gölgesinde, laik sistemi tamamiyle alaşağı edip, hakim unsurun müslümanlar olduğu ve diğer müslüman ülkelerinde liderliğine soyunacak bir “Türkiye İslam Cumhuriyeti’nden” söz etmeye başladı. Lakin daha yeni yeni kurmaya başlamış olduğu bu hayallerin hoş uyuşukluğundan bile sıyrılamadan, kazandığı küçük zaferlerin sorhoşluğu yüzünden gerçek gücünü asla sezinleyemediği laik kurumlar önce marjinal bir darbe ile İslamcılığı mecliste temsil eden partinin maddi ve manevi gücünü, sonra da bu partiyi oyları ile meclise taşıyan toplumun İslamcı kesimini küçük denebilecek bir çaba ile büyük bir hezimete uğratarak derin bir suskunluğa gömdü.
Ardından İslamcı kesim suskunluk içerisinde bulunduğu kısa zaman zarfında, eski yapısı üzerinde büyük değişiklikler yaparak, tamami ile sert A.B.D.ci, herşeyi ile sermaye sınıfından yana, yumuşak muhafazakar ve yaklaşık on yıl önce bayrak olarak kullandığı unsurların bir çoğunu bir kenara bırakıp oylarını neredeyse ikiye katlayarak tekrar sahneye çıktı. Bu oy oranının artırılması ve ve kitlesel desteğin kazanılması bakımından çok parlak bir zafer olarak görünüyordu ama İslamcı mücadelenin son çeyrek asırda ki macerası izlendiğinde, İslami hareketin ileri derecede köklü bir yenilgiye uğradığı kolayca seziliyordu. Çünki hareket sembol olarak kullandığı unsurlarıterketmiş, eskiden düşman addedip kıyasıya vuruştuğu düşmanlarla kol kola girmiş ve tarih sahnesine çıktığı ilk günlerden beri fikri yapısnın belkemiğini oluşturan “anti-batıcı” ruhunu toprağa gömmüştü. Kısacası İslami Hareket, sandalye sayısı ile kimliğini değiş tokuş ederek, amiyane tabirle “tenekeden” bir hareket haline gelmişti. Peki dv bir kitle desteği, sağlıklı sayılabilecek bir makro ve mikro gelenek, sempatizanlarının her gün artmasının verdiği avantaj ve çok zengin ekonomik kaynaklarına rağmen neden başarısız oldu?
İslam ülkelerinin teker teker sömürge haline gelmeleri ve İslam ülkelerini yöneten otoritelerin İslam ülkelerinin sömürge olmalarına mani olamayışları bütün İslam ülkelerinde antibatıcı islami siyasetin uyanışına sebep oldu. Bu şekilde yüzlerce yıllık uykusundan uyanan ve bütün ihtişamı ile müslüman toplumların kaderlerini şekillendirmeye talip olan siyasal İslam, 20. yüzyılda çeşitli düşünürlerin kuram ve fikirleri ile beslenerek çağdaş silahlar ile donanmış bir güç olarak arenaya çıktı. .
Kötü olanı Türkiye’deki müslümanlar, gerek Türkiye’de gerek İslam Coğrafyasında gelişen islami hareketi bahsini ettiğimiz çağdaş silahlar ile donatacak aydın, filozof, entelektüel ve alimlere sahip değildiler. Bu sebeple Türkiye’deki İslamcılık yola çıktığı ilk anlardan itibaren sosyal bilimsel ve felsefi tasarımlardan mahrum oldu. Bu Türkiye’deki İslamcılığı kılıcını kaybetmiş bir gladyatör misali, büyük zaferlerin hayalini kurmaktan öteye geçemeyen ve kavgaya daha başlamadan yenilmiş bir adam durumuna soktu. .
Tarihin hangi döneminde ve dünyanın neresinde olursa olsun, hitap ettiği toplumun bütün etnik, ekonomik, kültürel, dini gruplarına ulaşmamış yani toplumun bütün renklerine yayılmamış bir hareket çürük bir balon misali şişmeye başlar başlamaz patlamaya mahkumdur. Türkiye’deki İslami Hareketinde kaderi Böylesi bir patlama olmuştur. Türkiye’deki islamcılık, mevcut resmi ideolojiye yarı küskün, taşralı veya yarı taşralı, kültür seviyesi az ya da orta Sünni Türkler arasında destek bulmuş, tasvir ettiğimiz grup dışında bir gruba yayılamamıştır. .
Türkiye’deki İslamcılar hareketlerini evrensel değil, kısa vadeli mikro kitlesel bir hareket olarak kavramış ve bu kavrayış çerçevesinde faaliyetlerine yön vermişlerdir. Türkiye’de aynı dili konuştukları gruplara dahi dertlerini anlatmaktan kaçınmışlar geniş kitlesel yayılıma önem vermemişlerdir. .
Sermaye gruplarının propaganda bakanları olan ve gerek toplumsal ve gerek siyasal İslama pek sıcak bakmayan medya grupları İslami unsurların propagandalarından uzak durarak İslamcılığın toplumun geniş kesimlerini etkilemesini engellemiş ya da geciktirmişlerdir. Medyanın Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde İslamcılığı göze batar boranda ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesini uygulamaya koyduğu dönemde kısmen desteklemiştir.Dönemde görüntülü ve sesli iletişim araçlarının azlığı bu desteğin genelde süreli yayınlar muvazenesinde olmasını sağlamıştır. Bu da İslamcı olmayan gruplara İslamcılığın yayılmasından ziyade, zaten İslamcı olan grupların ABD ideolojisinin yönelttiği biçimde fikirler kazanmasında (Americano İslam’ın benimsenmesine) sebep olmuştur. Günümüz Türkiye’sindeki İslamcılığın, diğer İslam coğrafyalarındaki İslamcılığın aksine Americano özellikler taşımasının (antikominist, kapitalist ve light dinci) sebepğleri bu dönemde aranmalıdır. .
İthal ettiği batılı unsurlar ile yapılanmasını gerçekleştiren laik devlet, sınırları içerisinde gördüğü üç büyük tehlikeden (İslam, Komünizm, Kürt- çülük) İslam’a karşı sıkı bir mücadeleye girişerek İslam’ın resmi bazda k’ale alınıp akademik ve siyasal bazda gelişimine mani olarak, İslamın meşru bir düşünce olarak hareketine mahal vermemiştir. Türkiye’ki İslamcılığın, düşünsel yönde gelişmişlikler gösteren kanadı bu yüzden faliyetlerini hep yer altında sürdürmüştür. .
Türkiye’de halkın sarıldığı ve benimsediği İslam, gayr-ı İslami birçok unsurla dolu, hatta çoğu zaman Kuran İslamına karşı negatif tavırlar takınan, tasavvuf menbalı, muhafazakar ve taşralı özellikler gösteren köksüz bir halk İslamı olmuştur. Bu tip bir İslam hem öz İslama uyumsuz olduğundan, hem toplumsal devrimci ve sosyal adaletçi olmadığından, ilerici unsurlara kulağunı en sert cisimler ile kapadığından başarıya ulaşamamıştır. Zaten DünyaTarihinde öz kaynaklarına karşı samimi yaklaşamayan her hareket rüzgarda yanmaya çalışan bir mum gibi birkaç sert titreyişin ardından sön- meye mahkumdur. .
İslamcı grupların geneli, “uzun zamandan beri işlerin yolunda gitmediğini ve var olan şekille herhangi bir başarıya ulaşılamayacağını bile bile” maddi ve manevi bünyelerinde herhangi bir silkiniş ve değişim hareketi başlatamamış, tam tersi darbe aldıkça daha gelenekçi, muhafazakar ve antideğişimci bir hal almıştır. .
İslamcılar diğer kişi ve gruplara haklılıklarını kanıtlamak için sağlıklı eylemler yapmayı başaramadılar. Dünya’ya baktığımızda başka müslüman grupların bu konuda gayet başarılı olduğunu görürüz. Örneğin Mısır’da ki İhvan-ı Müslimin hareketi sağlıklı teorileri, FKÖ ise yerinde ve zamanında genellikle misilleme mahiyetinde yaptığı şiddet eylemleri ile dikkatleri üzerine çekti ve sempati toplamayı bildi. Oysa Türkiye’de ki İslamcı grupların fikir üretmemesi bir yana, tamamiyle yersiz, gereksiz ve vahşice olduğu bütün görünümü ile ortada olan şiddet eylemleri ile hem empatizan olarak kazandıkları grupları soğuttular hem de tarihlerine “kara leke” olarak geçecek iğreti yanlışlar yaptılar. Bir günde 40’a yakın insanın öldüğü ve üzerinde hala spekülasyonların dolaşıp polemiklerin yapıldığı “Sivas katliamı” bu gereksiz şiddet eylemine örnek gösterilebilir. .
İslamcı grupların bilgi birikimi ve tasarı gücü olan elitlere sahip olmayışı, onları aydın ve entellektüellerin etrafında toplanmış düşünce-fikir grupla- rından ziyade tarikat (gelenek) ve sivil toplum örgütü karışımı (modernizm) cemaatler haline gelmelerine sebep oldu. Çağ içerisindeki diğer kollektif yapılanmalar ile mücadele edemeyecek bir hale gelen İslamcı gruplar (Çünkü çağdaş koşullar birey olma başarsını göstermiş, özgür düşünceye sahip kişilerden oluşmuş grupların kazanmalarına müsaade ediyordu) iyice içine kapanarak, dışarıyla olan ilişkisini ya tümden kesti ya da elinden geldiğince azalttı. .
Yineleyeceğimiz gibi bilgi ve tasarı gücünden mahrum bu grupların içine kapanık kollektif hareketi zamanla ekonomik kaygıların ağır bastığı bir cemiyet hareketine dönüştü. (Bu cemiyetleşme sürecini hızlandıran faktörlerden birisininde 1980 darbesi ve bu darbenin ardından Turgut Özal eliyle uygulamaya sokulan sert kapitalizm olduğu unutulmamalıdır). Cemiyetleşme sonrasında grup içerisinde başlayan alt-üst tabaka gerginliği, grup içerisindeki idealist yapıyı tamamen öldürdü. Zaten bu grupların birçoğu cemiyetleşmeden önce de yarı idealist gruplardı ve süreci iyi gözlemleyen bir sosyal bilimci bu grupların “cemaatleşme” süreçlerinin ne kadar kısa bir sürede “cemiyetleşme” sürecine dönüşeceğini rahatlıkla tahlil ederdi. .
İslamcı grupların bir çoğu kökenden “evrensel” bir gaye ile yola çıkmamış, ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi için küçük ekonomik yatırımlar ile kurulmuş yapay antikomünist gruplardı. Gayeleri İslam’ı bir kurtuluş hareketi olarak benimseyip bu uğurda mücadele etmekten ziyade komünizm karşısında set olmaktı. .
İslamcı gruplar kent kökenli ve modern çağa büyük rahatlıkla ayak uyduracak medrese siteminden değil, taşra kökenli ve bütün özü ile gelenekçi tekke yapılanmasının unsurlarını taşıyan bir sistemi benimsediler. (Bunun en büyük sebebi İslamcı grupların hemen hemen hepsinin taşra kökenli olmasından kaynaklanıyordu). Tekke sistemi, medrese sistemine göre daha merkeziyetçi, lidere körü körüne bağlı, öznel iradeye yaşam hakkı vermeyen bir sistemdi. Tekke sistemini benimsemiş bir grubun başarıya ulaşması için, grubun çekirdeği olan liderin ileri derecede kaliteli bir donanıma sahip olması gerekliydi. Çünkü lider grup içerisinde, yasama, yürütme ve yargı yetkisi olan tek merci idi. Ve bu liderler grupların başarılarından ziyade kendi şahsi çıkarlarına eğildikleri ve kabullendikleri sistemden dolayı kendilerini engelleyecek güçler bulamadıklarından, gruplarının geleceğini keyiflerine göre ateşe attılar. .
Fikri irdelemeleri sonucunda asıl düşmanın kim olduğuna karar veremeyen bu gruplar –yineleyeceğimiz gibi fikri alt yapıları yoktu- zamanla kendi içlerinde çatışmalara giriştiler ve başta hakimiyet mücadelesinden kaynaklanan bu çatışmalar hem grup üyelerinin başka grup üyelerine karşı mutaassıp bir düşmanlık besleyerek yabancılaşmalarına hemde grup güçlerinin törpülenmesine sebep oldu. .
İran’ı model alışın yanlışlığı_ Var oldukarı her ülkede, mevcut sistemden memnun olmayan ve bu sistemleri İslami bir restorasyon veya devrim gibi (radikal) bir yolla ilerici bir değişim sürecine sokmak isteyen her müslüman gruba İran İslam Devrimi bir şekilde model oldu. Model alınmasının sebebi; Dünya’da pozitif bir sonuçla biten, bir asırdan fazla bir zamandır yapılmaya çalışılan ve İslam dünyasının Dünya’da daha neler yapabileceğini gösteren şanlı bir zafer oluşuydu. Kısacası İran, İslam Dünyasına İslami mücadelenin nasıl yapılacağı konusunda hoca oldu. .
Dünyanın her yerinden kimi islami gruplar, İran İslam Devrimini, tarihi, felsefi, siyasi, sosyal ve dini yönleri ile çok iyi tahlil edip,bu devrimden yararlanabilecekleri en iyi şelilde yararlandılar. Kimi gruplar ise bütün dünyayı şaşırtan bu devrimi yeni bir oyuncak bulan bir çocuğun sevinci ve bir mesleği yeni öğrenmeye başlayan bir çırağın acemiliği ile karşılayıp değerlendirerek büyük yanlışlar yaptı. Ve İran Devrimi Türkiye’de İslamcı grupların hemen hemen hepsi tarafından bahsini ettiğimiz şekilde çocuk sevinci ve çırak acemiliği ile değerlendirildi. İran islam Devrimi Türkiye’de, bu devrimin sosyal bilimsel çözümleri yapılmadan, her yönü ile mükemmel olduğuna inanılarak adeta ithal edilmeye çalışıldı. İran da ülkesinde devrimi oturtur oturtmaz bu devrimi ihrac etmek için büyük çabalara girişerek Türkiye’deki bazı İslami gruplara el altından büyük destek verdi. Türkiye’den İran’a öğrenciler kabul edildi, İran’dan Türkiye’ye devrim konusunda sempatizanları eğitmek için minik mürşitler gönderildi. .
Türkiye bir anda yeni İslamcı yayınevleri ve bu yayınevlerinin büyük bir hız ile basıp yayınladığı, devrimin mimarı düşünürlerin, bizzat devrim içerisinde bulunmuş siyaset adamlarının ve Türkiye de aslında hiçte sevilmeyen (ve hiçte sevilmeyecek) Şii ulemanın kitapşar ile doldu. Çoğunluğu büyük bir hayranlık ile karşılanan ve birçok İslamcı gencin fikri yolculuğuna yön veren bu kitaplar sayesinde İran’ın devrim felsefesi, Türkiye’de ki İslamcı grupların devrimden önce de var olan geleneksel fikirleri ile kaynaştı. Bu kaynaşmanın Türkiye’de ki İslamcı harekete başarı sağlayacak yeni bir unsuru kattığını zannedenler ise büyük ölçüde yanıldı. Yazının başında belirttiğimiz gibi, türkiyede’ki islamcı gruplar Yetkin sosyal bilimcilere sahip olamadıkları için İran devrimini kavrama ve örnek alma da büyük yanlışlar yaptılar. İran ve Devrim, İran’ın tanıttığı ölçüde tanındı ve bu da İran’ın ütopik bir ülke olarak tanınması sonucunu doğurdu. Oysa ki İran islam Devrimi bütün yönleri ile kemale ermemiş bir devrimdi. Despt ve ABD işbirlikçisi monarşinin tahtını deviren bu devrim, siyasal ve dini görünümü ile yetkin olsa da sosyal yönden eksiklikler ve hatalar ile dolu bir devrimdi. Türkiye’de ki İran sempatizanları bu gerçeği daha düne kadar fark edemediler.
İran devrimi, İran’daki inanışın ve geleneğin bir tecellisiydi. Bu inanış ve gelenek, Türkiye’deki inanış ve gelenek ile taban tabana bir zıtlık gösteriyordu. İran tarihinin en eski çağlarından beri düşünsel kaynaklarla çok iyi beslenmiş ve kalıntıları günümüzde dahi varlığını gösteren başarı ile sonuçlanmış isyanları barındırmış bir ülke idi. Manevi mirası Türkiye’nin üzerinde oturduğu mirastan daha zengin ve daha köklüydü. İran ve Türkiye dini inançları açısından her zaman çatışma halinde olmuş ve dini inançları sonucunda ideolojileri birbirine çok yabancılaşmış iki ülkeydi.
İran’da ki Şii ideoloji hak yiyen ve ezen siyasal otoriteye karşı mücadeleyi meşru görüyor ve bu konuda İmam Huseyn’i sembol olarak ele alıyordu. İran köklü bir şehadet kültürüne sahipti. Oysa Türkiye tarihinin her döneminde devletin kutsallığını bir ideoloji olarak halkına benimsetmeye çalışmış ve bunu köklü bir tutum olarak ülkesindeki hemen hemen her topluluğa benimsetmişti. Bu yüzden Türkiye’de ki Sünniler devleti direkt olarak karşılarına almayı bir hata bir günah saydılar ve ideolojileri devlet ile zıt olsa da devletle uzlaşmayı meşru bir yol olarak gördüler. Türkiye bu bağlamda, sert merkeziyetçi Osmanlı İdeolojisinin bütün izlerini taşıyordu. Ayrıca İran’a körü körüne bağlılık ve taklit Türkiye’de ki birçok Sünni gencin kimliksizleşmesine neden oldu. Konuşmalarında diğer ilk üç halifeyi ve Emevi despotu Muaviyeyi saygıyla anarken, İmam Huseyn ya da İmam Ali gibi bir kıyam ruhunun taşınmasının gerekliliğinden bahseden tiplere rastlanıyordu. İran Devrimini tahlillemeden taklit, Türkiye’de ki İslamcılar içerisinde böyle sağlıksız ve yarı yabancılaşmış büyük bir kitlenin doğuşuna sebep oldu.
1) Kökenleri Osmanlı Develeti’nin son dönemlerine kadar gidebilen bir ideoloji olan ve herhangi bir unsurunun çözümlenmesi bile birkaç sayfalık bir makale ile yapılamayacak kadar ağır bir konu olan “İslamcılık” bu yazıda bahsini edeceğimiz “İslamcılık’tan” tamamiyle ayrı düşünülmelidir. Bu yazının genel muhtevası içerisinde, şekli Soğuk Savaş ve İran İslam Devrimi’nin keşiştiği dönemlerde belirginleşip, 28 Şubat sürecine kadar etkisini sürdüren “yapay İslamcılık” muhatap alınmıştır.